Yüce devlet ağır bastığı için Cumhuriyet de demokratik devletler arasında kendisine ortalarda bile yer bulamıyor. Demokratik Cumhuriyet için ‘Yüce Devlet’ normunu terk etmek bir zorunluluk.
Biraz ondan, biraz bundan olmaz mı? Yüzyıllık târihin kanıtladığı gibi olmadı, olmuyor, olmayacak da. Düşünelim. Biraz yüce devlet deyince, demokrasi de biraz oluyor, ama “biraz”ın ölçüsünü demokrasi değil, yüce devlet belirliyor. Netîce, “yüce devletin izin verdiği ölçüde” anlamında biraz demokrasi, ona da artık demokrasi denirse!
1982 Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünün birinci cümlesi, “Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa” diye başlıyor, “Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda” diye devam edip gidiyor. Bu bölümde demokrasiden söz edilen tek yer, Türk Milleti’ne âit olduğu belirtilen egemenliği “millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” ifâdesi.
Yâni demokrasi, hem de “hürriyetçi” demokrasi var ama bu, “bu Anayasada gösterilen” türden bir hürriyetçi demokrasi, liberal-demokrasi ile karıştırılmasın. (Cunta lideri Evren’in sözüydü, “her ülkenin demokrasisi kendine göredir” meâlinde bir lâf, hatırlar mıyız?) Anayasa da, “Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü” belirlediğine göre, “hürriyetçi demokrasi”nin de sınırlarını çizmiş bulunuyor. Sonradan ne yapsanız, meselâ “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile kânunlar çatışınca Sözleşme’yi uygulayacaksınız!” diye bir Anayasa maddesi bile yazsanız, boşa düşmeye mahkûm. Böyle olmadı mı ve böyle olmaya da devam etmiyor mu? Aksine örnekler vardır tabiî ama, sonuçta, devlet düzeninin nihâî karar vericileri olan yargı mensupları da, insan hakları ile devlet arasında çatışma gördüklerinde, devletten yana tavır alacaklarını, zihniyet, tutum ve davranış örüntülerinin böyle belirlendiğini her vesîleyle ortaya koymuyorlar mı?
Sorun Anayasa’da, daha doğrusu Anayasa’nın da varlığını üzerine inşâ ettiği norm olarak bu Başlangıç’ta. (Doğru, bu Başlangıç’ı yazanlar, onları destekleyen gruplar, örgütler, hâkim sınıflar, asıl sorun oralarda tabiî de, yine de “yeni bir başlangıç lâzım” demek için mevcudu sorun etmek gerek.) Başlangıç basit bir edebî metin değil; “edebî” sıfatı bu kadar kötü Türkçe ile yazılmış bir metnin semtine bile uğramaz, o ayrı. Başlangıç, Anayasa’nın metnine dâhil, bağlayıcı, yâni hukukî değeri var. O kadar ki, Anayasa’nın “değiştirilemez” ikinci maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına saygılı, lâik, demokratik sosyal hukuk devleti gibi niteliklerini sayarken, arada “Başlangıç’ta belirtilen temel ilkelere dayanan” demek sûretiyle, Başlangıç’ın hukukî değerini de tesbit etmiş oluyor. Eklemek isterim ki, Başlangıç’ta belirtilen temel ilkeler” ibâresi, “demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir” ibâresinden önce geliyor, tıpkı hepsinden önce gelen “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” gibi. Cumhuriyet’in niteliklerinin belirlendiği bu maddede ayrıca “toplumun huzuru, millî dayanışma ve adâlet anlayışı içinde” gibi bir ibâreye yer verilmiş olmasının da bir anlamı var mı? Hukukî açıdan tartışılırsa da, “Yüce Türk Devleti’nin ebedî varlığı” ile bunlar arasında bir ilişki kurulması istenirse, pek de itiraz edilmez.
Şimdi, konuya biraz da kavramsal olarak bakalım. Anayasa deyince, öncelikle bir devletin yasama-yürütme-yargı fonksiyonlarını yerine getiren temel kurumlarını, bu kurumlar arasındaki ilişkileri, yetki ve sorumluluk paylaşımını düzenleyen kurallar bütünü anlaşılır. Bu anlamda, nerede bir devlet varsa orada bu devlet örgütlenmesini düzenleyen kurallar bütünü anlamında bir anayasa vardır diyebiliriz, yanlış da olmaz. Buna karşılık, anayasa sâdece devlet örgütlenmesiyle ilgili bir düzenlemeler toplamı değildir. Bunun ötesinde, anayasa aynı zamanda devlet kudretinin sınırlarını, yâni devletin neleri yapabileceğini, nelere yapması gerektiğini, nelere yapamayacağını veya yapmaması gerektiğini de belirler ve bu anlamda devlet kudretini denetim altına alır.
Burada da en temel sınırlama, insanların temel hak ve özgürlüklerle belirlenmiş olan bireysel hayat alanlarının güvence altına alınması olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle, modern anlamda anayasa ile devlet arasındaki ilişkiyi düşündüğümüzde, anayasa, yukarıda gördüğümüz Başlangıç bölümünde yazıldığı gibi, “yüce devletin bölünmez bütünlüğünü belirlemek” gibi bir görev üstlenmez, aksine devletin sınırlarını çizmekle kendisini vâr eder. Anayasanın bu niteliğini en açık olarak, bir devlet inşâ eden normatif metinler olarak, o anayasayı yapan ve böylelikle bir devlet kuran halkların veyâ ulusların irâdelerinin ürünü olduklarının belirtilmesinde görürüz.
