Miçotakis ABD’ye gitti. Orada âlây-ı vâlâ ile karşılandı ve Kongre’de şeref misâfiri olarak bir konuşma yaptı. Uzun, uzun ve ayakta alkışlandı. Aslında, Miçotakis’e verilen bu imtiyâz, alelâde değil, ABD standartlarında, Amerikalı olmayan bir siyâsal lidere verilebilecek en yüksek pâyelerden birisiydi. Ne hikmetse, aklıma birden merhûm Turgut Özal’ın ABD ziyâretinde Baba Bush tarafından nasıl sıcak karşılandığı ve sıradışı bir protokolle ağırlanmış olduğu geldi. Hoş, Bush ile Özal arasındaki o çok samimî, dostâne bağların aslında ne kadar aldatıcı olduğunu zamân içinde gördük. Son zamanlarda Bush’un, Özal’ın telefonlarına bile çıkmadığını, vefâtı sonrasında cenâzesine katılmadığını, hattâ sonradan katıldığı bâzı TV programlarında, Özal hakkında ileri geri konuşmalar yaptığını biliyoruz.
Prof.Dr. Çağrı Erhan, bizim Akıl Odası’nda hatırlattı; Kongre’de konuşma imtiyâzı, Türkiye’ye sâdece bir defâ, Türkiye’nin NATO’ya dâhil olmasının ardından yaşanan o balayı günlerinde, Celâl Bayar’a tanınmıştı. Yabancı bir liderin ABD Kongresi’nde konuşma yapması, en az on senelik bir stratejik ortaklığın garantisidir. Bu hesâba göre, artık Yunanistan’ın, en az on sene müddetince ABD’nin kesin garantisini aldığını söyleyebiliriz. Süreç elbette bu konuşma ile başlamıyor. Altı hayli doldurulmuş vaziyette. Miçotakis’e tanınan bu imtiyaz, Dedeağaç, Girit hattı boyunca Yunanistan’ın sayısız ABD üssü ile tahkim edilmesinin hediyesidir. Artık Türk Hâriciyesi’nin asla gözden kaçırmaması gereken bir resim ile karşı karşıyayız. Türk-Yunan anlaşmazlıklarında artık Yunanistan tek başına değil. AB desteğini zâten biliyoruz. Buna bir de açık bir ABD desteği eklenmiş durumda. Daha evvel, iki devlet arasında kriz doğduğunda, evet el altından ve nihâî tahlilde ABD, Yunanistan’ı kollardı. Ama, en azından söylemde bir denge tutturmaya çalışırdı. Bundan sonra böyle olacağından emin değilim.
ABD ve NATO yeni bir hat çizdi. Buna göre, Baltık’dan Girit’e uzanan ve Yunanistan’ı güneyde, hem askerî hem de enerji odaklı olarak ekonomik açıdan merkez hâline getiren, Türkiye’yi ise toptan dışlayan bir hat bu. Türkiye hâlâ resmen NATO mensubu bir devlet. Ama kabûl edelim ki, fiilen artık dışında. Miçotakis’in konuşmasında doğrudan Türkiye hiç zikredilmedi. Vurucu olan da zâten bu. Miçotakis, belli ki çok ihtimamlı hazırlanmış konuşmasının merkezine Türkiye’yi merkeze koydu. Biden’ın yeni dünya ligi ayrıştırmasında yaptığı Demokratlar-Otokratlar ayırımını bilhassa vurguladı. Alelâde oryantalistik ayırımların başlıklarıyla bunu süsledi. Kültürel kökleri îtibârıyla Batı’nın değerlerini oluşturan Helenizmin, modern Yunanistan’ın doğuşu olarak “Doğu despotizminin” sultasından nasıl kurtulduğunu, bu süreçlerde Batı’nın verdiği destekleri uzun uzun andı. Bunun, iyi (Batı) ile kötü (Doğu) arasında mütemâdiyen devâm eden gerilimli târihsel bir mukadderat olduğunu çarpıcı cümlelerle vurguladı. Aslında düğüm Odessa idi. Bugün bir başka Doğulu despotizm tarafından muhasara ve tecâvüze uğrayan Odessa, tarihsel kökleri ve misyonu ile tutarlı olarak Filiki Eterya’nın (Dostlar Cemiyeti) kurulduğu yer değil miydi? Zelenski, Yunan Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada bunu uzun uzun anlatmamış mıydı? Zelenksi’nin, Emmonoil Xantos’dan, Nikalaos Scoufas’dan farkı neydi ki? Sızdırmaz ve kendi saflığına bürünmüş, Grekoromen köklü bir Batı’da, o “vahşi Rus ve Türklerin” ne yeri olabilirdi ki?
Bu yarı mitik konuşmanın aslında târihsel bir karşılığı yok. Bu konu, bilhassa ortodoksinin târihi bağlamında çok rahat cevaplanabilir ve Miçotakis’in o mutantan konuşmasını çökertebilir. Başka bir yazının konusu olmayı hakeden bir derinliği olduğu için bu hususlara girmeyeceğim. Ama bu konuşmayı târihsel olarak çok mühim bulduğumu îtiraf etmeliyim. Çok net iki çıktısı var. Batı kesin olarak Türkiye’yi ve Rusya’yı dışlamış vaziyette. Eğer bu iki dışlanmış “Doğulu” güç, kendi aralarındaki meseleleri hâl edip, ortak bir strateji geliştiremezlerse, her ikisinin de âkıbeti tehlike altında.
Pekiyi, Türkiye’den istenen ne? Son olarak buna bir bakalım.. İstenen, Türkiye’nin Kıbrıs, Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’den elini ayağını çekmesi ve Kuzey Irak ve Sûriye’deki PKK devletinin oluşumuna müsaade etmesi. Büzüşmüş, kendi içine çekilmiş, Lübnanlaşmış bir Türkiye isteniyor. Gösterdikleri havuç ise İstanbul’u, tıpkı bir zamanlar Beyrut’u gibi bir finans merkezi yapmak. Arkasının nasıl geleceğini ise 1960’larda en parlak günlerini yaşayan, lâkin 1970’lerden başlayarak günümüze kadar ne hâle geldiği ise ortada olan Beyrut ve Lübnan’ın hâl-i pür melâline bakarak kestirebiliriz.