Mülakat: Naman Bakaç
Perspektif’in geçtiğimiz günlerde birinci bölümü yayımlanan İsrail-İran arasındaki “12 Gün Savaşı”nın jeopolitik, diplomatik, askerî ve toplumsal etkisini analiz eden soruşturma dosyasının ikinci bölümüne; Ortadoğu araştırmacısı ve İran uzmanı Süleyman Arslantaş, Ortadoğu uzmanı Haydar Oruç ile İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) araştırmacısı Oral Toğa görüşleriyle katkıda bulundu.
Süleyman Arslantaş - Ortadoğu Uzmanı
NETANYAHU’NUN, SİYASİ ÖMRÜNÜ UZATMAK İÇİN BİR SAVAŞA İHTİYACI VARDI
İsrail-İran savaşına dâhil olmasıyla Amerika’nın Ortadoğu’daki asıl hesabının ne olduğunu düşünüyorsunuz? Zira ABD, vergi tarifeleri vs. ile Çin’i dış politikasının merkezine oturtmuştu. ABD’nin savaşa dâhil olması ne anlama geliyor?
Amerikan başkanı seçildiği tarihten itibaren bakıldığında, öncelikle Trump’ın başkanlık seçimlerini küreselcilere karşı kazandığı unutulmamalı. İsrail’in arkasındaki en büyük güç odağının da küreselciler olduğu bilinmektedir. Netanyahu’nun, kendi siyasi ömrünü uzatmak için bir savaşa ihtiyacı vardı. Bu savaş Hamas-İsrail çatışmasıyla belli bir noktaya geldi. Fakat aradan geçen bunca zamana rağmen Netanyahu Hamas’a karşı bir zafer kazanamadı. 60-70 bin masum insanı katletti, yıktı, yaktı. Ama Hamas’a karşı bir zafer kazandığını söyleyemeyiz. Zira Hamas’ın elindeki rehinleri bile kurtaramadı. Dolayısıyla bu, Netanyahu hükümetinin hezimeti olarak tarihe geçti. Bu hezimeti bir şekilde telafi etmek ve kendi siyasi geleceğini uzatmak için bir bakıma İran’a karşı bir hareket başlatması gerekiyordu. 12 günlük savaşta olan hadise ise şu; 1948’de kurulan İsrail, 48 savaşı da dâhil olmak üzere girdiği hiçbir savaşta böylesine bir saldırı, hele hele yerleşim yerlerine saldırı görmemişti. Ayrıca diplomatik ve psikolojik olarak da köşeye sıkıştı.
Bilindiği gibi Çin, petrol ihtiyacının yüzde 55’ini başta İran olmak üzere Körfez emirliklerinden almaktadır. Trump’ın temel arzularından bir tanesi, Hürmüz Boğazı’nın İranlılar tarafından kapatılması. Zira bu, Çin ile Amerika arasındaki rekabetin, Amerika’nın lehine dönüşümü beraberinde getirecektir. O nedenle hem İran’ı sıkıştırmak hem de Netanyahu’nun sıkışmışlığını kısmen gidermek veya Amerika’daki Yahudi lobilerinin baskısını azaltmak için Trump nükleer tesislere yönelik bir harekât başlattı. Fakat bu hareket öncesinde gözden uzak tutulmaması gereken bir husus var.
Bir süre önce Pakistan askerî hiyerarşisinde üst komutanlarından biri, Genelkurmay Başkanı ve Pakistan İstihbarat Başkanı Trump’la yemek yedi. Bu yemekte ne konuşuldu tam olarak bilmiyoruz ama öncesinde İsrail’in, İran’ın uranyum tesislerini bombalaması halinde Pakistan’ın aynı şekilde karşılık vereceğini söyledi. Belki söyleyeceğimi bir komplo olarak değerlendirebilirsiniz ama ABD’nin nükleer tesislere yönelik saldırısını ben biraz yapay bir saldırı olarak görüyorum. Çünkü atılan bombaların hedefi 61 metre iken Fordo tesisi yerin neredeyse 80 metre altında. Atılan bombaların tesise ulaşması mümkün değil. Zaten Netanyahu bunun farkında olmalı ki yeniden İran’ın tesislerine saldırdı.
İRAN’DA BİR REJİM DEĞİŞİKLİĞİNİ BEKLEMİYORUM FAKAT REJİMİN REVİZE EDİLECEĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM
Netanyahu ve ABD’de bir kliğin hedeflediği İran’da rejim değişikliği meselesinin aslı astarı var mıdır? İran halkı olası bir rejim değişikliğinde nasıl bir tutum sergiler? Müesses nizama dönük rahatsızlıklar üzerinden halk ayaklanır mı yoksa bir kenetlenme, birlik-beraberlik tutumu mu sergiler İranlılar?
Ben İran’da kesinlikle bir rejim değişikliğini beklemiyorum. Fakat İran’daki rejimin revize edileceğini düşünüyorum. 46 yıllık devrim sonrası İran’ın siyasi yapısına baktığım zaman Rafsancani, Muhammed Hatemi ve Mir Hüseyin Musevi zamanında İran halkı görece bir rahatlığa kavuşmuştu. Yani karınları doyuyordu, fakat sonraki dönemlerde bu yeterince karşılanamadı. O nedenle şu an Devrim Muhafızları’nın egemenliğinde bulunan ekonomi, siyaset, bürokrasi gibi alanların bir şekilde Devrim Muhafızları’nın kontrolünden çıkartılarak yeniden siyasi iradenin emrine verilmesi gibi bir yola doğru İran’in gideceğini düşünüyorum. Zira başka çıkış yolları yok. Ancak bu şekliyle İran’ın bir geleceği olabilir. Gerçek o ki dışarıdan bir müdahale olduğu zaman sosyalisti, sosyal demokratı, İslamcısı, milliyetçisi, İslamcı olmayanı, yani İran halkının çoğu birlik-beraberlik içinde olur. O nedenle ben İran’da bir rejim değişikliği değil revizyon olacağını düşünüyorum.
ABD’NİN İRAN’A SALDIRACAĞINDAN TÜRKİYE’NİN HABERİ VARDI
ABD’nin savaşa dâhil olmasıyla birlikte Türkiye’nin ABD’yi kınamayıp, endişe duyduğunu deklare etmesiyle pasifist bir tutum sergilediği yazıldı-çizildi. İsrail’e ve Netanyahu’ya karşı yüksek perdeden sergilenen tutum, ABD’ye karşı gösterilmedi, cılız kaldı. Türkiye’nin ABD’nin savaşa dâhil olmasıyla sergilediği pozisyonu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye, yapılacak saldırıdan haberdar olan bir ülkeydi. Nükleer tesislere yönelik operasyonun, Pakistan, İran ve Amerikan yönetiminin birlikte oluşturduğu bir operasyon olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda da Pakistan’ın Türkiye’yi bilgilendirmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Olayın farkında olan Türkiye’nin anormal tepki vermesi beklenemez. Ben Türkiye’nin duruşunun tabii olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin pozisyonunun arka planında, aslında kendisinin daha önceden bilgilendirilmiş olması yatıyor.
Haydar Oruç - Ortadoğu Uzmanı
İSRAİL, ŞAH DÖNEMİNDE İRAN’IN NÜKLEER ENERJİ ÇALIŞMALARINI DESTEKLEMİŞTİR
İsrail’in 13 Haziran’da İran’a yönelik olarak başlattığı savaşın arka planında hangi dinamiklerin olduğunu düşünüyorsunuz?
