Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

12 sene sonra tekrar "âkiller" toplantısında

Yazar Muhsin Kızılkaya, 2013’te ilan edilen ve akil insanların içerisinde bulunduğu çözüm süreci ile şimdi yürürlükte olan çözüm sürecine yönelik bir değerlendirmede bulunuyor.

12 sene sonra tekrar

63 kişiydik. Aradan on iki sene geçmiş. On iki senede köprünün altından azgın nehirler akmış. Kimimiz ölmüş, kalanların hemen hemen hepsi yaşlanmış.

*

Bir hafta önce, birbirimizi sevme nedenimiz ortak sevdiklerimiz olan beş arkadaş, en varlıklımızın teknesiyle gittiğimiz Rodos’ta tarihi kaleyi gezerken DEM Sözcüsü Ayşegül Doğan aradı. İstanbul’da eski Akil İnsanlar Heyetiyle bir toplantı yapmaya karar vermişler. Eş Genel Başkanları Tuncer Bakırhan, Tülay Hatimoğulları ve partiden bir heyet bizleri “dinlemek” istiyormuş, katılırsam memnun olacaklarmış. “Başım gözüm üstüne” dedim. On iki sene sonra heyetten yirmiye yakın arkadaşımla buluşmam böyle oldu.

Tam saatinde gittim Taksim’de bir otelde düzenlenen toplantıya. Daha kapıda Kezban Hatemi ve Tarık Çelenk’le karşılaştım. Vahap Coşkun yaklaştı Yıldıray Oğur’la, Yılmaz Ensaroğlu hâlâ öyle munis, hâlâ öyle Allah’ın kulu… Ahmet Faruk Ünsal, Levent Korkut, Fazıl Hüsnü Erdem oradaydı, Celalettin Can, Öztürk Türkdoğan, Nihal Bengisu Karaca da… Ali Bayramoğlu’nun bir manisi vardı, Baskın Oran bir mesaj göndermişti. Can Paker, Tarhan Erdem, Hasan Karakaya, Fuat Keyman, Beril Dedeoğlu, Cemal Uşşak, Yücel Sayman, Kürşat Bumin Hakkın rahmetine kavuşmuşlardı, Kadir İnanır, hastaydı. Oral Çalışlar’la yan yana oturduk, derken Murat Belge girdi içeri. Yemekte Murat Abiyle yan yana düştük. Daha çok edebiyattan, hayattan konuştuk.

İçerde konuşulanlar içerde kalacak. Ama bende garip bir hissiyat oluştu arkadaşlarımı dinlerken.

Bundan on iki sene önce, yeni başlamış olan “barış sürecinde”, birilerine akıl vermek yerine, gideceğimiz yerlerde yaşayanların bu meseleyle ilgili akıllarından geçenleri öğrenmek üzere Anadolu’ya dağıldığımızda hepimiz çok heyecanlı, yapılan hakaretlere, edilen küfürlere aldırmadan, ilk defa okula giden çocuklar gibi şendik. İşini gücü bırakıp taşın altına elini koyanlara “maaşa bağlanmış satılık”, “memleketi satan hain”, “akılsız akiller” gibi yaftalarla saldırdıkları halde kimse tınmamış, el birliğiyle özlemini çektiğimiz “barışın” gelmesi için karınca kararınca uğraşıp durmuştuk. Heyhat, kısa süre zarfında belli oldu; ne devletin barış için olgunlaşmış bir fikri vardı ne de karşı tarafın koşulsuz bir barışa niyeti... Devlet barıştan, dağdakilerin gelip legal siyasete katılmalarını anlıyordu; dağdakiler de kendilerine verilecek bir bölgeyi “demokratik özerklik” yoluyla yönetmeyi… Bu iki fikir, bu iki ajanda birbirinden doğu ile batı kadar uzaktı. Yine de iki seneye yakın bir süre boyunca; İslamcısından Türkçüsüne, Osmanlıcısından Garpçısına herkesin devrilmesini istedikleri Sultan Abdülhamit’in bir darbeyle tahttan indirildiği İkinci Meşrutiyet sonrasında memlekete yayılan sekiz dokuz aylık özgürlük havasına benzer bir havanın esmesine yol açtı memleket sathında. Kurtla kuzu yan yana yaşadı, türküler, halaylar birbirine karıştı, güvercinler uçtu, dağ çiçekleri ilk defa o bahar barut kokusuna maruz kalmadan çıktılar yeryüzüne, dağ keçileri ilk defa o yaz dağlarda özgürce dolaştılar. Ama gelin görün ki ilahlar kana doymamıştı, bıyıkları yeni terlemiş cıvanların kanı daha çok akmalıydı; hendekler kazıldı, silahlar patladı, kan gövdeyi götürdü, memleket koyaklarını anaların tiz çığlıkları tekrar doldurdu, tekrar göz yaşı sel olup aktı.

