Tarih: 13.06.2022 11:00

Felsefe Ne İşe Yarar?

Facebook Twitter Linked-in

Felsefe-bilim ve din ilişkileri konusunda serdedilen görüşler genellikle birinin diğerini gereksiz kıldığı yönündedir. Hem felsefeciler hem de ilahiyatçılar bilimle aralarını sıcak tutmak konusunda bir ortak paydaya sahip olmakla birlikle din-felsefe ilişkilerinde aynı sıcaklığı bulmak mümkün değildir. Felsefeciler dine, ilahiyatçılar da felsefeye karşı önyargılı yaklaşırlar. Elbette bunun istisnaları vardır, ama genelde din ve felsefe arasında bir gerginlik olduğunu gözlemliyoruz.

Felsefe neden gereklidir ya da ne işe yarar?

Eğer bu soruyu makul bir cevap verilirse, ilahiyatçıları ve dindar insanları felsefenin gereğine ikna etmek mümkün olabilir. Ben bu konuda dört argüman ortaya konabileceğine inanıyorum. İlk olarak çağdaş İngiliz filozof Bertrand Russel’ın da bir konuşmasında işaret ettiği üzere felsefe kesin bilgi sahibi olmadığımız konularda spekülasyon yapar. Kesin bilgiler bilimin ürettiği bilgilerdir. Felsefenin görevi, dünyayı değiştirmek değil, anlamaktır. Bu noktada sosyal bilimlerle felsefenin amacı aynıdır.

İkinci olarak felsefe sadece epistemolojiye ilgi duymaz, aynı zamanda hayatın anlamı ve değerler konusuyla da uğraşır. Özellikle bu noktada din ile aynı düzlemde fikir üretir. Felsefe ve din arasındaki rekabet bu alanda kendini gösterir. Din ilahi bir kaynağa dayalı değerler üretirken, felsefe gözlem, deney, akıl ve tecrübe sayesinde değerleri keşfeder.

Üçüncü olarak felsefe kendi önermelerini kanıtlamak üzere belirli argümanlar kullanılır. Gerekçelendirme, dinden ziyade felsefenin görevidir. Ya da başka bir şekilde söylersek, din ile felsefe kendi önermelerini farklı biçimlerde kanıtlarlar. Dinde iman ve akıl birlikte çalışırken, felsefede akıl tek başına iş yapar.

Dördüncü olarak felsefe bir meseleyi ele alırken, işe önkabullerden başlar. Önkabullerin ne kadar doğru olduğunu sorgulayarak adeta yeni bir temel oluşturur. Çünkü çürük temeller üzerine bina edilen bir yapı kolaylıkla yıkılabilir. Oysa filozof iddia sahibi bir insandır ve her şeyi temelinden sorgulayarak ele alır.

Beşinci ve son olarak felsefe, insanın düşünme biçimini daha berrak ve keskin hale getirmek üzere bir mantık geliştirir. Felsefenin bir önceki ve demin söylediğimiz bu çalışma tarzı, pek çok kişiyi rahatsız eder, özellikle kendi düşünce sistemini kurmuş ve bunun doğru olduğuna inanmış bir kimseyi sil baştan düşünmeye davet ettiği için bu ona karşı bir meydan okuma olarak gelir. Oysa bir kimsenin amacı hakikate ulaşmak ise, kendi düşüncesini de sorgulamaktan kaçınmamalı ve kendi düşüncesini daha iyi temeller üzerine kurmak için bunu bir fırsata çevirmelidir.

Özetlersek; bilim olgularla, din değerlerle uğraşırken, felsefe her ikisini de kendine uğraş alanı olarak seçer. Bilim ile felsefenin çatışmamasının sebebi, felsefenin kesin bilgi sahibi olduğumuz konulara pek girmemesidir. Oysa felsefe dinle aynı kulvarda, yani değerler ve nihai anlamda varlık problemi alanında iş yapar ve onunla çatışma olasılığı yüksektir. Dinin bilimle çatışması, din adamlarının bilimin konusu olan olgular hakkında fikir üretmesinden dolayıdır. Oysa din adamının olgular hakkında bilgi üretmesi esas görevi değildir, bir âlim aynı zamanda matematik, fizik ve benzer alanlarda da eğitim almış ve dolayısıyla bu alanlarda kendini yetkili görebilir. Ama bu durum istisnai bir durumdur.