İsrail’in İran’a saldırmak ve İran’ın sahip olduğu iddia edilen nükleer kapasitesini ortadan kaldırmak istemesi yeni bir durum değildir. Bilindiği üzere İran’ın nükleer enerji veya nükleer silaha yönelik çalışmaları Şah döneminde başlamıştı. Hatta o dönem İsrail de İran’ın nükleer enerjiye erişmesine yönelik çalışmaları desteklemiştir. Çünkü İsrail ile İran’ın 1979’daki İslam Devrimi’nden önce neredeyse müttefiklik seviyesinde yakın ilişkileri olduğu, ancak 1979’dan sonra İran’ın ABD ve İsrail’i büyük ve küçük şeytan olarak tanımlayarak ilişkilerini kestiği bilinmektedir.
İran’ın İsrail ve ABD ekseninden uzaklaşması ve İsrail’e yönelik tehditleri nedeniyle, daha önce İsrail tarafından desteklenen nükleer çalışmalar sorunsallaştırılmaya ve mümkünse ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bu kapsamda 2003 yılında İran’daki nükleer çalışmaların ifşa edilmesiyle, İsrail’in ABD’yi de İran’a karşı pozisyon almaya, hatta mümkünse müdahale ettirilerek tıpkı Irak ve Suriye örneklerinde olduğu gibi İran’ın da parçalanmasını mümkün kılacak sürecin başlatılmasına gayret edilmiştir.
İsrail’in bu konudaki çabaları 2015 yılında Obama’nın P5+1 ile İran arasında bir nükleer anlaşma imzalanmasına engel olamamış olsa da, Trump’ın göreve gelmesinin ardından 2018 yılında bu anlaşmadan çıkmasıyla nükleer anlaşmanın bir fonksiyonu kalmamıştır.
İsrail, Trump’ın ilk döneminde de ABD’nin İran’ı vurması için çaba sarf etmiş ancak en fazla ABD’nin Kasım Süleymani’yi suikastla öldürmesini sağlayabilmiştir. Trump’tan sonra iktidara gelen Biden’ın İran ile yeniden nükleer müzakerelere başlama isteği de İsrail’in yakın markajı ve ABD yönetimi üzerindeki etkisi nedeniyle mümkün olamamıştır.
Ancak 7 Ekim’den sonra İsrail, başta Gazze olmak üzere bölgedeki tüm hedeflerini gerçekleştirmek üzere geniş kapsamlı bir operasyona girişmiştir. Bu sayede bölgede İran’ın vekilleri olarak bilinen Hizbullah ve diğer Şii milislerin gücü kırılırken İran’ın bölgesel savunma mimarisi çökertilmiştir. Böylelikle İran ile doğrudan karşılaşmak için uygun zemin oluşturulmuştur. Nihayetinde Nisan ve Ekim 2024 aylarındaki misilleme şeklindeki provalardan sonra 13 Haziran’da İran doğrudan vurularak, büyük bir zayiat verdirilmiştir.
13 Haziran’da başlayan süreçte İsrail İran’a önemli oranda hasar vermiş olsa da öne sürüldüğü gibi tüm nükleer kapasitesi ortadan kaldırılamamış ve bunun için ABD’nin elinde bulunan silah ve mühimmatın kullanılmasının gerekliliği dillendirilerek, ABD’nin de sürece müdahil olması ve mümkünse bir ABD-İran savaşının patlak vermesi sağlanmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla Trump 22 Haziran’da, tam da İsrail’in istediği şekilde İran’ın Fordo, Natanz ve İsfahan nükleer tesislerini vurarak, İsrail’in tatmin olmasını sağlamaya çalışmıştır.
Trump, her ne kadar İran’ın vurulmasına yönelik emri verse de bunun İran ile doğrudan savaşmak anlamına gelmeyeceğini söyleyerek, sürecin İsrail’in istediği gibi devam etmeyeceğini göstermiştir. Böylelikle ABD İran’ın nükleer tesislerinin vurmasına rağmen İsrail ile İran arasındaki savaşa müdahil olmamış ve bu sayede yeni bir müzakere sürecinin kapısını açmıştır.
İSRAİL’İN GÖRECELİ DE OLSA BİR ÜSTÜNLÜK GÖSTERDİĞİ ANCAK İRAN’IN DA KOLAY BİR RAKİP OLMADIĞI GÖRÜLMÜŞTÜR
İran’ın İsrail ve ABD saldırıları karşısında, askerî ve istihbarî olarak dayanma gücü nedir? Savaş gerçekliği karşısında İran’ın zayıf ve güçlü yönleri nelerdir? İran bu savaştan nasıl bir tablo ile çıkar?
Aslına bakılırsa İsrail’in İran’a saldırdığı ilk gün olan 13 Haziran’da herkes; İsrail’in önemli bir üstünlük, İran’ın ise bu sürpriz saldırı karşısında büyük bir zafiyet gösterdiğini düşünmüştü. Zira İran’ın o gece üst kademe komuta kademesi ortadan kaldırılırken, nükleer çalışmaları yürüten bilim insanları da öldürülmüştü. İsrail uçakları Tahran’ın hava sahasında istediği gibi cirit atarken, MOSSAD’ın İran içinden devşirdiği ajanlar marifetiyle İran içerden çökertiliyordu.
Ancak İran ikinci gün toparlanarak İsrail’e karşılık vermeye başladı ve hava savunmasında zorluklar yaşasa da, İsrail’e fırlattığı balistik füzeler ve kamikaze dronlar marifetiyle savaşta dengeyi sağlamayı başardı.
Fakat İran her ne kadar attığı balistik, süpersonik ve hipersonik füzelerle İsrail’e tarihindeki en büyük tahribatı yaşatmış olsa da, İsrail’in İran’a verdirdiği hasardan uzak bir görüntü çizmiştir. Zira ne İsrail’in üst seviye komuta kademesinden birisi öldürülebilmiş ne de askerî kapasitesini sakıt edecek önemli bir vuruş gerçekleştirmiştir.
İran’ın füzelerinin daha ziyade ticaretin merkezi olan Tel Aviv’e ve deniz ticaretinin kalbi olan Hayfa’ya odaklandığı görülmüştür. Buna mukabil ne İsrail’in Dimona nükleer tesisinin ne Doğu Akdeniz’deki gaz platformlarının ne de ülkenin muhtelif yerlerindeki diğer askerî üslerinin vurulduğuna yönelik herhangi bir bilgi gelmemiştir. Bu konuda İsrail’in uyguladığı sansür etkili olsa da, süreç boyunca İsrail uçaklarının kesintisiz olarak havalanabilmesi ve halen Tahran üzerinde uçabilmeleri bu şekilde düşünmemize yol açmıştır.
Dolayısıyla bu savaş kapsamında İsrail’in göreceli olsa da bir üstünlük gösterdiği ancak İran’ın da kolaylıkla üstesinden gelinemeyecek bir rakip olduğu görülmüştür. Ancak İran’ın arkasında, özellikle bölgedeki vekil güçlerinden mahrum bırakıldıktan sonra başka hiçbir devletin durmadığı görülürken, İsrail süreç boyunca başta ABD olmak üzere nerdeyse tüm Batılı devletlerden destek almıştır. Hal böyle olunca da savaşın sürmesi halinde iyice desteksiz kalacak olan İran’ın daha da zor bir duruma düşebileceği öngörülmüştür. Zira İsrail İran sahasında serbestçe hareket edebilirken, İran’ın ise sadece füzelerle etki üretebildiği ve bu etkinin de sınırlı olduğu görülmüştür. Ancak İsrail’in tüm vuruşlarına rağmen İran’ın nükleer kapasitesini ortadan kaldıramaması, İsrail’in tek başına İran ile baş edemeyeceğinin somut bir göstergesi olmuştur. Kaldı ki İsrail’in hem saldırı hem de savunma maksadıyla kullandığı pek çok mühimmatın da Batı menşeili olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Aslında tam da bu nedenle ABD sürece dâhil olmuş ve Fordo’nun tahrip edilmesi için doğrudan rol üstlenmek durumunda kalmıştır.
