Abdullah Kıran analiz etti: Amr bin Âs 1-2-3

Hz. Ömer´in(ra.) ?Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır? sözü ile zamanının iyi bir idarecisi olduğunu düşündüğümüz ve bunlardan ziyade, İslam öncesi dönemde ticaret saikiyle dönemin İran ve Bizans´ı iyi bilen ve Müslüman olduktan sonra, Mısır ile bi

Abdullah Kıran analiz etti: Amr bin Âs 1-2-3

İskenderiye fatihi Amr bin Âs (I)

9.8.2019 Serbestiyet.com

Kimi insanlar vardır ki onlar için savaş ve mücadele, hayatın ta kendisidir.  Savaşmaya, mücadele etmeye,  olağanüstü  maceralara girişmeye, yeni ülkeler ve diyarlar fethetmeye can atarlar. Savaş ve fetih ruhlarında vardır.  Tarihe mal olmuş o kahramanların adı, çağa ve döneme göre bazen ?On Binlerin Yürüyüşü?nün ilk başını çeken Klearkhos, bazen dünyayı fethetmiş İskender,   bazen Kartacalı komutan Hannibal,  bazen  Roma diktatörü Sezar, bazen Kleopatra´nın aşkına Roma imparatorluğunu  parçalamasına ramak kalan  Antonius, bazen Mısır´ı Zengiler adına Fatımîlerden geri alan Şêrgo (Şerguh) ve yeğeni, Üçüncü Haçlı Seferi´nin Müslüman yanının lideri Salâhaddin, bazen İslâmiyet´in ilk büyük genişleme dalgasının Mısır ve İskenderiye fatihi Amr bin Âs olabilir. Fakat ruhları benzeşir. Her birinin kendince bir dâvâsı olsa da, iflâh olmaz, kaplarına sığmaz savaşçılardır.

İskenderiye´ye göz dikmiş bir tacir ve komutan

İşte onlardan biri olan Amr bin Âs (Ebû Abdillâh (Ebû Muhammed) Amr b. el-Âs (el-Âsî) b. Vâil es-Sehmî el-Kureyşî (ö. H.43/664) İslâm tarihinin efsane komutanlarındandır.  Amr bin Âs denince, elbette ilk akla gelen, onun İskenderiye gibi bir şehri, Mısır gibi bir ülkeyi fetih etmiş olmasıdır.  İslâm´ın Arap coğrafyası dışına taşma, özellikle İran ve Mısır´a doğru yayılma atılımı, Hz. Muhammed´in ölümünden sonra halifelik makamına oturan Ebubekir döneminde başlar. Hz. Ebubekir dört ordu komutanını, dört koldan harekete geçmek için görevlendirir. Bunlardan birini Filistin´e, birini Mısır´a, birini İran´a ve birini de Arabistan´daki Hıristiyan Arapların üzerine gönderir (Abu´ul-Faraç Tarihi, Cilt I:174). Ancak Ebubekir´in halifeliği kısa (iki yıl) sürdüğü için, bu projeyi hayata geçirmek adaleti ve alçak gönüllülüğüyle ün salan Ömer´e nasip olur.

İslâm´ın doğuş yüzyıllarında bu bölgede iki büyük imparatorluk yüz yüzedir: Doğu Roma (Bizans) ve Sasaniler. Bizans Balkanlara ve Anadolu´ya, Sasaniler ise İran ve Mezopotamya´ya hâkimdir. Mısır, Doğu Akdeniz kıyı şeridi ve Doğu Anadolu, ikisinin arasındaki tampon bölgedir. Kâh birine, kâh diğerine geçmektedir. 7. yüzyılın ilk yarısında, Bizans´ın elindedir

Arap ordularının Mezopotamya üzerine ilerleyen kolunun Kadisiye muharebesinde (636) Sasaniler´i yenmesi Amr bin Âs´ı ciddi anlamda cesaretlendirir.  Ona göre, eğer Araplar Mısır´ı daha eski Pers İmparatorluğu döneminde topraklarına katan ve sonra iki kez daha almayı başaran İranlıları mağlup edebilmişlerse, benzer şekilde Bizans´ı da yenip Mısır´ı onlardan alabilirler. Amr bin Âs henüz Müslüman olmadan, Mekke´nin ticari ve siyasi hayatında önemli bir role sahiptir. Dış ülkelere yaptığı seyahatler sırasında, daha o dönem Habeşistan kralı Necâşî ile dost olmuştur. Uhud ve Hendek savaşlarında Kureyş süvarilerine komuta etmiş olan Amr bin Âs, Mekke´nin fethinden önce, 31 Mayıs 629´da Müslümanlığı kabul eder. Hz. Muhammed döneminde, İslâm´ı tebliğ etmek ve vergi toplamak için Umman´a gönderilir (TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 3:79-81). Bu çerçevede, Amr bin Âs´ın Mısır´ın alınması konusunda aşırı iştahlı davranmasının belki bir nedeni, daha önce Arap ticaret kervanlarının başında Nil vâdisine inmiş, İskenderiye´yi ziyaret ederek kentin güzelliği ve dillere destan zenginliğine hayranlıkla şahit olmuş olmasıdır.