Batı tarihinde din ve bilimin çatışması, kurumsal dinin (yani Kilise’nin) ve ruhbanların kendi alanları olmadığı halde olgular dünyasına ait fikirleri tartışmaya açmamasından kaynaklanmıştır. Dünyanın tepsi şeklinde düz mü, yoksa yuvarlak mı olduğu tartışması dini bir sorun değil, bilimsel bir sorundu. Yukarıda da söylediğimiz gibi din, bu bağlamda İncil bir bilim kitabı değildi ve dünyanın oluşumuyla ilgili herhangi bir fikir vermez. Sonradan dört muteber kitap olarak kabul edilen İnciller (Matta, Luka, Markos ve Yuhanna) Hz. İsa’nın hayat öyküsünden ibarettir. Bizde “siyer”e karşılık gelirler.

Bununla birlikte Kilise ve ruhban sınıfı, Tevrat kadar Aristo ve Batlamyus gibi Yunan düşünürlerinin bilgilerine ve fikirlerine de hâkimdiler ve bu kaynakları geçerli bir bilgi kaynağı olarak görüyorlardı. İşte, bu kaynaklardaki kimi bilgi ve fikirlerin eleştirisi Kilise ile farklı düşünen insanları karşı karşıya getirmiştir. Kiliseden baskı ve işkence gören düşünürler ve bilim insanları daha sonra bu kişi ve kurumlar karşısında da eleştirel tavırlar geliştirmeye yönelmişlerdir.

Bizde Batı’da modern tarihte yaşanan din-bilim çatışmasına benzer bir durum yoktur. Müslüman tarihinin ilk evresinde hem İslami hem de felsefi ilimlerin yükselişine tanık oluyoruz. 10. yüzyılın ilk yarısından itibaren felsefi bilimlerin devlet tarafından himaye gördüğünü ve belki bu durumun âlimleri rahatsız ettiği söylenebilir. Ama bu epistemolojik düzeyde bir çatışma değil, devlet-ilim kurumları arasında ve farklı disiplinler arasında statü seviyesinde bir çatışmadır. Daha sonraki evrelerde Gazali’nin felsefeye yönelik eleştirileri başlatması da benzer bir çatışmadan kaynaklanır. Bu kez Gazali, medrese ve İslami ilimler Selçuklu devletinin himayesi altında olup felsefeciler ve batıni akımlar dışarda kalmıştır.

Gazali’nin felsefeyi neden ve nasıl eleştirdiği, yazdığı kitaplardan rahatlıkla anlaşılabilmektedir. O, felsefi ilimler karşısında kategorik anlamda retçi bir tavra sahip değildir. Bugün felsefeden bağımsızlaşmış olan fen bilimleri ve mantık gibi pek çok bilimi kabul etmiş ve bunların yararlarının farkındadır. Ama filozofların metafizik konusunda Aristo ve Platon gibi eski Yunan filozoflarının spekülasyonlarını İslam inançları açısından sorunlu olarak değerlendirmiş ve haklı olarak eleştirmiştir. Âlemin ezeliliği, Tanrı’nın tikelleri bilemeyeceği ve nihayet dirilişin ruhani olacağı şeklindeki görüşlerinden dolayı filozofları tekfir etmiştir. Başka bir deyişle filozoflar olgulara dayalı bilim yaptıkları ve yanlış sonuçlara ulaştıkları için değil, tamamen dinin alanına giren metafizik ya da ilahiyat konularında öncellerinin görüşlerini sorgulamadan devam ettirdikleri için eleştirmiştir. Burada şu sonucu rahatlıkla çıkarabiliriz: Gazali, genel anlamda felsefeyi mahkûm etmemiştir, Aristocu ve Platoncu görüşleri eleştirmiştir. Felsefede esas olan eleştiri ve sorgulama ise, Gazali bunu yaptığı için hor görülemez.

Bu savunmayla, Müslüman tarihinde ilim adamlarına ve düşünürlere karşı hiç baskı olmadığını söylemek istemiyoruz. Bilakis filozof olsun mutasavvıf olsun, kelamcı olsun fakih olsun pek çok ilim ve düşünce insanı baskı ve işkencelere uğramıştır. Bu konuda Mehmet Azimli editörlüğünde yazılan üç ciltlik “Müslümanların Engizisyonu” adlı çalışma okunmaya değer bir çalışmadır. Fakat dikkat etmek gerekir, burada eksen din-bilim ekseni değil, ilim ve siyaset eksenidir. Yani baskı ve işkenceler daha çok siyasi yapının bir icraatı olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —