Av. Esra PALANCI; KAPİTALİZMİN SÜT KEÇİSİ: KÜRESELLEŞME

Küreselleşme; çokça tartışılmasına karşın, ortak bir tanımı yapılamayan kavram olma özelliği de taşıyor.

 Av. Esra PALANCI; KAPİTALİZMİN SÜT KEÇİSİ: KÜRESELLEŞME

Küreselleşme, ortaya çıkış tarihi itibariyle çok eski zamanlara dayandığı kimi araştırmacılar tarafından ileri sürülse de kavramsal olarak ortaya çıkması ve literatürde yer edinmesi 19. yy'a dayanan bir kavram. Akademik çevrelerce çokça tartışılmasına karşın, ortak bir tanımı yapılamayan kavram olma özelliği de taşıyor.

Her ne kadar ortak bir tanım yapılamamış olsa da zihinlerde somutlaşabilmesi açısından en basit anlatımla küreselleşme; "yerkürenin farklı bölgelerinde yaşayan insan, toplum ve devletler arasındaki iletişim ve etkileşim derecesinin “karşılıklı bağımlılık” kavramı çerçevesinde giderek artması"[1] olarak ifade edilebilir. Bu tanımlamadan yola çıkarak küreselleşmenin iletişim, etkileşim, bağımlılık, dönüşüm gibi bileşenlerden oluşan bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda küreselleşme sürecinde dört temel aktörden bahsedilir: Ulus-devlet, uluslararası kuruluşlar, devletler-üstü kurumlar, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları.[2] Küreselleşme süreci bu aktörlerin karşılıklı iletişim ve etkileşimi ile şekillenmektedir.

Küresel sistem olarak ifade ettiğimiz, insanlığa yeni bir dünya düzeni sunan bu sistem, kavramsal olarak zihinlerimize girdiği günden bu yana çeşitli aşamalardan geçmiştir. Birinci, ikinci, üçüncü küreselleşme dalgası olarak ifade edilen bu aşamalarda özellikle sanayileşmenin ivme kazanması ve teknolojik gelişmelerin yaşanması ile birlikte iletişim ve ulaşımın daha kolay, hızlı ve daha ucuz sağlanabilir hale gelmesi, devletler, toplumlar ve bireyler arasındaki etkileşimi hızlandırmıştır. Küreselleşme fikrinin sanayi devrimi ile birlikte gün yüzüne çıkmasıyla eş zamanlı kara ve denizyolu ulaşımında yaşanan gelişmeler, Batı'nın o zamana kadar ulaşamadığı, enerji ve tabi kaynaklar bakımından zengin olan denizaşırı ülkeleri sömürebilmek için de fırsat doğurmuştur. Her ne kadar bu durum birinci küreselleşme dalgası[3] olarak ifade edilse de esasında Batı'nın "birinci sömürgeleştirme dalgası" demek daha doğru bir ifade olur. Nitekim küreselleşme sürecini incelediğimizde, temelde ekonomik kaygıların, kâr elde etme güdüsünün, yani "daha çok mal, daha çok para" elde etme düşüncesinin insanı tetiklemesi ile birlikte fitili ateşlenmiş bir sistem olduğunu görüyoruz. Bu gelişmelere paralel olarak Batı dünyası elinin uzandığı, enerji ve doğal kaynaklar bakımından zengin, ancak bu kaynakları kullanma imkân ve kabiliyeti olmayan ülkelerin üzerine adeta bir karabasan gibi çökmüştür.