Gelinen noktada ABD Başkanı Trump’ın da sahadaki kilitlenmeyi görerek, sonu gelmeyecek ve tarafların hiçbirinin tamamen üstünlük sağlayamayacağı sonsuz bir savaşa engel olmak üzere sürece müdahale ettiği anlaşılmıştır.
Nihayetinde İran, İsrail’in sahip olduğu tüm sofistike silah ve mühimmata rağmen tam olarak yenilmemiş ama hem nükleer kapasitesinde hem de askerî komuta kademsinde büyük yara almıştır. İsrail’in de tüm avantajlarına rağmen İran ile tek başına mücadele edemeyeceği ortaya çıkmış olup, ABD’nin desteği olmaksızın bölgeyi dizayn edemeyeceği net bir şekilde anlaşılmıştır.
Ortaya çıkan bir diğer önemli bulgu ise, İran’ın savaş sürecinde kullandığı bazı füzelerin de İsrail için en az nükleer silah kadar tehdit oluşturduğu gerçeğidir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde İsrail’in sadece İran’ın nükleer çalışmalarını değil balistik füze üretim kapasitesini de hedef alacağı anlaşılmaktadır.
İSRAİL HALKI, ORDU VE İSTİHBARATININ HER ŞEYE MUKTEDİR OLMADIĞINI, İRAN GİBİ AMBARGOLAR ALTINDA OLAN BİR DEVLETİN BİLE İSRAİL’E ZARAR VERECEĞİNİ GÖRMÜŞTÜR
İsrail’in 13 Haziran’da başlattığı savaşa dair bir hasar raporu çıkaracak olursanız, tabloda neler sıralarsınız? Ilan Pappé’nin dediği bu Siyonizm’in sonunun başlangıcı olur mu? Yoksa Netanyahu’nun iktidarını uzatan bir etki mi yaratır?
Muhakkak ki İsrail bu savaşın sonunda murat ettiği şeyi tamamen elde edememiştir. Ancak bu konuda önemli kazanımlar sağladığı da ortadadır. Her şeyden önce İran’ın içine sızdığını ve istediği zaman İran ordusundan herhangi birini veya nükleer çalışmalarda görev alan bilim insanlarını ortadan kaldırabileceğini göstermiştir. Ayrıca İran’ın neredeyse tüm nükleer tesislerine önemli vuruşlar gerçekleştirmiş ve bu sayede belki de İran’ın nükleer silah elde edebilmesini 10-15 yıl ötelemiştir.
Ancak İran da kolay lokma olmadığını ve Batı’nın tüm desteğine rağmen İsrail’in bölgede istediği gibi oyun kurmasına izin vermeyeceğini göstermiştir. Hatta İsrail’i kurulduğu tarihten beri ilk kez sert şekilde vurarak, etkisini daha sonra anlayabileceğimiz ağır hasarlar vermiştir. İsrail’in gerçekte ne kadar zarar gördüğü veya şimdiye kadarki maksimalist taleplerine devam etmek için takatinin kalıp kalmadığı, gerçek tablonun ortaya çıkmasından sonra daha iyi anlaşılabilecektir.
Bu durum İsrail’deki sapkın yöneticilerin sahip olduğu, bölgede hiç kimsenin kendilerini engelleyemeyeceği şeklindeki algının çökmesine ve ayaklarının yere basmasına yol açmıştır. Bu saatten sonra İsrail halkı da, kendi ordularının ve istihbarat örgütlerinin her şeye muktedir olmadığını, bilakis İran gibi yıllardır ambargolar ve yaptırımlar altında olan bir devletin bile İsrail’e ziyadesiyle zarar verebileceğini daha iyi anlamıştır.