1 Ekim 2024 günü, kıymetli Devlet Bahçeli’nin Meclis’te, oturduğu sıradan kalkıp DEM sıralarına giderek başkanlarının elini sıkmasıyla başlayan güne kadar ardan geçen on bir senelik süre, Türkiye tarihinin en netameli yılları olarak tarihe geçecek. Şehirler yıkıldı, kasabalar viraneye döndü, on binlerce insan yerinden yurdundan oldu, alçakça bir darbe girişimi yaşandı, ekonomik buhran girdi araya, alım gücü düştü, biraz daha fakirleştik, çocuklarının kandırılarak dağa götürüldüklerini düşünen bazı anneler Diyarbekir’de “evlat” nöbetine başladı, “barış sürecinin” bazı aktörleri hapishaneye girdi, umut azaldı, yılgınlık büyüdü, barışa dair hiçbir umut hiçbir yerde yeşermeyecek duygusu yaygınlaştı derken 1 Ekim 2024 günü Devlet Bahçeli oturduğu sıradan kalkarak ömrünün en uzun, ömrünün en hayırlı, ömrünün en takdire şayan yolculuğuna çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da gözü üzerindeydi, derken bir mucize oldu. Dünyanın hiçbir savaşında barış “beklenmedik bir anda” gelmez, bizde ona giden yol “aniden” açıldı. Uzaktan gelen bir misafir gibi kapımızı çalmaya başladı aniden… Hepimizi yeniden bir yaşama sevinci sardı.

*

O toplantıda bulunan arkadaşlarım teker teker söz alıp akil insanların yeni sürece katkısı olabilecek deneyimini anlatırken, ben o heyete seçildiğim güne gittim. Yaşlı bir insan için 12 yıl uzun bir dönem değildir ama 12 yaşında bir çocuk konuşurken “ben hayatımda böyle bir şey görmedim” diyebilir, zira onun için 12 yıl bir ömürdür. O kadar uzun bir süre silahlar konuştu ki artık yılların bile bir hükmü kalmadı. Bugün omuzuna yetişmediğim “eşek kadar” herif olmuş olan oğlum, heyete seçildiğim gün iki yaşındaydı, annesi çalışıyordu, ona bakmak benim görevimdi. O heyete seçildiğim günden heyetin dağıldığı güne kadar 83 gün boyunca günlük tuttum. Bu günlüğü daha sonra “Barışa Katlanmak-Bir ‘Akil’in 83 Günü” (Alfa) başlığıyla bir kitap haline getirdim. Şimdi bu yazıyı yazarken kitabı tekrar elime aldım, karıştırmaya başladım. Kitaba, Halil İnalcık’ın Bâsîrî’nin “Latifnamesi”nden aldığı “Mecliste âkilin sözünü anlar kimse yoksa azaptır,” sözünü epigraf yapmışım.

Sahi, o sırada belki de bugün “âkilin” sözüne kulak verecek birileri yaşıyor mu hâlâ bu memlekette? Herkes kendini âkil görür, kimse kimsenin “akilini” beğenmez. Ben o sırada 50 yaşına yeni girmiştim. Genç sayılmıyordum. Ama “akil olmaya” ben karar vermemiştim. Akil vasfımdan çok Kürt meselesi üzerine yıllardan beri konuşmam, yazmam, fikir serdetmem beni bu heyete sokmuştu sanırım. Yoksa benim aklım kimsenin aklından üstün değildi ve kimseye verecek fazladan aklım yoktu.

*

3 Nisan 2013 Çarşamba günü, günlüğümde yazdığıma göre, o gecenin geç bir saatinde koltuğa uzanmış Barcelona’nın bilmem kimle oynadığı maçı izliyordum. Telefonum çalmış, bende kayıtlı olmayan bir numara, açmış “Merhaba Muhsin Bey, ben Yalçın Akdoğan” demişti arayan kişi. “Şu akil insanlar meselesiyle alakalı arıyorum. Sizi de listeye almayı düşünüyoruz, kabul eder misiniz?” diye sormuş, ben de hiç düşünmeden “Başım, gözüm üstüne” demiştim.

Telefonu kapattıktan sonra maçtan kopmuşum. Çocuklarım, karım uyuyordu. Kesif bir sessizlik vardı evde. Dışarıda, evin yakınından geçen anayoldan duyulan trafik gürültüsünden başka hiçbir ses yoktu. Koltukta bir süre öyle kalmıştım. Nedense aklım, İstanbul’a ilk geldiğim güne gitmişti. Tam otuz sene önceydi. 1983’tü, bir arkadaşımdan borç aldığım 10 bin lirayla gelmiştim bu şehre. Kimseyi tanımıyordum. Beni Vedat Günyol çağırmıştı. O yaz ona misafir olmuştum. Yapayalnızdım, şehirde bir yabancıydım, şehir beni içine almayacak diye tedirgindim, aksak sakardım. İstanbul efsunluydu, her sokağı yeni bir bilinmeze açılıyordu. Her şeye hayret ediyordum. İşte otuz sene sonra; İstanbul’a gelişimden bir yıl sonra başlayan son Kürt isyanının bitirilmesi sürecinde çalışmak üzere seçilmiş 63 insandan oluşan bir heyette görev yapmaya davet edilmiştim. Hayat hiçbir şeye benzemiyordu. Ayrıca “İbn Zerhani”nin (Orhan Pamuk) demesiyle “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı değildi”, “yazı hariç…” Galiba yazı beni buraya getirmişti.

 

Devamı >>>



Anahtar Kelimeler: sonra tekrar "âkiller" toplantısında

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER