Nübüvvet, insanlık ailesine Allah(c.c)’ın en büyük lütfudur. Bu lütuf sayesindedir ki insan aşağının bayağısı olmaktan kurtulmuş; hak ile batılın, hayır ile şerrin, hakikat ile sahtenin ayırtına varabilmiştir. İlahi rızaya muvafık bir hayatın nasıl inşa edileceğini bu büyük lütuf sayesinde öğrenmiştir. İnsan-insan, insan-tabiat ve insan-Allah ilişkisinin adalet ve marifet üzere nasıl ikame edileceğini bu lütuf sayesinde tecrübe etmiştir. (Teşbihte hata olmasın) vahiy teoriyse nübüvvet pratiktir. Bu sebeple biri olmadan diğerinin anlaşılması mümkün değildir. Bunların arasını ayırmaya çalışmak hakikatin uzağına demirlemekten başka bir işe yaramaz…
Nebevi gelenek bir bütündür, parçalanamaz… Tevhid hakikatinin beyanına adanmış bir bütün… Her Nebi kendisinden öncekini tasdik ederek başlamıştır vazifesine… Nebiler arasında çelişki, çatışma yoktur. Filozoflarla farkları burada belirginleşir… Düşünce tarihine nazar ettiğimizde bir düşünürün iddia ettiğinin diğeri tarafından reddedildiğini, hatta bazen birbirinin tam tersi şeyler söylediklerini görmek mümkündür. Nebevi gelenekte böyle bir tabloya tesadüf edil(e)mez. Onlar ilahi rızaya muvafık bir hayatın inşası için el ele vermiş, söylem-eylem ortaklığı ve tutarlılığı olan seçilmiş insanlardır. Bu seçilmişlik onları kutsal, insanüstü varlıklar yapmaz. Bu nedenledir ki insanla aynı ontolojik kökenden oldukları gerçeğini her vesileyle dile getirirler. Tek farklarının kendilerine mutlak hakikat olan vahiy bilgisinin nazil olması olduğunu beyan ederler. Muhatapları onları efsaneleştirmek istedikçe, onlar beşeri yanlarını (daha) görünür kılmaya çalışırlar… Çarşıda pazarda dolaşmaları, yeme-içme-evlenme gibi özellikleri ve en nihayetinde ölmeleri muhatapları tarafından şaşırtıcı bulunmuştur… Ancak rol model ol(a)bilmeleri için başka türlüsü düşünülemez.
Yüce Kur’an insanlara gönderilecek elçilerin melekler arasından seçilmesi halinde ilgili toplumların “bu bizim gibi değil” diyerek itiraz edeceklerine dikkatimizi çeker. Son Elçi(s.a.v)’nin “Hıristiyanların İsa(a.s)’ya yaptığını siz de bana yapmayın” beyanı, efsaneleştirilmeye (insanüstü bir varlık olarak kodlanmaya) esastan bir itirazdır. Saygıyı abartanlara karşı “ben kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum” diyerek uyarıda bulunması da öyle… Kralların, sultanların, şehinşahların, kayzerlerin, kisraların abartılı protokol kurallarına mukabil nebevi gelenek sadelikten yanadır. Kendisine perestiş edilmesinden hazzetmez… Bilir ki Allah(c.c) dışındaki tüm varlıklar eksiklikle-noksanlıkla malüldür. Şayet birine tapılacaksa bu, tüm eksikliklerden münezzeh olan, Allah’tan başkası olamaz…
Nübüvvet, Allah’ın insana olan rahmetinin ve güveninin sembolüdür aynı zamanda. İnsan türünün prototipi Adem-Havva ikilisi ilahi vahyin ilk muhataplarıdır. (Demek ki nübüvvet, insanın bu dünyadaki varlığıyla eş zamanlıdır.) Yasak ağaca yaklaşmanın sonucu olarak o güne kadar fark etmedikleri bir gerçeklikle yüzleşen Adem ve Havva, Yüce Allah(c.c)’tan öğrendikleri kelimelerle bağışlanmayı talep edeceklerdir. Şeytanla aralarındaki fark burada tebellür edecektir. Secde etmeyi reddeden şeytana bunu yaptıran kibriydi… Ateşin çamura üstün olduğu iddiasına yaslanarak desteklemişti kibrini. İlahi emre itaatsizliğini sürdürmüştü… Oysa ki Adem de itaatsizlik etmiş ama o itaatsizliğini sürdürmek yerine nefsine zulmettiğini itiraf ederek bağışlanmayı talep etmişti.
İlahi bağıştan/ rahmetten nasipsiz olanların hüsrana uğrayacağına dikkat çeker Yüce Kur’an… Yasak ağaca yaklaşmanın (emre itaatsizliğin) cezası “hubut/ düşüş(tenzil-i rütbe)” tür… Yeryüzüne iniş… Masumiyet makamından kin ve düşmanlığın, kan ve gözyaşının dünyasına “düşmek”… Demek ki ilahi sınırlara/emirlere riayet etmeden yaşamanın bedeli “düşüş” tür… Tersi de doğrudur bu hükmün. Haddini/sınırını bilerek (emre itaat ederek) yaşamanın bedeli “yücelme-yükselme” dir. “Düşen” insanı sahipsiz, rehbersiz, başıboş bırakmayacaktır rahmeti sınırsız olan Allah(c.c)… Mutlak hakikat olan vahiy bilgisini insanlar arasından seçtiği kullarına inzal edecek ve böylece yol göstericiliğini (Hadi) sürdürecektir. Onun insana olan sevgi ve güveninin en büyük nişanesi bu olsa gerektir…
Son dört asırdır, insanlık ailesini benzeri görülmemiş bir ifsadın anaforunda debelenmeye mahkum eden burjuva protestan kültürünün esin kaynağı olan Grek/Yunan havzasında Tanrı/lar insanlarla kavgalıydı… Mitolojide Zeus-Prometeus gerilimi üzerinden sembolize edilen bu kavga hümanist ideolojiye, oradan da rönesans-reform adımlarına kaynaklık edecek, nihayetinde burjuva protestan kültürüne rahim işlevi görecektir. Tanrı-İnsan kavgası modern/post-modern düşüncenin de referansı olacaktır. İlahi öğretiyle çatışarak var olma arzusu edebiyattan sanata, bilimden felsefeye her alanda kendini hissettirecektir. İnsanın özgürlüğünü Tanrı’yla arasına koyduğu mesafeyle ölçen sapkın bir ideolojik yaklaşım öne çıka(rıla)caktır. İlahi vahiy bilgisinin ve nübüvvet pratiğinin tarih dışı/ilkel/arkaik/primitif bir bağlama hapsedildiği bu yeni ve gösterişli “şirk kültürü” şimdilerde küreselleşme emareleri gösteriyor. Hevanın/arzunun belirleyici ve tayin edici yegane otorite olarak kabul edilmesidir bu kültürün gösterişli doğasının sebebi… Yüce Kur’an bu durumu “hevanın ilahlaştırılması” olarak tesmiye eder.
İlahi vahiy bilgisini ve nübüvvet pratiğini tarih dışı(laştırmak) için zaman tasavvurunda radikal bir kırılmanın gerçekleştirilmesi gerekmiştir. Zamanda tevhidin zedelenmesi olarak tanımlayabileceğimiz bu kırılma, insanlık ailesini ilkelden-medeniye doğru akan lineer (doğrusal) bir çizginin mahkumu olarak kodlayarak geçmişi ötekileştirmiştir. Böylece dün-bugün-yarın arasında kategorik ayrımlar için bir meşruiyet zemini doğmuş, bugün düne göre iyi ve ileride, yarın ise bugüne göre daha iyi ve daha ileride olarak kodlanmıştır. Binaenaleyh Nebevi gelenek “dün” le ilişkilendirilerek tarihselleştirilecek, insanın zihinsel evriminin artık nübüvvete ihtiyaç duymayacak kadar olgunlaştığı iddia edil(ebil)ecektir. Bu iddiaya mesnet teşkil eden bilimsel (!) veriler arkeoloji ve antropoloji disiplinleri aracılığıyla elde edilecek ve özel “epistemik cemaat”ler eliyle küreselleştirilecektir. Müslüman toplumların aydınları/ entelektüelleri de sözünü ettiğimiz bu özel “epistemik cemaat”lerin etkisi altına girerek, merhum Hüsamettin Arslan’ın ifadesiyle, “mürtet”leşecektir. Toplumların yön ve istikametlerinin, felah ve ifsatlarının tayinindeki etkisi bakımından oldukça önemli bir yerde duran aydınların/entelektüellerin mürtetleşmesi, kendisini İslam’a nispet eden bir toplum için en büyük musibet olarak adlandırılabilir. Çünkü artık ilgili Müslüman toplum İslami referanslar temelinde kültür inşa etme kabiliyetinden yoksundur. Bu durumda baskın kültürün paryası olmaktan başka bir seçenek kalmamıştır…
Nebevi geleneğin son temsilcisi Hz.Muhammet(s.a.v)’in hayatında da açıkça görüleceği üzere bütün peygamberler ortak bir çağrının failidirler. Bu çağrı tanrıların zulmünden Allah(c.c)’ın adaletinedir. İster Doğu’da ister Batı’da olsun hayatın parçalı yorumu şirk kültürüne kapı aralamıştır. Her parça için belirleyici ve tayin edici bir değer sisteminin ihdası, şirk kültürünün alamet-i farikasıdır. Toplumun katı hiyerarşik sınıflara ayrılması ve bu sınıflardan bazılarına diğerlerinin aleyhine olacak şekilde ayrıcalık tanınması bu kültürün sosyal gerçekliğidir. Bu gerçeklik iktisadi, siyasi, hukuki v.b bütün alanlarda kendisini hissettirir. Şirk kültürü dinsiz değildir… Bilakis çok dinlidir… Bütün peygamberler dinli toplumlara gelmişlerdir. Denebilir ki,tarihin hiçbir döneminde mutlak anlamda dinsiz bir topluma tesadüf edilmemiştir. Doğası gereği inanmaya mahkum bir varlık olan insanın metafizik arayışıdır dinsiz toplumu imkansız kılan… Din, Yüce Kur’an’ın da dikkat çektiği üzere “ahlaki değer/ler sistemi, hayat tarzı, dünya görüşü” manalarını içerir. Bu bağlamda tarih, merhum Ali Şeriati’nin ifadesiyle, “dine karşı din” savaşının sahnelendiği uçsuz bucaksız bir hafızadır. Nebevi gelenek, ilahi rızaya muğayir şirk dinini/kültürünü ortadan kaldırıp, ilahi rızaya muvafık tevhid dinini/kültürünü ikame etme mücadelesinin ete kemiğe büründüğü öğreti mektebidir.
Bu mücadele sırasında nebilerin karşısında daima bir statüko olmuştur. Her dönemin iktisadi-siyasi-dini statükosu nebevi öğretiden rahatsızdır. Saltanatlarının sarsılacağından, ayrıcalıklarının ellerinden kayıp gideceğinden endişe etmektedirler. Endişelerinde haksız da değildirler. Nitekim son Elçi(s.a.v)’nin hayatında da sarih bir şekilde görüleceği üzere Mekke oligarşisi her türlü yöntemi kullanarak statükosunu korumak istemiştir. Ancak burada nebevi öğretinin en önemli özelliklerinden biri olan “statükoyla uzlaşmamak” prensibi öne çıkar… Bu tutum oldukça önemlidir. Zira uzlaşmacı her yaklaşım statükonun değirmenine su taşı/maktadı/r… İsa(a.s)’nın tevhidi öğretisini Grek-Roma Kültürü ile uzlaştıranların başına gelenler malumdur. Muhammed(a.s)’in aziz ve mübarek öğretisini kavmiyetçi/etnik/mezhebi statükonun devamı için araçsallaştıranların açtığı kötü çığır hala Müslüman toplumların canını acıtmaya devam etmektedir. Nebevi öğreti sadece statükoyu mağlup etmek istemez. Aynı zamanda statüko tarafından istizafa uğrayanların bilinçlerini özgürleştirmeyi ve bir daha benzer bir duruma düşmelerinin önüne geçmeyi (de) murat eder. Hem fiziksel hem de zihinsel prangalardan kurtararak yalnız Allah(c.c)’a kul olma bilincini inşa etmek ister. Kulluğu Allah’a has kılmanın olağanüstü bir özgürleşme eylemi olduğu da bu vesileyle belirginleşmiş olur. Mustazaflar/yalınayaklılar/madunlar, nebevi öğretinin diriltici muştusuyla kendilik bilinci kazanır.
Kendilik (ferdiyet) bilincine sahip olmayanların tarihe (gerçek anlamda) tanıklık etmesi mümkün değildir. Tercihlerinin öznesi olmayan fertlerden müteşekkil toplumlar paryalaş(tırıl)maya müsaittir. Bu yüzdendir ki nebevi geleneğin önceliği muhataplarının ferdiyet/şahsiyet olarak kendi değerinin farkına varmalarını sağlamaktır. Böylece düşünmeye ve üretmeye cesaret edecek, sınıfsal statülerin kader olmadığını fark edecek, hiç kimsenin imtiyazlı doğmadığını bilecek, yaptıklarının hesabını kendi başına vereceğini idrak ederek kula kulluk yapılmayacağını kavrayacaktır. Kelime-i şehadetin “ben” diye başlaması da, kanaatimce, ferdiyetin ehemmiyetine verilen değerin nişanesidir. Kabul ya da red kişinin tercihine bırakılmıştır. Son Elçi(s.a.v)’ye hitap adabını öğretirken mübarek Kur’an “raina (bizi güt) demeyin unzurna(bize nazar et) deyin” diyerek, Allah’u alem, nebiyle kuracağınız ilişki çoban-sürü ilişkisi olmasın. Yani kendinizi güdülen mahluklar olarak edilgin pozisyonda konumlandırmayın. Bilakis kendisiyle müzakere-münazara yapılabilecek yetkinlikte fertler olmaya özen gösterin demektedir. Edilginliğe razı olan kişiler/toplumlar, ferdiyet bilincine erişemedikleri için böyledirler. Statüko kendi sürekliliğini garanti altına almak için daima edilgin/pasif yığınlar ister.
Ferdiyet bilinci ile siyasal sorumluluk arasında çok yakın bir ilişki vardır. Siyasal sorumluluk almak, ancak ve ancak , tercihlerinin öznesi olmayı başara(bile)n “özne” şahsiyetlerin özelliğidir. Yönetime katılma iradesi, hem nasıl yöneteceğini hem de nasıl yönetilmesi gerektiğini bilenlerden sadır olur. İnsanı tarif ederken Aristo’nun “ politik canlı” terkibini kullanması sebepsiz değildir. Düşünce tarihine nazar ettiğimizde akli olgunlukla siyasal bilinç arasında yakın bir ilişki olduğu görülür. İnsan siyasal sorumluluk alabiliyorsa (yani nasıl yöneteceğini ve nasıl yönetilmesi gerektiğini biliyorsa) o vakit akli olgunluğa erişme yolunda olduğu söylenebilir. Ancak bu olgunlaşma süreci ömür boyu sürer. Çünkü yönetmek ve yönetilmek sürekli olarak “daha iyinin” ardından koşmayı gerektirir. Kemalin son noktası olmadığı için, siyasal bilinç daima kendisini yenileyebilen bir mahiyete sahiptir.
Nebevi gelenek, siyasal bilincin ( fert ve toplum nezdinde adil-hakkaniyetli yönetim ilkelerinin) inşası için azami çaba gösterirken, bugün, Müslüman toplumların bu alana yönelik “özenli bir kayıtsızlık” içerisinde olmalarının anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Siyasal bilince yabancılaşan Müslüman toplumlar bilerek ve isteyerek edilginliğe/ pısırıklığa/ pasifliğe razı olmaktadırlar. Kaldı ki burjuva protestan kültür kodlarının renk verdiği modern sosyal bilimler literatürü, İslam’ın siyasal alanda belirleyici ve tayin edici ol/a/mayacağına (daha doğrusu olmaması gerektiğine) dair sistematik (ve elbette ki maksatlı) çözümlemeler yapmakta, İslam’ın siyaseti şekillendirebileceğine dair yaklaşımları ve iddiaları ise “siyasal İslam” parantezine alarak kriminal ve terörist faaliyetler kategorisine dahil etmektedir. Böylece İslam’ın manevi tatmin vasıtası olarak işlevsel olabileceğini ve fakat siyasal alanın şekillenmesinde rol alamayacağını (almaması gerektiğini) iddia etmektedir.