Büyük İskender´in kurduğu emsalsiz şehir

Nasıl olursa olsun, Amr bin  Âs´ın göz diktiği İskenderiye (Alexandria), yapımına bizzat Büyük İskender´in başladığı bir kenttir.  Plutarkhos, şehrin kuruluş hikâyesini şöyle anlatır: İskender Mısır´ı ele geçirince, orada ismini taşımak isteyen bir Yunan şehri kurmak istemiş. Emsali görülmemiş büyüklükte bir şehir için mimarlar ve mühendislerle birlikte uygun arazi aramaktayken bir rüya görmüş. Yanına yaklaşan ak saçlı bir bilge ona Odysseia´dan iki dize okumuş:

"Çok dalgalı denizin içinde bir ada vardır,

Mısır´a yakın, Pharos derler adına."

Uyanır uyanmaz hemen Pharos´a gitmiş. Günümüzde toprak doldurma yoluyla karaya bağlı olan Pharos, o dönemde Kanokbiko Ağzı´nın biraz ötesinde bulunan bir adaymış. İskender yeri çok beğenmiş ve ?Homeros´un takdir ettiğim çok yanı var, ama şimdi mimarlık sanatını da bildiğini gördüm? demiş. Hemen şehrin planını çizdirmiş, ancak sınırlarını belirlemek için beyaz toprak bulunamadığında un kullanmış. Koyu renkli toprak üzerine önce bir çember, sonra da içine birbiriyle kesişen aynı uzunlukta çizgiler çizmiş. İskender keyifle hazırlıkları izlerken birden ırmakta ve gölde yaşamakta olan değişik türden bir sürü kuş belirlenen yerin üstünde uçuşmaya, sonra da sınırların çizildiği unu yiyip yutmaya başlamış. Arkalarında bir zerre bile un bırakmayınca İskender bunun kötü bir alâmet olduğuna inanmış; ancak kâhinler korkmamasını, kuracağı şehrin çok bereketli olacağını ve her milletten insanı toplayıp dolduracağını söylemiş. (Plutarkhos, İskender-Sezar:29-30).

Kâhinlerin kehaneti tutmuş ve dedikleri gibi de olmuş, hattâ ötesine geçmiş. Medeniyet tarihinde (Büyük) İskender (Alexandros, Megas Alexandros) kadar çok şehir kurmuş lider yok gibi. Fethettiği alanlar Alexandria´lar, Alexandretta´lar (Türkiye´de İskenderun), Alexandroupolis´lerle (Yunanistan´da Dedeağaç) kaplı. Bu arada İskenderiye Helenistik Çağda o kadar büyüyor ve gelişiyor ki, (Roma yükselinceye kadar) öncülük Atina´dan İskenderiye´ye geçti deniliyor.

Hz. Ömer´in İskenderiye´nin fethine razı edilmesi

Ecnâdeyn ve Yarmuk(Yermuk. Editör) muharebelerine katılarak Filistin bölgesinin fethinde baş rolü oynayan Amr bin  Âs, Kudüs şehrinin Hz. Ömer´e teslim olmasını sağlayan komutan olarak da bilinir (TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 3:79-81). Amr bin  Âs,  Yarmuk´tan (634) ve Kudüs´ün fethinden (638) sonra Hz. Ömer´e giderek, Bizans´ın en güzel ve bereketli eyaleti olan Mısır´a sefer yapmak istediğini dile getirdiğinde, Halife önce tereddüt eder. Buna karşılık Amr bin Âs,  Filistin ve Suriye bölgesinde mağlup olan Bizans askerleri ve kimi komutanlarının Mısır´a sığındığını, eğer Mısır fethedilmezse bunların ileride tehdit oluşturacağını ileri sürer. Bu ısrar karşısında Halife Ömer isteksiz de olsa izin verir.