Tarih göstermiştir ki bu sistem, gelişmiş ülkelerin daha az gelişmiş ülkeler üzerindeki sömürge faaliyetlerini hızlandırıp zengin ülkelerin kaynaklarını arttırarak daha zengin, fakir ülkelerin ise kaynaklarının azalmasına sebep olarak daha yoksul bir duruma gelmelerine sebep olmuştur. Bu noktada yazının başında ifade ettiğimiz tanımda küreselleşme,  her ne kadar "karşılıklı bağımlılık" gibi bir tanımla ifade edilmiş olsa da esasında bu bağımlılığın Batı dünyası lehine tek yönlü olarak seyrettiğini söyleyebiliriz. Gelişmemiş veya az gelişmiş ülkelerin bu süreçten en çok zarar gören taraf olduğunu ve küresel sistemin bu devletler ve toplumlar açısından haksızlık, adaletsizlik, kan, gözyaşı, savaş, açlık ve yoksulluktan başka bir şey getirmediğini ifade etmek durumundayız. Bu açıklamalar perspektifinden baktığımızda küreselleşmenin, “bilim ve teknoloji alanında ortaya çıkan gelişmelerin bir sonucu olarak, kapitalizmin yaşamakta olduğu nitelik dönüşümü"[4] olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Zira küreselleşme dediğimiz olgunun küresel kapitalist aktörlerin güç ve çıkar odaklı yaklaşımlarını beslemekten, ezilmiş olan milletleri daha da ezerek Batı dünyasına muhtaç ve bağımlı hale getirmekten başka bir getirisi olmamıştır. Bu yönüyle de küreselleşme gerçekten de kapitalizmin sağmal hale getirdiği bir süt keçisini andırmaktadır. Bu süt de küresel kapitalist aktörleri beslemektedir.

Küreselleşme daha çok ekonomik boyutu ile öne çıkan bir kavram olsa da etki alanı itibariyle baktığımızda sosyo-kültürel, politik, teknolojik, ekolojik pek çok boyutu var. Bunlar şüphesiz birbiri ile bağlantılı olarak gelişiyor. Bu noktada küreselleşme sürecinden en çok etkilenen ve bu itibarla da ülkemiz ölçeğinde baktığımızda en fazla tahrip edilen alanın, sosyal ve kültürel yapımız olduğunu söyleyebiliriz. Sosyo-kültürel açıdan baktığımızda ne yazık ki etkileyen değil etkilenen bir toplum olarak sürecin içindeyiz. Küreselleşmenin “medenileşme” olarak algılandığı çağımızda iletişim ve ulaşımda yaşanan teknolojik gelişmelerle birlikte coğrafi sınırlar anlamını yitirmiş, buna bağlı olarak da birey ve toplumların alışkanlıkları, yaşam tarzları ve hatta dünya görüşleri Batı menşeli olarak değişim göstermeye başlamıştır. Nitekim bu dönüşümün bir sonucu olarak milli ve manevi değerlerinden kopuk, materyalist, dünya odaklı yaşayan, haz peşinde koşan, tabir yerindeyse yalnızca yeme, içme, şehvet gibi hayvani duygularını tatmin etme amacı ile hareket eden menfaatperest insanlar türemiştir. Bu aşamadan itibaren de değerlerinden kopuk bir milleti sömürmenin ve bağımlı hale getirmenin hiç de zor olmayacağı açıktır.

Küreselleşmenin bir başka boyutu ise ekolojik yani çevresel boyutudur.  Küreselleşme ile birlikte artık sadece bölgesel ölçekteki çevre sorunlarını değil küresel çevre sorunlarını da konuşuyoruz. Zira her ne kadar teknolojinin gelişmesi ile birlikte küreselleşme ivme kazanmışsa da bu gelişmelere paralel olarak ağır silahların icadı, uluslararası taşımacılıktaki gelişmeler, nükleer silahların üretimi, hem gelişmiş, hem de az gelişmiş ülkelerde havanın, suyun, nehirlerin, toprağın ve denizlerin kirlenmesi, sera etkisi, buzulların erimesi, küresel ısınma ve iklim değişikliği gibi çevre sorunlarını da beraberinde getirmiştir. Küresel ekonomide yer edinebilme, ortak pazara ürün sağlama güdüleri de fabrikalaşmanın, plaza merkezli iş merkezlerinin önünü açmış, bu da yeşil alanların tahrip edilerek ekolojik dengenin bozulmasını hızlandırmıştır.