Bu koşullar altında Netanyahu’nun iktidarına devam edip edemeyeceği hususu ise daha çok ABD yönetiminin, daha doğrusu Trump’ın konuyu nasıl ele alacağı ve İsrail kamuoyunun süreçten duyduğu rahatsızlığı nasıl göstereceğiyle ilişkilidir. Eğer Trump Netanyahu’yu ateşkesi bozan taraf olarak etiketleyip itibarsızlaştırmaya kalkışırsa ve bu durum İsrail muhalefetini harekete geçirirse, 2026 sonbaharında yapılması planlanan seçimin erkene çekilmesi söz konusu olabilir ki muhtemel yaz aylarında yapılacak bir seçimi Netanyahu’nun kazanması zor gözükmektedir.
Netanyahu’nun iktidardan düşmesinin İsrail’in mevcut maksimalist taleplerinin törpülenmesine yol açıp açmayacağı veya bölgedeki istikrar bozucu faaliyetlerin sonlanıp sonlanmayacağı bilinmez ama bu konuda önemli bir geriye gidiş olacağı kuşkusuzdur. Zira 77 yıllık Siyonist rejim şimdiye kadarki en büyük darbesini almış ve artık yenilebileceği, hatta ortadan kalkabileceği bile anlaşılmıştır. Bu algının yıkılmış olması İsrail’in kurmuş olduğu korku imparatorluğunun yıkılmasının yolunu açacak yegâne kazanım olacaktır.
Oral Toğa - İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Araştırmacısı
“12 GÜN SAVAŞI” İFADESİ TARİHSEL KATEGORİ AÇISINDAN ANLAMLIDIR
1967’deki “6 Gün Savaşı” gibi bu savaşı da “12 Gün Savaşı” olarak tarihe not düşürmek mümkün mü? Savaşın bir “hasar raporu” çıkarılacak olsa, İsrail ve İran’ın hasar raporunu nasıl çıkarırsınız?
Bugün yaşadığımız şeyleri uzun erimli bir sürecin bir başka aşaması olarak görmek gerekiyor. Öte yandan Haziran 2025’teki bu çatışma, savaş ilanı olmaksızın yürütülmüş olsa da kapsamı, yoğunluğu ve hedef çeşitliliği bakımından devletlerarası açık çatışma niteliği taşıyan bir dönem olarak değerlendirilebilir. Bu yönüyle “12 Gün Savaşı” ifadesi tarihsel kategori açısından anlamlıdır. İsrail ile İran arasında uzun süredir devam eden dolaylı mücadele bu süreçte doğrudan ve yüksek yoğunluklu bir çatışmaya dönüşmüş, her iki taraf da birbirinin nükleer, füze ve güvenlik altyapılarına odaklanmıştır.
Çatışmalar boyunca İsrail’in net olarak bir siyasal mühendislik hedefiyle vuruşlar gerçekleştirdiği görülmektedir. İran cephesinde, nükleer programın kalbi olan birçok tesis ve bilim insanı saldırıya uğradı. Santrifüjler büyük ölçüde tahrip edildi. Aynı zamanda Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) sıklet merkezi olarak belirlenerek eyalet ve il düzeyindeki komuta yapıları hedef alındı. Önemli sayıda üst düzey güvenlik yetkilisi öldürüldü. Besic, Emniyet Teşkilatı, istihbarat unsurları gibi iç güvenlik aygıtının karargâhları da özellikle Tahran merkezli olarak vuruldu. İran da buna karşılık olarak 500’ü aşkın balistik füze ve 1.000’den fazla insansız hava aracıyla İsrail’i hedef aldı. Füzelerin büyük kısmı hava savunma sistemlerince imha edilse de bazıları askerî, enerji ve kent merkezlerine isabet etti. Bazı hedefler arasında Tel Aviv’deki askerî tesisler, Hayfa’daki rafineri ve Aşdod’daki enerji altyapısı da yer aldı. İran’ın füze ve İHA kapasitesini, niceliksel olarak sahada etkin biçimde kullanıldığı görülmektedir.