İlginç ve bir o kadar da düşündürücü olan ise “siyasal Hıristiyanlık” ve “siyasal Yahudilik” in (neredeyse hiç) sorun ve gündem edilmemesidir. Modern tarihin inşasında el ele veren ( ve son dört asırdır dünyanın birçok yerinde ve bugün Gazze’de sistematik soykırım ve kültürkırım suçları işleyen) Yahudi-Hıristiyan evanjelizmi (esasında) “siyasal Yahudilik” ve “siyasal Hıristiyanlık” terörizminin rahmidir. Modern sosyal bilimlerin bu rahmin mahiyeti ve keyfiyeti hakkında dilsizleşmesi “suç ortaklığının” delilidir. Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak ortaya çıkan modern değerler sistemi, dinin tarım toplumlarının değer yargılarına hitap eden bir olgu olduğunu, dolayısıyla kent kültürünü şekillendirmesinin mümkün ol/a/mayacağını, çünkü kentin endüstriyel doğasının seküler mahiyet arz ettiğini ifade ederek sosyal bilimler alanında yeni bir perspektifin inşa ve ikamesine öncülük etmiştir. Türkiye özelinde bu yeni perspektif, ne yazık ki, içselleştirilmiştir. Dolayısıyla nebevi öğretinin insanı “özne”leştiren yaklaşımı yerine batıni/işraki/içrek/ezoterik-taşralı bir din dili ikame edilerek siyasal bilince yabancı bir toplumsal gerçeklik icat edilmiştir. Sözünü ettiğimiz bu toplumsal gerçeklik, tarih boyunca olduğu gibi bugün de, iktisadi-siyasi-askeri-dini statüko sahiplerinin işine gelmektedir. Yumuşak ve sert sömürgecilik aracılığıyla kendi sosyal gerçekliğinin kavramsal ve kurumsal tezahürlerini Avrupadışı uluslara dayatan “beyaz adam” da siyasal bilince yabancılaşmış kitlelerden (ziyadesiyle) hoşnuttur. Çünkü bu kitleleri yönetmek oldukça kolaydır. Dün olduğu gibi bugün de sömürgecilik İslam’ın bir bütün olarak hayata vaziyet etmesini istemiyor. “Siyasal İslam” terkibini, Müslüman toplumların siyasetten uzak durmalarını temin etmek için “operasyonel amaçlı” olarak kullandı ve kullanmaya devam ediyor. Kaldı ki, Müslüman toplumların geleneksel mirası işraki kültür kodlarıyla iç içe olduğu için siyasal bilince karşı zaten kayıtsızdır. Demek ki nebevi öğretinin bu yüce ilkesinin ikamesi için hem geleneksel mirasımızla hem de modern paradigmayla müteşerri bir perspekifle yüzleşmeye ihtiyacımız var.
Roma-Pers imparatorluklarının hegemonyası altında yaşamak zorunda kalan insanlara İslam’ın en cazip gelen yönü, hiç şüphesiz, ferdiyete/şahsiyete verdiği önemdi. Allah(c.c) tarafından muhatap alınan insanın ezilip horlanamayacağına (onur ve haysiyetine halel getirilemeyeceğine) dair müstesna mesaj, insanca yaşamanın ilke ve prensiplerine sadakati esas alan ahlaki tutumu beslemiş ve bu sayede muhatabının kalbini fethetmiştir. Kula kulluktan teberri edip yalnızca Allah’a teslim olmaya çağıran nebevi öğreti, insan öğüten düzenlerin tekerine çomak sokarak doğuştan ya da sınıfsal statüsünden dolayı ayrıcalıklı/ imtiyazlı olanların otoritelerini sarsmıştır.
Ferdiyete/şahsiyete verilen değerin yanında ilmi/entelektüel çabanın özendirilmesi de nebevi geleneğin karakteristik özelliği olarak öne çıkar. Ulemayı nebilerin varisi olarak tavsif eden son Elçi (s.a.v), sahih bilginin kıymetini de takdir etmiş olmaktadır. Müslümanlar bu takdirin hakkını verdiği sürece tarihin öznesi olmayı başardılar. Sahih bilginin ardından koşmak çabaların en yücesi olarak kabul edildiği için, ilmi/entelektüel bağımsızlık oldukça önemliydi. Öyle ki ekol mensubu alimlerin en meşhurları, bu bağımsızlığa halel gelmesin diye, türlü eza ve cefalara katlanarak/direnerek kendi dönemlerinin İslami iddialı otoriteleriyle uzlaşmayı reddetmiştir. Ancak zamanla statüko galip gelecek ve ulema devlet himayesine alınarak statükonun çıkarları için “kamusal rızanın” oluş(turul)masına nezaret eden bir pozisyona razı edilecektir. Nitekim bugün Müslüman toplumların en önemli eksikliği/zaafı celadet sahibi aydın/ entelektüel/ alim yokluğudur. İktisadi-siyasi-epistemik statükoya karşı hakikatin sözcülüğünü yapan entelektüellerin yerini bugün,ne yazık ki, statükonun doğrularını propaganda yoluyla kamusallaştırmaya çalışan trol/aparatçik kültürü almıştır.
Nebevi öğretiye sadık aydın/entelektüel/alim kıtlığı sebebiyle toplumlarımız (fiziksel sömürgeciliğe karşı duyarlı olsa da) zihinsel anlamda sömürgeleşmekten kendisini kurtaramamakta, Türkiye özelinde de yakinen müşahede edileceği üzere, burjuva protestan kültür kodlarıyla barışık bir sosyal gerçekliği tecrübe etmesine rağmen, İslami gerçekliği teneffüs ettiğini vehmetmektedir. Bu vehim sebebiyle, İslami referanslar temelinde bir sosyal gerçekliğin nasıl inşa edileceğine dair ciddi bir farkındalık yoksu(l/n)luğu yaşanmaktadır. Sembolik/kozmetik değişiklikler ile yapısal/paradigmatik değişimler arasındaki farkı fark etmekten uzak bir din dili, halihazırda, oldukça revaçtadır. Bu dil, nebevi geleneğin statükoyla uzlaşmayan doğasından bihaber görünmektedir. Hatta pragmatik ve oportünist bir tutumun mümessili olmakta hiçbir sakınca görmemektedir.
İnsanlık ailesinin hidayet rehberi aziz Kur’an’ın ve onun ilke-prensiplerini temsil ve tebliğ eden (ve bunu da en güzel şekilde yapan) son Elçi(s.a.v)’ nin “ontolojik ve epistemolojik emperyalizme” direnişin ana istinatgahı olduğu hakikatini beyan edecek yetkinliğe her zamankinden daha muhtacız. Bu yetkinliğin inşasına dönük her eylem asildir, vakurdur, salih ameldir. Nebevi öğretinin mahiyetine dair duyarlılık inşası için örgütlü ve sistematik bir mücadele kültürü ikame etmek zaruridir. Ki böylece Yahudi-Hıristiyan evanjelizminden esinlenen sömürgeci-ırkçı-seküler bilginin otoritesiyle hesaplaşacak bilincin önü açılsın. Bilgiye-hayata-tarihe-insana-tabiata dair bütünlük bilincini kaybeden ve bu nedenle, kırık ayna karşısındaki nesne gibi, çok yüzlü/çok kişilikli/parçalı benlik krizi yaşayan insanın felahı için nebevi öğretinin temsil ve tebliği önem arz ediyor. Gürültüye ve harekete maruz kalarak (aslında tercih ederek demeliyiz) düşünme/akletme/tefekkür melekelerinin felç olmasına rıza gösteren modern birey, sükut ve sükunun ehemmiyetini kavramadıkça köle olmaktan kurtulamayacak. Son Elçi(s.a.v)’ye vahiy, sükut ve sükun anında (mağarada) nazil oldu… Demek ki nebevi öğretiyle sahih ilişki kurmanın yolu (her şeyin olabildiğince “hızlı” aktığı bir çağda) sessizliği ve hareketsizliği temin etmekten geçiyor…
NOT: Bu yazı’m Umran Dergisi’nin 332.sayısında yayınlanan “Nebevi Öğretinin Doğasına Dair” başlıklı metnin gözden geçirilmiş ( başlık ta dahil bazı değişiklikler yapılmış) halidir.
Kaynak: farklı bakış