Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkan Yardımcısı ve AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas’ın AB adına Türkiye’yi savunma sanayi projelerine ve ortak alımlara dahil etme yönündeki niyetini ortaya koyan açıklaması, değişen jeopolitik konjonktürde atılmış, rasyonel ve mevcut şartlarda Türkiye’nin de menfaatine olan olumlu bir adımdır. Rusya’nın Ukrayna’daki saldırganlığı, ABD’nin NATO’nun geleceği ile ilgili güven vermeyen tutumu ve Ortadoğu’da artan krizler karşısında Türkiye ve Avrupa’nın güvenliğinin bir bütün olduğu ve Türkiye’nin bu mimarideki vazgeçilmez rolü, bir kez daha teyit edilmektedir. Bu gelişme, mevcut çıkmazlar içinde pragmatik ve karşılıklı çıkara dayalı bir ilerleme potansiyeli taşıması açısından önemlidir elbette.
Diğer tarafta bu stratejik yakınlaşmayı, Türkiye-AB ilişkilerinin temelindeki derin ve yapısal krizden ayrı düşünmek, büyük bir yanılgı olur. Bir tarafta güvenlik ve savunma gibi alanlarda bir yakınlaşma varken, diğer tarafta Kopenhag siyasi kriterlerinden, yani demokrasiden, hukuk devletinden ve temel haklardan endişe verici kopuş var.
Bugün Türkiye’nin AB üyelik müzakereleri fiilen donmuş durumdaysa, Gümrük Birliği’nin modernizasyonu siyasi engellere takılıyorsa ve vatandaşlarımız Schengen vizesi kuyruklarında mağdur ediliyorsa, bunun temel sebebi AB’nin stratejik körlüğü değil, mevcut hükümetin hukukun üstünlüğünü ve temel hakları sistematik olarak tahrip eden politikalarıdır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) bağlayıcı kararlarını uygulamayan, Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulatmayacak düzeyde hukuk devleti ilkelerinden kopan, Venedik Komisyonu’nun terörle mücadele mevzuatının ifade özgürlüğünü orantısızca kısıtladığı yönündeki uyarılarını dikkate almayan, Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nu (KVKK) AB standartlarına tam uyumlu hale getirmeyerek vize serbestisinin önündeki en somut engellerden birini kaldırmayan bir yönetim anlayışı, özellikle son yıllarda AB ile ilişkilerin özünü oluşturan “değerler ortaklığı” kriterlerinden her geçen gün daha fazla uzaklaşmıştır.
Bu noktada Avrupa Birliği’nin de kendi ilkeleriyle çelişen tutumunu sorgulaması gerekir. Ancak Türkiye açısından asıl odaklanmamız gereken nokta şu ki ilişkilerin sadece mülteci mutabakatı ve güvenlik işbirliği gibi dar bir “işlevsel” çerçeveye hapsedilmesi, AB’nin Türkiye’de demokrasi ve hukuk devletinin gelişmesine dair ümidini kestiğini ve pragmatik bir iş birliğine odaklandığını göstermektedir. Uzun zamandır gelişen bu tablo sadece milletimiz açısından büyüyen bir refah kaybı olmayacak, aynı zamanda başta belirttiğim işlevsel işbirliği konularında (enerji, göç, güvenlik gibi) da Türkiye’nin elini hep zayıf ve edilgen tutmasına neden olacaktır. Çünkü Türkiye şartlarında bir ülke, demokratik bir hukuk devleti olmadığı sürece potansiyelini tam olarak kullanamaz ve uluslararası ilişkilerde tam kapasiteyle ve güvenilir bir ortak olarak hareket edemez. Örneğin, yargı bağımsızlığının ve ifade özgürlüğünün zayıf olduğu bir ortamda, Europol ile operasyonel işbirliği veya kişisel verilerin korunması gibi teknik konularda dahi tam uyum ve güven sağlanması güçleşmektedir. Böyle bir durumda, iktidar baskıcı politikalarını sürdürme meşruiyetini sağladığını düşünebilir ve bu durumu iç siyasette bir başarı olarak gösterebilir. Ancak uzun vadede kaybeden ve milletine kaybettiren Türkiye olmaktadır.
Bu sebeplerle savunma alanındaki işbirliğini, Türkiye’nin Avrupa‘daki yerini güçlendirecek daha geniş bir sürecin başlangıcı olarak görmeyi arzu ediyorum. Ancak bu yol, sadece jeopolitik çıkarlardan değil, evrensel hukuk ve demokrasi ilkelerinden geçmektedir.
Gerçek bir ilerleme için atılması gereken adımlar bellidir:
- İktidar, AİHM kararlarını derhal uygulamalı ve hukukun üstünlüğüne geri dönüldüğünü somut adımlarla göstermelidir. Bu, ilişkilerdeki güveni yeniden tesis etmenin ve Türkiye’nin potansiyelini tam olarak kullanabilmesinin ön koşuludur.
- Vize serbestisi ve Gümrük Birliği’nin modernizasyonu gibi halkımızın refahını doğrudan etkileyecek alanlardaki blokajlar, siyasi bahanelerle değil, hukuki ve demokratik reformlarla kalıcı olarak kaldırılmalıdır.
- Avrupa Birliği, Türkiye ile ilişkilerinde tutarlı ve ilkeli bir duruş sergilemeli; güvenlikçi ve pragmatik gündemlerin, temel hak ve özgürlükler gündemini gölgelemesine izin vermemelidir.
Türkiye’nin vizyonu, mülteci mutabakatı gibi günübirlik pazarlıklara, güvenlik işbirliği gibi dar çerçevelere veya uzun yıllar boyunca haklı olarak reddettiğimiz, bugün ise ne yazık ki asgari koşullarından dahi uzaklaştığımız ‘imtiyazlı ortaklık’ gibi statüsü belirsiz ve ikinci sınıf ara formüllere hapsetmek olmamalıdır. Türkiye’nin pusulası, Kopenhag Kriterleri’ni eksiksiz bir şekilde içselleştirmiş, tam demokratik bir hukuk devleti olarak Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi olmalıdır. Savunma alanındaki mevcut yakınlaşma da ancak bu stratejik hedefe hizmet ettiği ve bu yolda somut bir basamak teşkil ettiği ölçüde kalıcı bir anlam ve değere sahip olacaktır.