İRAN’IN BENİMSEDİĞİ STRATEJİ, AĞIRLIKLI OLARAK CEZALANDIRICI ANGAJMAN ÜZERİNE KURULUYDU
İran-İsrail savaşında İran’ın yürüttüğü savaş stratejisinin temeli caydırıcılık mı cezalandırıcılık mıydı? Ateşkeste İran’ın caydırıcılığı etkili oldu mu yoksa Trump’ın iç ve dış dinamiklerin dayatmasıyla mı bu kararı aldığını düşünüyorsunuz?
İran’ın bu çatışmada benimsediği stratejinin ağırlıklı olarak cezalandırıcı angajman üzerine kurulduğu söylenebilir. Ancak isabetli her vuruşun bir kapasite göstergesi olduğu unutulmamalıdır. İsrail’in nükleer altyapısına yönelik saldırılarına karşılık olarak İran, geniş çaplı füze ve insansız hava aracı kullanımıyla kararlılık gösterisi yaptı. Bu strateji, sadece doğrudan askerî caydırıcılık değil, aynı zamanda bölgesel aktörlere ve iç kamuoyuna yönelik bir güç gösterisi işlevi de gördü. İran’ın füze saldırıları, İsrail hava savunma sistemlerinin yoğun biçimde devreye girmesine neden oldu. Bu da İsrail’i hem stratejik hem de operasyonel olarak ciddi bir angajman içinde tutttu. Ancak İsrail’in, saldırılardan önce tüm bu riskleri hesapladığı düşünülebilir.
İsrail’in, sistem mühendisliğine yönelik bazı işler gerçekleştirdiği, ateşkesin ise bu hedeflere ulaştıktan sonra geldiği görülmektedir. Ancak ateşkesteki payenin ABD Başkanı Trump’a verilmesi anlaşılmaz değildir. Zira Trump’ın içerideki seçim atmosferi ve dış baskılarla şekillenen diplomatik tercihlerinin de etkili olduğu söylenebilir. Öte yandan İran’ın gösterdiği reaksiyon, tam anlamıyla bir geri çekilme değil, karşılık verebilme kapasitesinin mevcudiyetini ispatlama yönünde okunmalı. Bu durum ateşkesi İran açısından sembolik değil, stratejik olarak dengeleyici hâle getirdi. Son olarak İsrail’in İran’la giriştiği angajmanda saldırı temposunun inisiyatifini elinde tutmaya çalıştığı görülmekte.
İRANLILAR, ESNEK VE KÜRESEL SİSTEMLE UYUMLU HAREKET EDECEK ANCAK İSRAİL’İN SALDIRGANLIĞI DA BİTMEYECEK
Ateşkesin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Gazze’de defalarca ateşkesi sekteye uğrattığı düşünüldüğünde İsrail ateşkes sonrası nasıl bir strateji izler?
İranlıların esnek ve küresel sistemle uyumlu hareket etmeye devam edeceğini düşünmekle birlikte İsrail’in saldırganlığının henüz bittiği kanaatinde değilim. İranlılar uluslararası anlaşmaların kendilerine tanıdığı haklardan vazgeçmeyeceklerdir. Aynı şekilde uluslararası toplumun refleksleri ve diplomatik çabalarla yeni bir saldırının önüne geçebilir. Bu noktada İran’daki hükümetin iletişim kanallarını açık tutmasının önemli olması kadar uluslararası hukuk ve normların da istisnasız ve adaletli bir şekilde işletilmesi gerektiğini düşünüyorum. İsrail’in İran içinde giriştiği siyasal mühendislik çabası görmezden gelinmemeli, gelişebilecek her türlü olaya karşı dikkatli olunmalı.
Kaynak: perspektif.online