Brecht, Hikmet ya da diktatöre “hayır” diyebilmek!

Muhsin Kızılkaya, haberturk.com’da “Brecht, Hikmet ya da diktatöre “hayır” diyebilmek!” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

 Brecht, Hikmet ya da diktatöre “hayır” diyebilmek!

2022 yılının kitap alanında bana en büyük hediyesi Hannah Arendt’in “Karanlık Zamanlarda İnsanlar” (İletişim Yayınları) kitabı oldu. Aldığım günden beri hiç ayırmadım yanımdan.

Beklenmedik bir kitaptı. Düşünürler hep fikir alanında kalır, felsefenin, fikir dünyasının dışına pek çıkmazlar, kelime kullanmada ketumdurlar, her kavram üzerine uzun uzun kafa yorarlar. Kelime bahsinde elleri edebiyatçılar kadar açık değil, edebiyatçılar gibi “ceplerinde çok kelimeyle” dolaşmazlar, hele şairler gibi hiç davranmazlar.

Bu yüzden Arendt’in “bilim dilinden” bir hayli uzaklaştığı bu “en edebi anlatımlı eseri” sürpriz oldu bana. Bir dizi felsefeci ve edebiyatçının entelektüel portreleri var kitapta. Ağır buhranlar atlatmış, kimisi canına kıymış, büyük siyasi felaketlerin ortasında kalmış, ağır ahlaki sarsıntılar geçirmiş, trajik sorunlarla yüzleşmiş şahsiyetler; Walter Benjamin, Bertolt Brecht, Hermann Broch, Isak Dinesen, Waldemar Gurian, Randall Jarrell, Karl Jaspers, Gotthold Ephraim Lessing, Rosa Luxemburg ile Angelo Giuseppe Roncalli ardı ardına arzı endam ediyorlar kitapta.

Hepsi “karanlık zamanlara”ın tanıklarıdır. Kitaba bir önsöz yazmış olan Nilgün Toker’in deyimiyle, “Karanlık Zamanlar’a tanık olmak, o zamanın içinde olmak, orada yaşamaktır”. Kitaba konu olan “yaratıcılıklarıyla karanlığa ışık tutmuş insanların” o karanlığa nasıl bir anlam verdiklerini okuruz büyük bir hazla.

*

Bertolt Brecht bölümünü okurken o kadar çok şey belirdi ki kafamda; aklıma gelenler arasında bu yazıya neyi mevzu yapayım derken, belki de Brecht gibi şair olduğu için Nazım Hikmet’ten yola çıkmak en uygunu geldi bana.

*

Bertolt Brecht de Nazım Hikmet de komünistti. İkisi de sürgündü. İkisi de kaçaktı. Nazım Hikmet memleketten “cennetim” dediği o zamanlar sosyalist bloğun başını çeken Sovyetler Birliği’ne; Brecht ise memleketinden ayrıldığında Hitler’le saldırganlık anlaşması imzaladığı için Sovyetler Birliği yerine, “yalanların satıldığı pazar” olarak gördüğü Amerika’ya gitti. Nazım Hikmet, komünizmin kâbesi Moskova’yı mesken tuttu; Brecht ise o yalan “satıcılarına katılmak için” kapitalist sanatın kâbesi Hollywood’un yolunu tuttu. Nazım Hikmet Rusya’da ilk günlerde el üstünde tutuldu, Brecht ise gittiği her yerde adını hecelemek zorunda kaldı, oysa o tam yirmi yıldan beri Almanca konuşulan dünyada çok meşhurdu, Amerika’da onu kimseler tanımıyordu, Arendt’in deyimiyle “tekrar tanınmamış ve fakir biri olmaktan hiç hoşlanmıyordu.” Nazım Hikmet ölünceye kadar Moskova’da yaşadı, vasiyet ettiği halde kemikleri bir türlü memleketine getirilemedi, hâlâ orada yatıyor. Brecht ise 1947 yılında Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin karşısına çıkartıldı, cebinde bir Zürih bileti vardı, Amerikalılara yardımlarından dolayı bol bol “teşekkür” etti ve ülkeyi terk etti. Almanya’yı Hitler sonrasında işgal eden yetkililer memleketine giriş izni vermediler; iki sene Zürih’te yaşadıktan sonra 1949’da Doğu Berlin’e yerleşti. Burada 1956 yılında ölünceye kadar bir tiyatroda yöneticilik yaptı ve “komünizmi” yakından izleme fırsatını buldu.

*

Nazım Hikmet, Moskova’ya gider gitmez “motorların maviliklerde” cirit attığı bir cennet yerine, insanların zulüm altında inin inim inlediği, babanın oğlunu ihbar ettiği Stalin diktatörlüğünün hüküm sürdüğü hapishane duvarı gibi soğuk, gri bir memleketle karşılaştı, nutku tutuldu. Stalin, TKP’nin şefi İ. Bilen’i “pasaport” yaptı, şairin cebine soktu. Her hareketi, yazdığı her dize “yukarıya rapor” edildi. Mukadderat, diktatörler de ölür, gün geldi Stalin de öldü, henüz yerine geçecek olan Kruşçev onu “cani” ilan etmemişti, bütün şairlere, ulu önderin arkasından birer şiir sipariş edildi, Nazım Hikmet de ölümünden beş gün sonra Rusça bir şiir yazdı, şiir yakın bir zamanda ortaya çıktı, Türkçeye çevrildi, sipariş üzerine yazıldığı belli olan şiir şöyleydi:

 

Hatırlıyorum.

On sekiz yaşımdayım.

Anadolu’dayım.

Anadolu savaşmakta.

Yol boyunca gidiyoruz.

Sıcak. Gölge yok.

Diyor ki yol arkadaşım

köylü Mehmed:

“Yakında acılarımız dinecek,

Bolşevikler yardım ediyor bize,

Lenin ve Stalin.

Dökeceğiz

gavuru denize.

”Hatırlıyorum.

Moskova’dayım.

Okumaya gelmişim

üniversiteye,

onun adını taşıyan.

O gelir,

otururdu bizimle…

Getirmişti belki de postallarında

Tsaritsın çarpışmalarının tozunu.

Bu ceketti belki de üstündeki

Petrograd’ı kurtardığında.…

Aklımda

kapkara bıyıkları,

sakin, dikkatli bakışı.

Nasıl da cesur ve genç!

Öğretmenimiz,

arkadaşımız,

geliyor,

avuçlarının içinde taşıyarak

Lenin’in ellerinin sıcaklığını.

Hatırlıyorum.

Kızıl Meydan. Kar.

Bin dokuz yüz yirmi dört yılı.

Bir adam asker kaputlu

omuzlamış Lenin’in tabutunu.

Hatırlıyorum bu kayalaşmış suratı.

Beyazlaşmış gibi şakakları.

Kardan olabilir mi?

Hayır. Ayrılıktan.

Tuttuğu yastan.

Hatırlıyorum.

İstanbul’dayım.

Matbaada.

Gece.

Basıyoruz anayasayı.

Dizgicinin parmakları

türkü söyler gibi.

Ertesi gün sabah

Türkiye’nin binlerce insanı

okuyor bu satırları.

Ve artık onlar için,

gün daha aydınlık,

denizin enginliği daha mavi

ve bir gün

onların topraklarında da yaşanacak

böylesi bir bayram.

Hatırlıyorum.

Bursa’dayım. Hapishanede.

(Gelmiyor aklıma, hangi seneydi)

Yoldaşlar göndermişti onun portresini,

bir Fransız gazetesinden kesilmiş.

O, ulaştı bana kadar.

Buldu yolunu.

Parmaklıkların ve duvarların arasındansızdı.

Beyaz üniforması üstünde,

yıldızlarıyla göğsünde,

gülümsüyordu başkomutan.

Belli ki çekilmişti bu fotoğraf,

gri kubbesinde

Reichstag’ın

belirdikten sonra

üç Sovyet askeri

ellerinde

askerî

kızıl sancakları ile.

Ve bir kez daha,

Volga’da,

birkaç sene sonra,

Stahanovcu şoför Tasya’nın kabininde

gördüm

portrenin bire

bir aynısını;

o, devam ediyordu gülümsemeye.

Kısa bir süre önce de

Pekin’deyken,

biz, kongre delegeleri,

gördükonun son fotoğrafını

XIX. Kongre’nin kürsüsünde.

Duruyordu yanımda-kolsuz Koreli bir asker,

Fransız bir dizgici

ve Hintli bir şair.

Dedim ki:

“Babamız genç!”

“Gördüm onu Moskova’da, -dedi Fransız,-delikanlı gibi çıkıyordu merdivenleri!

”Ardından mahcup bir şekilde dedi ki

genç Koreli asker:

“O,

insanlığın hayali.

Hayal dediğin

yaşlanır mı hiç?

”Hintliyse dedi ki:

“O ülkesinin çoktandır yol aldığı;

ve komünizm

sonsuz hayattır,

sonsuz gençliktir,

sonsuz bahardır,”

komünizm gibi

*

Brecht öldüğü günden bu yana şöhreti bütün dünyaya yayıldı. Tiyatroya “epik” denilen bir tarz getirdi, oyunla-oyuncular, seyirciyle-oyun arasına mesafe koymaya yarayan “yabancılaştırma” efektini soktu. “Meselci” bir şiir yazdı. İroni ustasıdır. Düşüncesini, “bir banka soymak, bir banka açmaktan daha büyük bir suç değildir,” sözüyle özetledi. Arendt’e göre “doktrinci”dir, “komünist ideolojiye çoğu zaman gülünç derecede bağlı” birisi…

Amerika’dayken, Almanya’da kalıp Hitler’in emrinde şiirler yazan şair dostlarına şöyle seslendi:

“Dikkatli olun şu Hitler denen adama şarkılar dizen sizler… Biliyorum ki yakında ölecek ve ölürken, şöhretini tüketmiş olacak. Ama, yeryüzünü fethederek onu yerleşime elverişsiz hale getirmiş olsaydı bile, onu öven hiçbir şiir ayakta kalamazdı. Doğrudur, bütün kıtalardan yükselen acı feryatlar, daha zalime düzülen övgüleri boğamadan kesilir. Doğrudur, bu zulmü övenlerin, onların da güzel tınlayan sesleri vardır. Yine de en güzel şarkının ölmekte olan kuğunun şarkısı olduğu söylenir: zira o korkusuzca söyler.”

*

Diktatörlere yazılan hiçbir şiirin ömrü diktatörün ömründen daha uzun olamaz. Diktatör öldüğünde o şiir de ölür. Şiirin ömrü diktatörün ömrü kadardır.

*

Peki Brecht hiç diktatör övmüş müydü? Nazım Hikmet gibi “pos bıyıklıya” şiir yazmış mıydı? Arendt’ten öğreniyoruz ki, evet yazmıştı! Ölümünün hemen ardından Stalin için, “beş kıtanın ezilmişleri” için “umudun vücut bulmuş hali” demişti. Doğu Berlin’de kaside yazmıştı ona, üstelik Stalin’in işlediği suçlara da övgüler yağdırmıştı. Bunu da çok bilinçli yapmıştı. Yani ne yaptığını biliyordu. Bu dizeler onundur:

“Dün gece rüyamda, bana bir cüzzamlıymışım gibi çevrilmiş parmaklar gördüm. Yıpranmış ve kırılmışlardı. ‘Bilmiyorsunuz’ diye haykırdım, suçumun bilinciyle.”

Arendt’e göre “şairler hakkında konuşmak tatsız bir iştir,” şair hakkında konuşmayacak, sadece şiirlerini okuyacaksınız. Ama Arendt kendini tutamıyor, Brecht’in “hatalarını” görmek istemeyenler gibi davranamadığını söylüyor. Ona göre şairler arasında genelde iyi, güvenilir vatandaşlar çıkmıyor. Platon’dan beri bu böyle. “Şairlerin ve sanatçıların iflah olmaz haylazlıkları, antik çağlardan bu yana siyasi, bazen de ahlaki bir sorun olagelmiştir” diyor. Anlayacağınız her çağda haylazlıklar yapmış şairler. O haylazlıkları da vatandaşlarda “derin bir kaygı” yaratmış. Bu savına Ezra Pound’u örnek gösterir Arendt. Faşist İtalya’ya arka çıkar Pound. Bariz ırkçılık yapar. Faşistliğini de gizlemez. Amerika’da vatana ihanet suçundan yargılanır. Akıl sağlığı yerinde değil raporunu alır. Ardından şairlerden oluşan bir jüri, 1948 yılında ona en iyi şair ödülünü verir. Ona ödül verenler, Goethe’nin “şairler büyük günah işlemez” sözünden yola çıkmışlardı, onlara göre şairler zaman zaman “haylazlık” yapabilir, günahları çok ciddiye alınmamalıdır.

Arendt zinhar bu fikre katılmaz. Ona göre Goethe bu tür büyük günahlardan değil, küçük günahlardan bahsediyordu. Şunları yazar:

“Ama günah var, günah var. Ezra Pound’un günahlarının daha ciddi olduğu inkar edilemez; sadece ahmak gibi Mussolini’nin hitabetine kapılmış değildi. Ahlaksız radyo yayınlarında, Hitler’in işini yapıp Atlantik’in iki yakasındaki fikir insanlarının en berbat Yahudi aleyhtarı olduğunu kanıtlayarak, Mussolini’nin en kötü konuşmalarının bile çok ötesine geçmişti. (…) Ancak Pound akıl hastası olduğu savunmasını yapabilir ve tamamıyla aklı başında ve son derece zeki olan Brecht’in yakasını kurtaramadığı şeylerden yakasını kurtarabilirdi. Brecht’in günahları Pound’unkilerden daha küçüktü, yine de daha ağır bir günah işlemişti, çünkü o yalnızca bir şairdi, akıl hastası bir şair değil.”

Çoğu zaman, birçok meselede şairlere “raporlu” muamelesi yapılır ama Arendt’e göre şairler her şeyden yakalarını kurtaramazlar. Brecht’in “insanların yüce babası ve katil Stalin’e yazdığı kasideler” çok uyduruk şeylerdir. “Kötü bir taklitçisi tarafından yazılmış gibi” duran bu uyduruk şiirlerin yanında, 1938’de sanıkları arasında birçok arkadaşının da bulunduğu Moskova Duruşmalarına da ses çıkarmadı Brecht.

(Arendt, şu anekdotu nakleder: Stalin’in devrimin kurucu babalarını bir bir kurşuna dizdirttiği Moskova Duruşmaları sırasında Brecht henüz Almanya’da ayrılmamıştı. Hâlâ solcu ama şiddetli bir Stalin aleyhtarı bir dostumu ziyaret etmiş bir gün. Troçki’den, devrimden konuşurlarken sıra Moskova Duruşmalarına gelmiş. Ve Brecht uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra sonunda, “ne kadar masumlarsa ölmeyi o kadar çok hak ederler” demiş. İlk bakışta acımasız bir cümle. Arendt olayı şöyle yorumlar:

“Ama aslında Brecht ne demişti? Hangi konuda daha masum? Suçlandıkları konuda elbette. Peki neyle suçlanmışlardı? Stalin’e karşı komplo kurmakla. Bu yüzden, tam da Stalin’e karşı komplo kurmadıkları ve bu ‘suç’tan masum oldukları için adaletsizlikte acayip bir adalet vardır. ‘Eski muhafızların’ tek vazifesi bir adamın, Stalin’in, devrimi devasa bir suça dönüştürmesini engellemek değil miydi? Söylemeye gerek yok ki, ev sahibi Brecht’i anlamadı ve öfkelenip konuğundan evini terk etmesini istedi. Dolayısıyla, kendine özgü o kışkırtıcı temkinli tarzda bile olsa, Brecht’in Stalin’in aleyhinde açıkça konuştuğu nadir durumlardan biri boşa gitmiş oldu. Korkarım Brecht kendini sokakta bulduğunda rahat bir nefes almış olabilir. Şansı onu hâlâ terk etmemişti.”

Hitler-Stalin Paktı döneminde, bırakın partiyle ilişkisini kesmeyi, sesini bile çıkartmamıştı Brecht.

Arendt şunları yazar:

“Bir şairin başına gelebilecek en kötü şey, şairliği bırakmasının gerekmesidir ve hayatının son yıllarında Brecht’in başına gelen budur.”

Evet, şair bütün o kasideleri, o methiyeleri korkudan yazmıştı. Biliyordu, şiddet karşısında her şey aklanır. Brecht, Doğu Almanya’da yedi yıl, “kendi halkının çektiği acılara kendi gözleriyle şahit olarak”, “totaliter bir devleti” hayatında hiç tanımadığı kadar yakından tanıyarak, huzur içinde yaşadı.

Arendt’in deyimiyle, “bu yedi yılda ne tek bir oyun” ne de “tek bir büyük şiir” üretebildi. Hep Danimarka veya İsviçre’de bir ev hayal etti, “ve ölüm döşeğinde yatarken kafasındaki tek şey sürgündü.”

*

Nazım Hikmet, Stalin’in öldüğü haberini bir hastane odasında aldı. Yanında karısı Vera vardı. Vera’nın kitabında anlattığına göre ilk tepkisi korkunç oldu, donup kaldı, birkaç dakika konuşamadı, gözlerinden yaşlar belirdi. Orada bulunan arkadaşı Simonov, “Nasıl yaşayacağız bundan sonra? O, bizim yerimize de düşünüyordu” deyince Nazım Hikmet birden gülmeye başladı, önce yavaş, sonra kahkahalarla.

Simonov sinir krizi geçirdiğini düşünerek çok korktu, kapıyı açıp ellerinde şırıngalarla bekleyen doktor ve hemşireleri içeri çağırdı hemen. Hepsi birden etrafını sarınca Nazım Hikmet, “Bir şeyim yok” dedi sonra da arkadaşına dönerek, ‘Artık biz kendimiz düşüneceğiz! Kendimiz! Kendi kendimizi! Stalin’e saygım tam, ama insan kendi düşünmeli!’ dedi.

Yukarıya aldığım o “kötü şiiri” de bugünlerde yazdı.

Nazım Hikmet, bu şiiri yazdıktan üç sene sonra Kruşçev, partinin 20. Kongresi’nde bütün dünya komünistlerini ağır bir bunalıma sokan o ünlü koşmasını yaptı. Ona göre Stalin “insanlığın kurtarıcısı” değil bir “caniydi”. Yer yerinden oynadı. O günden itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmadı komünist camiada.

Nazım Hikmet yine de bekledi. 1962 yılının Kasım ayında, ölmeden bir yıl evvel, Stalin hakkındaki gerçek fikirlerini şu şiirle dile getirdi:

 

“Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kağıttandı ki

santiminden metreye kadar

taştan, tunçtan, alçıdan ve kağıttan çizmeleri

dibindeydik.

Şehrin bütün meydanlarında

parklarda, ağaçlarımızın üstündeydi, taştan,

tunçtan, alçıdan ve kağıttan gölgesi

taştan, tunçtan, alçıdan ve kağıttan bıyıkları lokantalarda

içindeydi çorbamızın.

Odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve

kağıttan gözleri önündeydik.

Yok oldu bir sabah

Yok oldu çizmesi meydanlardan

gölgesi ağaçlarımızın üstünden

çorbamızdan bıyığı

odalarımızdan gözleri

Kalktı, göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın,

tuncun, alçının ve kağıdın.”

*

Bertolt Brecht’in “Bay Keuner Hikayeleri” kitabı fabllarla, metaforlarla, siyaset, günlük hayat ve sürgüne dair müthiş hikayelerle doludur. O kitapta Arendt’in kitabına aldığı şöyle bir hikaye anlatır Brecht:

“Çok eskiden bir muktedir, “muktedirlere nasıl hayır diyeceğini öğrenmiş” bir adamı merak etmiş ve evine misafir olmuş. Eve girer girmez evdeki her şeye el koymuş muktedir ve “Bana hizmet edecek misin?” diye sormuş. Adam hiçbir cevap vermeden mecburi boyun eğmiş, onu yatağa yatırmış, üzerine bir battaniye örtmüş, yemeğini yedirmiş, uyurken başında beklemiş ve tam yedi yıl boyunca ona itaat etmiş. Muktedir ne yaptıysa sorusunun cevabı olarak adamın ağzından tek bir kelime alamamış. Yedi yıl geçince muktedir çok yemekten, çok uyumaktan ve emir vermekten şişmanlayıp ölmüş. Adam onu kirli, berbat bir battaniyeye sarmış, evin dışına atmış, dönmüş yatağı yıkamış, duvarları boyamış, evini slip süpürmüş, rahat bir nefes almış ve muktedirin sorusuna bağırarak cevap vermiş:

“Hayırrr!”

*

Bertholt Brecht’inki de Nazım Hikmet’inki de o mesele… Diktatörler yaşarken ona “hayır” diyen büyük şairlerin sayısı, diktatörlerin sayısından çok olmasa gerek.

 

Kaynak: Farklı Bakış