Bu noktada değinmemiz gereken bir diğer nokta ise işin hukuki boyutudur. Özellikle gelir dağılımındaki adaletsizlikler, ucuz işçi çalıştırma, kaynakların sömürülmesi gibi uygulamalar, insanlığın adalet duyguları ile oynamaktadır. İnsanoğlu bu noktada hukukun varlığını aramaktadır. Aynı şekilde etkileri bölgesel olmaktan çıkmış ve insanlığın varlığını tehlikeye sokan uluslararası terörizm, uyuşturucu ticareti, kaçakçılık, göçmen kaçakçılığı, insan ticareti, mülteci sorunu, denizlerin, havanın ve toprağın kirlenmesi, nükleer atıklar gibi birçok soruna ortak çözüm sağlayabilme anlamında uluslararası hukukun varlığı gerekmektedir. Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki uluslararası sözleşmelerin veya düzenlemelerin varlığı kendi başına yeterli olmayıp bunların etkinliğinin ve uygulanabilirliğinin de sağlanması gerekmektedir. Tabi bu noktada Ali Ulvi Türkbağ’ın dediği gibi, “ yalnızca hukuka uygun hareket yeterli değildir; önemli olan bizzat hukukun, izlediği amaçlar ve uyguladığı ölçütler bazında adalete uygun olup olmadığının saptanmasıdır"[5] sözünü de bu sürecin en başına yerleştirmek gerekmektedir. Zira adalet duygularımızı zedeleyen kanunların ya da sözleşmelerin varlığı sorunlara çözüm üretmekten ziyade sorun üreten bir araca dönüşebilmektedir. Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki küresel ölçekteki sorunlara çözüm bulma iddiası ile ortaya çıkan uluslararası kuruluşlar, tarafsız kalmaları gerekirken mensubu oldukları ulus devletlerin çıkarları yönünde hareket edebilmektedir. Nitekim bugün özellikle Orta Doğu ve Afrika'da olmak üzere, dünyanın pek çok noktasında yaşanan insanlık suçlarına karşı sessizliğe bürünen uluslararası kuruluşlar insanlığın vicdanı ile oynamaktadır.

Netice itibariyle küreselleşme sürecinde insanlığın kendi eliyle yaptığı kötülükler yüzünden, hem toplumsal, hem de doğal denge bozularak, nükleer felâketler, aşırı silahlanma, çevre kirlenmesi, uyuşturucu, alkol, cinsel sapıklıklar, terör ve anarşi gibi her türden fesat ve bozgunculuk ortaya çıkmıştır. Yoksulluk, açlık, çevresel felaketler ise her geçen gün artarak devam etmektedir. Bu noktada yoksul milletlerin ve tabiatın bu yükü nereye kadar taşıyabileceği sorusu ise insanlığın sınav kâğıdında cevaplanması gereken bir soru olarak durmaktadır.

 


[1] Fırat BAYAR Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye

http://www.politikadergisi.com/sites/default/files/kutuphane/kuresellesme_kavrami_ve_kuresellesme_surecinde_turkiye.pdf

[2] Fırat BAYAR Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye

http://www.politikadergisi.com/sites/default/files/kutuphane/kuresellesme_kavrami_ve_kuresellesme_surecinde_turkiye.pdf

[3] Fulya KIVILCIM, “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinin Gelişmekte Olan Ülke Türkiye Açısın-dan Değerlendirilmesi”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi Cilt 5, No. 1, 2013.

   https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/117355

[4] Mehmet Yunus ÇELİK Boyutları Ve Farklı Algılarıyla Küreselleşme

   https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/55770

 

[5] Muharrem BALCI Küresel Sistem Karşıtı Harekette Aktivistlerin Rolü

http://www.muharrembalci.com/yayinlar/tebligler/246.pdf

HerTarafHaberSitesi