Tarih: 26.01.2023 14:05

21. Yüzyılda Kitap Yakmak Neyin Nesidir?

Facebook Twitter Linked-in

Önce aşırı sağcı politikacı Rasmus Paludan’ın, Türkiye’nin Stockholm Büyükelçiliği önünde Kuran-ı Kerim yakması, bir gün sonra Hollanda parlamentosu önünde benzer bir olayın Pediga lideri tarafından tekrarlanması, doğal olarak büyük tepkilere sebep oldu. Galiba en fazla tepki veren ülke de Türkiye oldu. İlk olayın Stockholm Büyükelçiliğimiz önünde gerçekleşmesi ve İsveç ile Türkiye arasında NATO vesilesiyle yaşanan gerginliklerin bunda rolü olduğu kuşkusuz.

Peki, nereden çıktı bu Kur’an yakma ve yırtma olayı?

Aslına bakılırsa bugüne kadar sarkan olaylar dizisi, 11 Eylül 2001’den itibaren başlıyor. Amerika’daki İkiz Kulelere saldırı, Avrupa’da Müslüman kişi ve kurumlara karşı saldırıları tetikliyor. Çünkü Avrupa liderleri bu saldırıyı kendilerine yapılmış bir saldırı olarak yorumladılar. Sonraki yıllarda Müslümanlara ve İslam’a karşı bir dizi olay yaşanacaktır. Danimarka ve Fransa’da karikatür krizleri, Hollanda’da aşırı sağcı lider Wilders’in “Fitne” adlı bir film yayınlaması, zaman zaman birçok ülkede camilerin kundaklanması vs. bu olaylardan hatırladığımız birkaçı.

Şu bir gerçek ki, bir konjonktür olarak görülebilecek 11 Eylül krizi, Avrupa ve Amerika’da yapısal bir duruma dönüşmüştür. Bu yapısal sorunu, Batı dünyasının bir öteki ve düşman yaratma girişimi olarak okuyabiliriz. Çünkü komünizmin yıkılmasından sonra, kendini hep bir düşman kampa göre konuşlandırmış olan Batı sistemi boşluğa düştü ve bu boşluğu doldurmak için yeniden bir düşman tanımı yaptı. Zamanında NATO genel sekreteri Jozef Lunz “yeni düşman İslam’dır” açıklaması yapmıştı. Özellikle güvenlik ve istihbarat örgütleri bu yeni düşmanın tanımlanması ve ayakta tutulmasında önemli roller oynadılar. Daha kötüsü Batı siyasetinin bir kısmı ve medyası da bu yeni düşmanın yaratılması konusunda üzerine düşen görevi yerine getirdi.

Avrupa’da bu kez Kur’an yakma ve yırtma eylemleri aşırı sağın ulaştığı düzeye ve kendine güvene işaret ediyor. Birçok ülkede sağcı koalisyon hükümetleri var. İsveç ve Hollanda’da uzun süren çalışmalardan sonra zorla koalisyon hükümetleri kuruldu. Sol önemli oranda gücünü yitirdi. Solun ve kimi sağ partilerin tabanları hızla aşırı sağa kayıyor. Bu durumda yerleşik siyasi partiler ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Kendi tabanlarına hâkim olmak için aşırı sağ söylemi tercih edenler var ve bunlar kendi ilkeleriyle zıtlaşıyorlar. Ama bu bile artık çözüm olmuyor.

Son olaylarda hükümetlerin rolünü anlamak için bu siyasi dengeleri dikkate almak gerekiyor. Mevcut hükümetlerin İslam karşıtı eylemlere müsaade etmemesi sadece onların aleyhine bir durum yaratacaktır.

İsveç özelinde şöyle bir durum var: Kopenhag’da oturan Rasmus Paludan gelip Stockholm’da eylem yapıyor. İzin almak için ödemesi gereken harcı ödeme konusunda gecikiyor. Buna rağmen dışardan hükümete destek veren aşırı sağ partinin desteğiyle izin alıyor. İsteseydi İsveç hükümeti prosedür gereği bu eyleme izin vermeyebilirdi. Ama bunu bile yapmak istemiyor. Çünkü izin vermemesi durumunda sadece eylem ertelenmiş olacaktı.

Söz konusu eylemin sadece Müslümanların aleyhine değil, aynı zamanda İsveç hükümetinin aleyhine olduğunu da bilmeliyiz. Çünkü İsveç hükümeti Türkiye ile gerilimi tırmandırarak NATO konusunda Türkiye’nin desteğini almaktan uzaklaşmıştır. İkincisi aşırı sağ yerleşik partilerin tabanını kemiriyor. Onlara alanı açmakla kendi kendini zor durumda bırakıyor ve ülkeyi istikrarsızlaştırıyor.

Peki, buna rağmen İsveç ve Hollanda neden İslam karşıtlığına prim veriyor?