Gene de Hz. Ömer Medine´ye döndükten sonra Mısır seferini durdurmak ister, zira İslam ordularının Bizans karşısında yenilgiye uğramasından endişelidir. Böyle bir yenilgi, köklü bir yıkımı tetikleyebilir ve İslâm dinini de sıkıntıya sokabilir.  Bunun üzerine Amr bin Âs´a yazıp,  ?eğer bu mektup Mısır sınırını geçmeden eline ulaşırsa geri dön? emrini verir. Ancak eğer Mısır sınırı geçilmişse sefere devam edilecek ve Müslümanlar onun zaferi için dua edecektir. Geri çağrılacağından kuşkulanan Amr bin  Âs, dört bin süvarisiyle el-Ariş kentine ulaşıncaya kadar mektubu açmaz, çünkü kendisi de Hz. Ömer´in Mısır seferi için pek emin ve istekli olmadığının farkındadır (Aziz SuryalAtiya, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi:99-100).

Kuzey Sina üzerinden Pelusium´ya  (el-Farama) ulaşan Amr bin Âs ve ordusu, 640 yılında burayı alır ve bir ay içinde deltanın doğusunda kalan Bilbais kalesini fetheder. Daha sonra Arabistan´dan gelen Zübeyr bin Avvâm komutasındaki takviye kuvvetlerle Arap ordusunun mevcudu 20,000´e ulaşır. Ordu fetih hareketine hız vererek Memfis bölgesindeki Fariyum´a saldırır. Mısırlı komutan (Cyrus) Fariyum kuşatmasında çaresiz kalınca, Araplarla anlaşmaya çalışır. Arapların benzer durumda ileri sürdükleri üç şart vardır: Ya İslâm´ı kabul edip her şeyi Müslümanlarla paylaşacak, ya kayıtsız şartsız teslim olup haraç ödeyecek, ya da direnişi ve kılıcı seçerek sonuca katlanacaklardır.

Fariyum kalesi düşünce başkent İskenderiye´nin yolu açılmış oldu. Müstahkem kalelerle çevrili İskenderiye kentini, o sırada 50,000 Romalı asker korumaktadır.  Üstelik şehir deniz yoluyla Bizans´tan gelebilecek yardımlara da açıktır. Derken Cyrus´un tekrar devreye girip Araplarla müzakere yoluna gitmesi, 642 yılının Eylül ayında İskenderiye´nin teslim edilmesinin yolunu açar.  Böylece üç ay süren muhasara neticesinde İskenderiye teslim olur, şehirde bulunan her şey ganimet olarak alınır ve  halk da zimmî statüsüne geçirilir (İbn´ül Esir, Cilt 2:517). Varılan anlaşma gereği, her yetişkin İskenderiyeli iki altın dinar kelle vergisi ödeyecektir.

Yeğeni Martina ile yaptığı evlilikten dolayı Kilisenin ve halkın tepkisine maruz kalan ve izdivacı gayrimeşru görülen Bizans imparatoru Herakleios, 641 yılının Şubat ayında büyük acılar içinde ölmüş ve devleti ağır bir karışıklık içinde bırakmıştır (George Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi:104).  İşte tam da bu sırada, imparatorluğun en önemli ikinci şehri, onun yerine tahta oturan torunu II. Konstans döneminde resmen Araplara geçer.

Amr bin Âs İskenderiye´yi ele geçirdiğinde, kadın ve çocuklar hariç şehirde 600,000 kişi (yetişkin ve yaşlı erkek) oturmaktadır. Büyük komutan, o dönemde Mekke´de oturan Hz. Ömer´e şu müjdeli haberi göndermişti: ?Öyle bir şehir ele geçirdim ki tarif edilemez. Şunu söylemek yeterli olacaktır: Ele geçirdiğim şehirde 4000 saray, 4000 hamam, 400 tiyatro ve vergi ödeyen 40,000 zengin Yahudi var.?

***

Amr bin Âs ve İskenderiye Kütüphanesi (II)

16.8.2019 Serbestiyet.com

Ömer´in ölümünden sonra (Kasım 644) halifelik makamına oturan Hz. Osman, Amr bin Âs´ı azleder.   Aynı dönemde (645 yılı sonlarına doğru), Arap boyunduruğundan rahatsız olan İskenderiyeliler, (641 yılında bir hükümet darbesi neticesinde 11 yaşında tahta çıkan) Bizans imparatoru II. Konstans´a  müracaat ederek, kentin Araplardan geri alınması talebinde bulunur.  Amr bin Âs´ın görevden alınmış olması da Bizans açısından bir fırsat yaratmıştır.  Aslen Ermeni olan Amiral Manuel komutasındaki 300 gemilik bir filoyu İskenderiye´ye gönderip kenti ele geçirirler. Ancak yeniden göreve getirilen Amr bin Âs, 646 yılı başlarında Bizans ordusunu tekrar ağır bir yenilgiye uğratır ve İskenderiye ikinci kez, hem de bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde Arapların eline geçer. Lâkin bu kez Araplar kentin tüm surlarını yerle bir eder (Philip K. Hitti, History of the Arabs:164).

Firavunlar çağında Mısır´ın bütün yerli halkı Kopt veya Kıbtîler olarak bilinir. Zamanla önce Hıristiyanlığı kabul ettiler. Böylece yeni bir kimlik kazandılar. Nitekim bugün artık Kopt veya Kıbtî denince, Mısır´ın Müslümanlaşmasından sonra Hıristiyan inancını ve Kopt Kilisesine mensubiyetini sürdüren Mısırlılar anlaşılıyor.

Bu bağlamda, Arapların Kopt olarak bildiği ve el-Mukavkus adını verdiği Mısırlı komutan Cyrus´un ve genel olarak Kopt halkının İskenderiye´nin Araplara teslim edilmesinde önemli bir rol oynadığı kabul ediliyor. Cyrus, başından beri sürdürdüğü müzakere politikasıyla, Arapların himayesine geçecek olan ülkede Mısır kilisesinin liderliğini elinde tutabileceğini hesap etmektedir. Çünkü Koptlar, Mısır´da dinsel baskı uygulayıp inanç özgürlüğünü zedeleyen Bizans yönetiminden soğumuştur. Koptların kaybedeceği bir şey yok gibi gözükmektedir,  zira en fazla bir efendinin egemenliğinden çıkıp başka bir efendinin egemenliğine gireceklerdir. Hattâ Arapların kendilerine belirli bir dinsel hoşgörü sağlayacağını bile ummaktadırlar. Çöl yakınlarındaki kervan yollarını bilen Araplar, Mısır içinde ilerleyebilmek için rehberlere ihtiyaç duymuş ve Arapların bu rehber ihtiyacını da genellikle Yahudiler ile Koptlar karşılamıştır (Atiya:101).

Bizanslılar, egemenlikleri altında tuttukları bir halkı fazla bastırmanın, ilk dış saldırı ve müdahalede o halkın dış güçlerle işbirliği yapmasına yol açabileceğini hesaba katmamış, Koptlar ise gelenin gideni aratabileceğini düşünmemiş gibidir.

İskenderiye kütüphanesinin yakılması hikâyesi

Bu arada bir parantez açarak, İskenderiye kütüphanesinin yakılması hikâyesini de kısaca anmakta fayda var. Bilindiği gibi, kütüphanenin bizzat Halife Ömer´in emriyle Amr bin As´a yaktırıldığı yönünde anlatımlar mevcut. Eski Yunan şairleri, yazarları ve filozoflarına ait, parşömen tomarları şeklinde700 bin kitabın yer aldığı kütüphaneye ne yapılması gerektiği hususu Ömer´e sorulduğunda, güya Hz. Ömer şöyle bir karşılık vermiş: ?Eğer kitapların içinde yer alanlar bilgiler Kuran´da da yer alıyorsa, onlara gerek yok. Eğer o kitapların içinde yer alan bilgiler Kuran´da yer almıyorsa,  o zaman onlar zararlı demektir? (Gombrich, A Litle History of The World:120).

Hattâ Amr bin Âs´ın, şehirdeki hamam ve fırınları altı ay süreyle İskenderiye kütüphanesinden çıkarılan kitapları yaktırarak çalıştırdığı dahi söylenebilmektedir. Aslında bu hikâyeyi ilk kez anlatan, olaylara tanıklık eden biri değil,  1231 yılında vefat eden Abdul Latif el-Bağdadi´dir. Ve anlatılanlar, tarihî değeri olmayan hayal ürünü hikâyelerdir.  En önemli alternatif rivayet, İskenderiye´deki asıl büyük Ptolemaios kütüphanesinin (Serapion´un), henüz MÖ 48 yılında, Birinci Triumvirlik savaşları, daha özel olarak Sezar-Pompey mücadelesi ve Jül Sezar´ın Mısır´ı Roma adına ele geçirmesi sırasında yakıldığı şeklindedir. Bu da kesin değildir, hayli eleştirilmiştir, ama her halükârda Sezar´ın da herhangi bir kastından söz edilemez. Ömer teorisi ise (Bernard Lewis dahil) bütün çağdaş âlimlerin gözünde, İslâm düşmanı bir uydurmadan ibarettir. Öte yandan, gene İskenderiye´de ana kütüphanenin ?kızı? şeklinde adlandırılan diğer bir kütüphanenin, MS. 389 yılında bizzat İmparator Theodosius´un fermanıyla yıkıldığını biliyoruz. Dolayısıyla Arapların İskenderiye´yi fethettiği dönemde kentte önemli bir kütüphane bulunmamaktadır (Hitti:166; Atiya:101).

Kutsal Kitabı´nda, ?Yaradan Rabbinin adıyla oku? denen bir dinin takipçilerinin kitap ve kütüphane düşmanı olması abes olurdu.

Hz. Ömer: ?Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır?

Cesareti, zekâsı,  şairliği ve hatipliğinin yanı sıra,  özellikle üstün bir yönetim kabiliyetine sahip olması gibi özelliklerinden dolayı Amr bin Âs, Arapların meşhur dört dâhisinden biri kabul edilmiştir. Hz. Ömer takdirini ?Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır?  sözleriyle ifade eder (TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 3:79-81). Hz. Ömer´den sonra halifelik makamına geçen Hz. Osman, Amr bin Âs´ı Mısır valiliğinden alıp sadece ordu komutanı olarak kalmasını; bütün malî ve iktisadî işlerin yönetimini de kendi süt kardeşi Abdullah b. Sa´ad Ebî Serh´e bırakmasını isteyince, Amr bin Âs´ın ?Bu durumda benim pozisyonum ineği iki boynuzundan tutmak iken, ineği başkası mı sağacak? diye karşı çıktığı rivayet edilir (Hitti:166). Ancak İbn´ül Esir,  Abdullah b. Sa´ad Ebî Serh´in gene de Hz. Osman döneminde Mısır´a vali atandığını yazar (İbn´ül Esir, Cilt 2:517).

Hz. Muhammed´in hazırladığı zemin ve ortam

Arapların dinî ve siyasî birliğini kuran Hz. Muhammed(s), verimsiz yurtlarından dışarı çıkmalarını sağlayan zemin ve ortamı da hazırlamış oldu. Arap fütuhatının iki sebebi, daha doğrusu gerekçesi vardı: Başka kavimleri yeni dine sevk etmek ve yeni diyarlar fethederek kâfirler üzerinde hâkimiyet kurmak. Genişleme alanı olarak da Sasani ve Roma toprakları önlerinde durmaktaydı. Yüzyıllarca devam eden Bizans-İran savaşları her iki devleti de iyice zayıflatmış ve Arapların işini ciddi anlamda kolaylaştırmıştı. Bizans devletinin Hicretin ilk yılında (622) İran´a karşı kazandığı zafer, özellikle Fars diyarında karışıklık çıkarmış ve Arapların lehine olacak bir yönetim boşluğu doğurmuştu.

Kuşkusuz Arapların Bizans ve İran´a saldırmasında zenginlik ve ganimetin çok önemli bir payı vardı. Genellikle çöl hayatı yaşayan Araplar, o döneme kadar oldukça yoksul bir hayat sürdürmekteydi. Öyle ki, özel bir tuvalet kültürü dahi yoktu.  Bir rivayete göre, Araplar İran´a girdiğinde, Sasanîler onlar hakkında bilgi toplamak amacıyla kendisi de Arap bir casus gönderir.  Casus göçebe bir Arabın (maaddin) çömelerek abdest ettiği ve aynı anda yemek yediğini görür. Yaklaşarak Arapça ne yapıyorsun diye sorunca, Bedevi şu cevabı verir: ?Gördüğünü yapıyorum, eskisini çıkarıyorum ve yenisini yiyorum.? Geri dönen casus, ?Gördüğüm adamlar yalın ayak ve çıplak fakat cesurdur? diye rapor verir (Abu´l Farac, Cilt II:177-78).

Arap yarımadası dışındaki ilk yayılma,  ünlü Komutan Halid bin Velid´in (lakâbı Allah´ın kılıcı), Irak toprakları içindeki al-Hirah savaşında (634) Sasanileri ağır bir yenilgiye uğratmasıyla gerçekleşti. İranlıların o dönem kendi aralarında ihtilâf içinde olması; bir kısmının Kisra´nın oğlu Yezdigard´ın, bir kısmının da Hürmüz´ün peşinde gitmesi, Arapların zaferinde önemli rol oynadı (Abu´l Farac, Cilt II:175).  Halid bin Velid, Sasani topraklarında daha ileri hamlelerin hazırlığı içindeyken, Hz. Ebubekir onun derhal Suriye cephesine dönmesi emrini verdi.  Bundan sonra Sasani topraklarındaki harekâtın komutası Sa´ad ibn- ebu Vakkas´a geçti. Karargâhını Kufe yakınlarında kuran Sa´ad,  bir yıl içinde Sasani imparatoru Yezdigard´ın  kuvvetleriyle farklı yerlerde yaptığı dört muharebeden de muzaffer çıktı. Son saldırısını Madai dağından gerçekleştiren Yezdigard, tekrar ağır bir yenilgi alınca, paniğe kapılarak Sicistan´daki Türk hududuna kaçtı; beş yıl saklandıktan sonra öldürüldü (Abu´l Farac, Cilt II:177).  Arap tarihçi Mesûdî, Yezdigard´ın Horasan eyaletinin Merv şehrinde öldürüldüğünü yazar (Mesûdî:255).

Savaş yüksek bir irade, motivasyon ve psikolojik üstünlüğün yanı sıra kimi zaman keskin bir zekâ da gerektirir. Ünlü Arap tarihçisi Taberi ilginç bir örnek verir. Kutha´da Arap ordusu Sasani ordusu ile karşılaştığında, Sasani ordusuna komuta eden Şahriyar karşı tarafa şöyle seslenir: ?İçinizde, yeterince güçlü kuvvetli olan bir adam karşıma çıksın, ona bir ders vereceğim.? Bu, geleneksel teke tek dövüş dâvetidir. Ancak Arab ordusunun komutanı Zuhrah şöyle karşılık verir: ?Biraz önce seninle çarpışmayı kafamdan geçiriyordum, ancak şimdi senin dediklerini işitince durum değişti. Sana herhangi birini değil, ancak bir köleyi göndereceğim. Eğer onu beklersen, senin küstahlığından dolayı Allah´ın izniyle o seni öldürecektir. Eğer ondan kaçarsan, bir köleden kaçmış olacaksın? (Taberi, Cilt XIII:5-6). Bu  kışkırtıcı sözler Şahriyar´ı kızdırıp çileden çıkartır. Sonra Zuhrab, Abû Nubatah Na´il Ju´shum adında cesur bir köleyi Şahriyar´ın üzerine yollar. Aslında her ikisi de yeterince güçlüdür, ancak Şahriyar bir deve kadar uzundur. Şahriyar, Na´il ile karşı karşıya gelince mızrağını yere fırlatarak kılıcı ile saldırır. Rakibi de aynısını yapar. Derken ikisi de birbirinin boğazına sarılır. Şahriyar rakibini altına alarak hançeriyle Na´il´in boynunu koruyan zırhı açmaya çalışırken, birden başparmağı Na´il´in ağzında girer. Na´il dişleriyle Şahriyar´ın parmağını ısırıp parçalar ve tam bu sırada hançerini çekerek rakibinin karnına saplar. Oracıkta öldürür. Şahriyar´ın askerleri çil yavrusu gibi dağılır.

Savaşlarda zaman zaman bu tür düellolar vardır, fakat dengi dengine yapılır. Burada iki komutanın ölümüne çarpışması doğaldır. Kaybeden savaşı da kaybeder, zira başsız kalan bir ordu savaşamaz ve kazanamaz.  Ancak herhangi bir ordu komutanının sıradan bir asker veya köle ile çarpışmayı kabul etmesi, büyük bir riskin de ötesinde, ahmaklıktır. Arap komutan, basit bir provokasyonla Sasani komutanını faka bastırmış ve muharebeyi kazanmıştır.

***

Amr bin Âs: deveden denize (III)

17.8.2019 Serbestiyet.com

635 yılının Temmuz ayında, Sasani imparatorluğunun başkenti Ctesiphon (Ktesiphon) Arap komutan Sa´ad ibn Ebu Vakkas tarafından ele geçirildiğinde, elde edilen ganimet ve hazine Arapları şaşkınlık içinde bıraktı. Arap tarihçiler, hepsine 9 milyar dirhem değer biçer. Al Hirah muharebesinden sonra bir Arap savaşçı, ganimetten payına düşen soylu bir adamın kızını 1000 dirheme sattığı için eleştirilince şu karşılığı verdiği söylenir: ?1000´den daha büyük bir rakam olacağını hiç düşünmemiştim? (Hitti:156-57).  Aynı yıl, altı aylık bir kuşatmadan sonra Şam da Müslümanların eline geçti. Halid bin Velid şehri teslim alırken herkesin can ve mal güvenliğinin sağlanacağı, kiliselere dokunulmayacağı ve Müslümanların kimsenin evine yerleşmeyeceği sözünü verdi. Şamlılar vergilerini ödediği sürece huzur içinde yaşayacaktı. Şam ele geçirildiğinde baş vergisi bir dinar ve bir ölçek buğdaydı. Ancak daha sonra Hz. Ömer bu vergiyi artıracaktı (Hitti:150). 

Ele geçirilen topraklarda, gayrimüslimler ağır vergiler karşılığı askerlikten muaf tutulurken, İslâmı kabul edenler Araplardan daha aşağı bir statüye oturuyordu.  Hz. Ömer döneminde, Arap Yarımadası olarak kabul edilen topraklarda Müslüman olmayanlara müsaade edilmemekteydi. Bu bağlamda, (Medine´nin 150-160 km kadar kuzeyindeki) Haybar´da ve Eriha´da ikamet eden Yahudiler yerlerinden çıkartılmış; Necran´daki Hıristiyanlar Suriye ve Irak´a kaçmıştı. Arapları dinî-askerî bir üst topluluk olarak örgütleme politikasını benimseyen Ömer, Arap olmayanlara eşit teba hakkı tanımak istememekteydi (Hitti:169-70).  Filistin´e girilip Kudüs alındıktan sonra (636) Hz. Ömer, ?hiçbir Yahudi´nin Kudüs´te ikamet hakkı olmayacağını? bildirdi (Abu´l Farac Tarihi, II:178).  İran gibi Arap olmayan topraklarda da topluma Arap dili, kültürü ve yaşamı sıkı bir şekilde dayatılmaktaydı. Arapçanın resmi dil olması sayesinde, İslâmın ilk üç yüz yılında Farsça giderek geriledi ve Arapça, artık sıradan insanların da konuştuğu bir kültür diline dönüştü (Hitti:158).

Bu arada, küçük bir parantez daha açmak gerekir.  Bu örnekten da anlaşılacağı üzere, aslında (Anthony Smith´in savunduğu üzere) milliyetçilik, ya da belki (Hobsbawm´ın ifadesiyle) proto-milliyetçilik, çok eskilerden beri vardı. Ancak Fransız Devriminden sonra, özellikle 19. ve 20. yüzyılda daha da kurumlaştı.

Deve sırtından, denize ve donanmaya

Şimdi Amr ibn Âs´a dönersek; İskenderiye´nin alınmasıyla Araplar Akdeniz kıyılarına ulaştı. Elde edilmiş toprakları elde tutmak ve özellikle Bizans´a karşı durmak için, bundan böyle deniz kuvvetine ihtiyaç vardı. Bizans´a karşı mücadelenin ancak güçlü bir donanma ile mümkün olabileceğini ilk idrak eden Arap devlet adamı, Suriye valisi Muaviye idi. Hz. Ömer´in ölümünden hemen sonra bir donanma inşasına girişen Muaviye, 649 yılında ilk deniz seferine çıktı. Aynı yıl Kıbrıs,  652 yılında Rodos ve daha sonra da Kos adalarını ele geçiren Muaviye´nin asıl hedefi, imparatorluğun başkenti Konstantinopolis´in zaptıydı. 655 yılında,  Likya sahilindeki ilk büyük Bizans- Arap deniz savaşında, İmparator  II. Konstans´ın idaresindeki Bizans donanması büyük bir bozguna uğradı; 500 gemi imha edildi. İmparator Konstans, sadık bir askerinin canı pahasına kıyafetini komutanına vermesi sayesinde zor kurtuldu.

Hz. Osman´ın öldürülmesinden sonra (656) Şam´da Muaviye´nin, Kufe´de Hz. Ali´nin halife ilân edilmesi ve sonrasında yaşanan iç savaşlar, Muaviye´nin Bizanslılarla anlaşmasına yol açtı (Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi:108-109). Hz. Ali´nin 661´de katledilmesinden sonra, oğlu Hasan´ın halifelikte hak iddiasından vazgeçmesi üzerine, Muaviye tüm Müslümanlar tarafından halife kabul edildi ve Bizans başkentine yönelik saldırılar tekrar yoğunlaştı (Süryani Vakanüvisler:126).  Bizans imparatorluğu 7. yüzyıl boyunca, Arap yarımadasından çıkıp Doğu Akdeniz´i ve Konstantinopolis´i ele geçirmek isteyen çöl kabileleriyle uğraştı. Arap tehdidi öyle bir noktaya ulaştı ki, İmparator II. Konstans 660 yılında Konstantinopolis´i terk ederek, bir müddet daha güvenli bulduğu Sicilya´ya yerleşti (J. Herrin, Bizans:133).

Arapların Bizans başkentini alma yönündeki en son girişimi Ağustos 717´de başladı. Halifenin kardeşi Mesleme, ordu ve donanmasını Konstantinopolis önlerine kadar getirdi. Ancak Bizanslılar, ilkel bir tür alev makinası diyebileceğimiz ?Rum ateşi? sayesinde Arap donanmasını yakmayı başardı. Karada ise Araplar surları aşamadı. Çok sert geçen 718 kışında Arap ordugâhında kıtlık başgösterdi ve kitlesel ölümler gerçekleşti. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de Bulgarlar saldırıp Araplara ağır kayıplar verdirdi. Nihayet Arap gemileri 15 Ağustos 778´de Bizans sularını terk etti ve bir daha da Konstantinopolis´i kuşatmaya girişmedi (Ostrogorsky:146)

İskenderiye´nin düşüşü ve Mısır´ın alınması, Hz. Muhammed´in ölümünden yaklaşık 25 yıl sonra Arapları dünyanın en önemli siyasi gücü haline getirdi.  Ne Sasanilerin ne de Bizans´ın müstahkem sur ve kaleleri Arapları durdurabildi. Cengiz Han (1162-1227), ?Bir surun kuvveti, onu müdafaa eden insanların cesaretinden ne büyük, ne de küçüktür?  demişti (Lamb:114). Cengiz´den 500- 600 yıl önce Araplar bu sözü pratikte ispatladı. Tarihin iki koca imparatorluğunu, neredeyse on yıl gibi kısa bir sürede dize getirmek,  askerî anlamda mükemmel bir strateji ve olağanüstü bir cesaret gerektiriyordu.  Amr bin Âs, Halit bin Velid ve Sa´ad ibn Ebu Vakkas gibi askeri ve siyasi dehalar sayesinde Araplar 7. yüzyılda dünyayı sarstı ve sonraki yüzyıllarda büyük bir medeniyet olarak tarih sayfalarında yerlerini aldı.   

Yüzyıllarca Arabistan çölünün ortasında deve gücüyle ayakta kalmaya çalışan bir halk, Suriye ve Mısır´ın alınmasıyla, 20- 25 yıllık bir zamanda dünyanın en büyük donanmasına sahip olmuş ve Doğu Roma´nın başkenti Konstantinopolis´i almalarına ramak kalmıştı. İran´dan Hindistan´a, Mısır´dan Kuzey Afrika´ya,  İspanya üzerinden Avrupa´ya kadar genişleyen Arap egemenliği, Avrupa Ortaçağı sırasında zirveye ulaştı. Perslerden halı-kilim sanatını, baharatı, sarayları, lüks ve şatafatlı yaşamı öğrenen Araplar, Abbasî döneminin ?tercüme hareketi? sayesinde Eski Yunan medeniyeti ve düşünürleriyle, Plato ve Aristo gibi filozoflarla tanıştı. Dünya edebiyatına 1001 Gece Masallarıyla katkı sundu. İran kökenli İslâm âlimleri, tıp, cebir ve kimya gibi dallarda bilimi ilerletti. Kısacası, Arapların deveden deniz ve donanmaya yükselişi göz kamaştırıcı oldu.

BİRİNCİL KAYNAKLAR

Gregory Abû´-l Farac, Abu´l Farac Tarihi II (Türkçesi: Ömer Rıza Doğrul).

Ephrem Isa Yousef, Süryani Vakanüvisler (çev. Mustafa Aslan, Doz Yayınları, 2009).

İbn´ül Esir, El Kamil Fi´t Tarih, Cilt 2 (çev. Dr. Ahmet Ağırakça, Bahar Yayınları).

Mesudî,  Murûc ez-zeheb (Altın Bozkırlar; çev. D. Ehsen Batur, 4. Baskı, Selenge Yayınları, İstanbul 2017).

Plutarkhos, İskender-Sezar Paralel Hayatlar (çev. İo Çokona, Türkiye İş Bankası Yayınları, III. Basım, 2018).

Al Taberi, The History of Taberi, Volume XIII: The Conquest of Iraq, Southwestern Persia, and Egpyt (translated by Gautier H.A. Juynboll, State University of New York, 1989).

İKİNCİL LİTERATÜR

E. H. Gombrich, A Little History of the World (translated by Caroline Mustill, Yale University Press, New Haven and London 2008).

Judith Herrin, Bizans: Bir Ortaçağ İmparatorluğunun Şaşırtıcı Yaşamı (çev. Uğur Kocabaşoğlu, İletişim Yayıncılık, İstanbul 2010).

Philip K. Hitti, History of the Arabs (Palgrave, Macmillan, 2002).

Harold Lamb, Moğolların Efendisi Cengizhan (çev. Göke Bozkurt, İlgi Kültür Sanat, 2006).

George Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi (çev. Prof. Dr. Fikret Işıltan, Ankara 2017).

Ahmet Önkal,  TDV İslam Ansiklopedisi (1991), Cilt 3, 79-81.