Meselâ, Federal Almanya Anayasası’na “Tanrı ve İnsan karşısındaki sorumluluklarının bilincinde, birleşik Avrupa’nın eşit ortağı olarak dünyâ barışını geliştirme kararından ilham almış olan Alman halkı, kendi kurucu iktidarını uygulamaya koyarak bu Temel Yasa’yı kabûl etmiştir.” Alman ulusunun ebedî yüceliği ve yüce Alman devletinin ebedî varlığı türü kavramların getirdiği yıkımın bilincinde bir toplumun kurduğu yeni bir devletin anayasasının başlangıcı böyle. Bu Anayasa’nın ilk maddesi de insan onuru dokunulmazdır ve bütün devlet organları buna saygı göstermekle yükümlüdür düzenlemesini içeriyor. Anayasal devlet düzeninin dayandığı temel normatif referanslar bakımından Türkiye ile arasındaki fark çok net!
Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989’da Sovyet denetiminden kurtularak bağımsız davranma imkânını yakalayan Polonya Anayasası da ilgi çekici. “Vatanımızın varlığını ve geleceğini gözeterek” diye başlıyor, 1989’da, “vatanın kaderini egemen ve demokratik bir biçimde belirleme imkânını yeniden kazandık” diye devam ediyor ve “Biz, Polonya ulusu -Cumhuriyet’in bütün yurttaşları” diye sürüyor. Ulus tanımı, “Cumhuriyet’in tüm yurttaşları”, ne kadar doğru bir tanım! Ve, asıl çarpıcı nokta: “Hakikatin, adâletin, iyiliğin ve güzelliğin kaynağı olarak Tanrı’ya inananlar kadar böyle bir inanca sâhip olmayıp, bu evrensel değerlere başka kaynaklardan hareketle saygı duyanlar” ifâdesi.
Çoğunluk inancının Katoliklik olduğu ve Kilise’nin sosyal ve hattâ siyâsî hayatta etkili bir rol oynadığı, bugün de Avrupa Birliği içinde sağ-popülist akımların güçlendiği ülkelerin başında gelen Polonya Anayasası, din ve inanç ile anayasal düzen arasındaki ilişkiyi, dindar olanlarla dine inanmayanların ortaklığında temellendirmek istiyor. Yüce Türk devletinin ebedî varlığını belirleyen Türkiye Anayasası’ndaki, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” hükmüyle, zorunlu din dersleri sorunu ve Diyânet İşleri Başkanlığı’na “milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaçlayarak” görev yapmayı yükleyen düzenleme ile mukayese edebilir miyiz, ne dersiniz?
İlginç bir başka husus, İspanya Anayasası’ndan. Onlarca yıl süren kanlı faşist Franco diktatörlüğünden sonra kabûl edilen bu Anayasa, “adâlet, özgürlük ve güvenlik [düzeni] inşâ etmek ve mensuplarının refahını geliştirmek arzusunda olan İspanyol Ulusu, egemenliğini uygulamaya koyarak, irâdesini açıklamıştır ki” diye başlıyor ve anlıyoruz ki, İspanyol Milleti, İspanyollardan ve “İspanya halklarından”, onların dillerinden, geleneklerinden ve kurumlarından meydana geliyor ve bu farklılıkların korunması, onlara saygı gösterilmesi Anayasa’nın temelini oluşturuyor. Burada mahcup olacağımız bir mukayese yapmayalım bence, sâdece geleceğin demokratik cumhuriyet anayasasının temellerini düşünürken, en önemli referanslardan biri olarak alınması gerek, artık yarım asra yaklaşan bu İspanya Anayasası’nın.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Demokrasi, özgürlükler, hukuk devleti ile ilgili ampirik ölçümler yapan kurumların hiçbiri, Türkiye Cumhuriyeti’ne en alt sıraların üzerinde yer veremiyor. Belki bu alt sıralardaki ülkelerde de bizim anayasamıza benzer anayasalar vardır, olabilir. Ancak, demokratik hukuk devletleri arasında böyle bir başlangıç ben tesbit edemedim. Bu bağlamda dikkât çekici bir nokta, 1982 Anayasası’nın Başlangıcı’nda yer alan ve 1930’larda formüle edilmiş olan “milliyetçilik” ilkesinden alınmış olan “Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyeti” ibâresi. Bu kâğıt üzerinde hoş bir ibâre ama, belli ki Anayasa’nın temel değeri olan Yüce Devlet ile çelişiyor. Yüce devlet ağır bastığı için Cumhuriyet de demokratik devletler arasında kendisine bırakın üstleri, ortalarda bile yer bulamıyor. Demokratik Cumhuriyet için “Yüce Devlet” normunu terk etmek bir zorunluluk. Biraz ondan, biraz bundan olmuyor. Bilmem yanılıyor muyum?
Kaynak: Farklı Bakış