Bunun iki temel nedeni var. İlk olarak söz konusu ülkelerde nefret yasası uygulanmıyor ve bu tür eylemler suç değildir. Kaldı ki, nefret yasası bile olsa aşırı sağcılar çoktandır bir oyun kurmuşlar ve “Biz Müslümanlara değil, İslam’a karşıyız” diyorlar. Yani “Müslüman” ve “İslam” arasında bir ayrım yaparak nefret yasasına takılmaktan kendilerini koruyorlar.

İslam karşıtı eylemlerin cezalandırılabilmesi için daha eski bir yasa olan blasfemi yasasının uygulanması gerekiyor. Ne var ki bu yasa da pek çok Avrupa ülkesinde olmasına rağmen uzun yıllardır uygulanmıyor ve demode bir yasa olarak görülüyor. Bu yasa uygulansa bile hukukçular bu yasanın Hristiyanlığın kutsallarına küfretmeyi engellemek için yapıldığını ve Müslümanlar için geçerli olamayacağını söylüyorlar.

Bir diğer neden, Avrupa’da ciddi anlamda bir seküler bir zihniyet gelişmiştir ve bizim gibi onlar dini kutsallara saygı göstermiyorlar. Sadece hayat alanları değil, zihinler de önemli oranda kutsallıktan arınmıştır. Çoğu Avrupalı bırakınız kutsallara saygı duymayı, bunlara yapılan saygısızlığın Müslümanlar tarafından neden bu kadar yüksek hassasiyetle karşılandığını da anlamıyorlar.

Din özgürlüğünün korunmasına gelince, Avrupalı özgürlüğünü kendi tarihinde seküler bir içeriğe dönüştürdü. Onlara göre özgürlük, dinden ve Tanrı’dan özgürleşme (free from God) şeklinde anlaşılıyor. Özgürlük ve kutsallık arasında bir çatışma olduğunda tercih edilen şey, kutsallık değil özgürlüktür.

Tüm bu yapısal, kültürel ve siyasal durumlar dikkate alındığında Avrupa’da Kur’an’ın yakılması sıradan bir kitabın yakılmasından başka bir anlam ifade etmiyor. Aşırı sağcılar Müslümanların dini hassasiyetlerini iyi bildikleri için bu tür eylemleri yapıyorlar ve yapmaktan da kaçınmayacaklar. Göç, göçmenlik, güvenlik, terörizm ve Müslümanlık gibi olguların iç içe geçtiği bir dünyada aşırı sağcı eylemler toplum ve siyaset nezdinde kendilerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar.

Şunu da unutmamak lazım: Avrupa kitap yakmak ve insan yakmak konusunda sicili bozuk bir dünyadır. Orta çağda kiliseye karşı çıkanlar ve “cadı” olarak damgalan yüzlerce kadın yakılmıştır. Hollanda’da Kilise 16. yüzyılda kendi uygulamalarını eleştirdiği için Jan de Bakker adlı bir papazı (Luher’in öğrencisi) Lahey meydanında yakmıştır. Yine aynı şehirde İbn Rüşdçü olduğu için bir düşünürü (Herman van Rijswijk) yakmıştır. Bu sonuncu kişi Hollanda toprağında sapkınlıkla suçlanan ve idam edilen ilk kişidir. İspanya’da Hristiyanlar yeniden hâkim olduklarında Granada meydanın binlerce kitap yakmışlar, Yahudileri Hristiyanlığa geçmeye zorlamışlar ve bu nedenle büyük bir Müslüman ve Yahudi göçüne sebep olmuşlardır.

Tarih boyunca hem Yahudileri hem de Çingeneleri günah keçisi ilan edip linç etmişlerdir. Sömürgecilik boyunca Afrika ve Asya’da kölecilik ve savaşlar nedeniyle milyonlarca insanı öldürmekten kaçınmamışlardır. En son İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler milyonlarca Yahudi’ye soykırım uygulamışlardır.

Tüm bunlar doğru olmakla birlikte iki şeyden sakınmak gerekiyor. İlk olarak geçmişte yaşananlar tekrarlanmak zorunda değildir. Avrupa kendini aşma konusunda büyük bir gayret harcamıştır. Ancak tümüyle kendi tarihiyle hesaplaşma konusunda da başarılı olamamıştır. Hala Hollanda’da kölelik ve sömürgecilik geçmişiyle ilgili tartışmalar yaşanıyor. En son Hollanda başbakanı Rutte tarihte yaşanan kötü olaylardan dolayı özür dilemiştir.

İkinci olarak Avrupa’yı tümüyle İslam karşıtı görmek ve genellemeler yapmak doğru değildir. Zaman içinde önemli bir kesim, karşımıza geçmekle birlikte hala çoğunluk azınlık Müslüman grupların yanındadır ve yapılanları tasvip etmemektedir. Ama yukarıda da açıkladığımız nedenlerden dolayı bizim gösterdiğimiz hassasiyeti onlardan beklemek doğru değildir.

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —