Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Immanuel Wallerstein’in sosyal bilim evrenindeki yerini, düşünürün eserlerini ilk kez dilimize çevirerek Türk okuyucusuyla tanıştıran Mustafa Özel yazdı...
Arif, ölümünü sezer! Wallerstein, onca teorik çalışma arasında, tam 20 yıldır sürdüregeldiği Yorumlar (Commentaries) sütununu ölümünden iki ay önce (2 Temmuz 2019) 500’üncü yorumla noktaladı. Hiç sektirmeden ayda iki defa dünya ahvalini değerlendirdiği bu kısa yazılarda büyük güçler çekişmesinden Arap baharına, sınıf mücadelelerinden feminist hareketlere kadar birçok konuyu ele aldı. 2004 yılındaki bir sohbetimizde kendisine “Tarihî derinliğe doğru yol alıyorum diyorsunuz ama, bırakın tarihçileri, ortalama bir uluslararası ilişkiler uzmanının yapamadığı ölçüde dünya gündemine angajesiniz; 15 günde bir güncel yorumlar yazıyorsunuz. Bu bir zihnî çatışma ve dağılmaya yol açmıyor mu?” diye sorduğumda, çok sık tekrarladığı şu cevabı vermişti: “Hayır. Modern dünya-sistemin tarihsel gelişimi üzerinde çalışıyorum ama aynı dünya sisteminin bugünkü krizinden kendimi uzak tutamam! Bu yüzden yapısal krizin bugünü ve yakın geleceği üzerinde çokça yazıyorum”. Marx’a atıfta bulunacak olursak, dünyayı sadece yorumlamak değil, elinden geldiğince değiştirmek de istiyordu.
Wallerstein’i henüz yaşarken klasikler arasına sokan başeseri Modern Dünya-Sistem şu cümleyle başlıyor: “Change is eternal. Nothing ever changes” Değişim ebedidir. Asla hiçbir şey değişmez. Bu kısa ama çok şey söyleyen girişten hareketle, çağımızın bu büyük toplumcu-toplumbilimcisinin eserlerinin Lampedusa’nın Leopar başlıklı romanındaki temel tespitin izah ve yorumu olarak da okunabileceğini düşünüyorum: “Burjuvazi, hiçbir şeyin değişmemesi için, her şeyi değiştirir.” Burada burjuvazi yerine her dönemin egemen sınıf veya zümresini koymak gerek, pek tabii.
Sistemik bir düşünürdü Wallerstein, içinde yaşadığımız sosyo-ekonomik ve kültürel sistemin doğası, ortaya çıkışı, işleyişi ve muhtemel geleceğine (ve sistem-sonrasına!) aralıksız kafa yoruyordu. Braudel’den esinle, üç kafa tipi tanımlayabiliriz: Medyatik, akademik ve sistemik. Medyatik kafanın zaman ufku 5-10 yıl, akademik kafanın 50-100 yıl, sistemik kafanın ise (en az) 500-1000 yıl. Yirmili yaşlarda genç bir aktivist iken, Wallerstein de medyatik bir kafaya sahipti. Onu uyandıran, Afrika gerçekliğini anlama çabası sırasındaki beyhude koşuşturmanın farkına varması oldu. “Gençlik örgütlerinde aktiftim ve 1952’de Afrika’da yapılan bir uluslararası gençlik kongresine katıldım. Afrika beni büyüledi ve doktora tezimi Afrika’ya dair bir konuya hasretmeye karar verdim. Onbeş yıl boyunca birkaç kitap ve makale yazdım. Fakat bir zaman geldi ki, gazete başlıkları peşinde koşturduğumu hissettim. Afrika’da her şeyin değişmekte olduğunu, benimse son altı ayda olan biteni açıklama peşinde koştuğumu düşündüm ve dedim ki bu bir ilim adamının yapması gereken iş değil. Tarihî derinliğe doğru yol almalıydım.”
Tarihi derinlik, derin bir soruyla başladı: “O vakitler herkes Afrika’daki yeni devletleri yeni uluslar diye tanımlıyordu. Kendi kendime dedim ki, eğer bunlar yeni uluslar ise, eski uluslar nerede?” Böylece yarım yüzyılı aşacak “Modern Dünya-Sistem” tahlil süreci başladı. Yeni ulusları anlamak için Braudel’in “uzun 16. yüzyılına” gidip, Avrupa’nın kuzey ve batısı kapitalistleşme yoluyla bütünleşirken, Asya ve diğer bazı bölgelerdeki imparatorluk yapılarının nasıl çözüldüğünü ve yeni sisteme “eklemlendiğini” incelemeye başladı. Elden geldiğince Avrupa-merkezci olmamaya çalıştı! Elden geldiğince diyorum, zira mensup olduğu ülke veya kültürü dünyanın merkezine yerleştirmeden bir kuram veya felsefe geliştirmek ‘Batılılar’ için 19. yüzyıldan itibaren bir imkânsızlık haline gelmişti. Hegel’den Marx’a, Comte’tan Weber’e kadar Avrupa-merkezci olmayan neredeyse bir tek büyük Avrupalı düşünür gösteremiyoruz. Benim o geniş kanatlı sevgili Braudel’imin Akdeniz’ini bile okuduğunuzda, bu küçük iç denizin sanki Hint Okyanusu’nun birkaç misli büyüklüğünde olduğunu ve “erken modern çağlarda” oradaki iktisadi faaliyetin başka hiçbir bölgeyle karşılaştırılamayacak kadar yoğun olduğunu hissediyorsunuz. Gene de Braudel ve Annales bilginleri olmasa, Avrupa felsefe ve tarihçiliği bu Narsisizmden zor kurtulurdu. Onlara gelinceye değin, Avrupalı düşünürlerin Avrupa dışı toplumlara bakışı alimâne değil, cengâverceydi. Anlamaya çalışmıyor, baş eğdirmek için savaşıyordular adeta.
Hegel ve Marx dahil olmak üzere 19. yüzyıl Avrupa düşünürlerinin neredeyse hepsinin ortak yanı, genelde Avrupa insanının, özeldeyse bizzat kendilerinin, insan düşüncesinin zirvesini temsil ettiğini düşünmeleridir. Hegel, Tin’in diyalektik evriminin çocukluk çağını Çin ve Hint’le başlatıyor, olgunluk çağını Hıristiyan Avrupa’ya hasrediyordu. İnsanoğlunun altı temel bilim geliştirdiğini söyleyen Comte, matematikten başlıyor, sosyolojiyle listesini noktalıyordu. (Aradakiler: Astronomi, fizik, kimya ve biyoloji.) Sosyal bilim de teolojik evreden metafizik evreye geçmişti. Pozitivist evre, Comte’un kendi eseriyle başlıyordu! İkinci ortak yanları, modern Avrupa toplumunun barışçı, başta Asya olmak üzere diğer toplumların ise savaşçı olduğuna inanmalarıydı. Avrupalının elinde, bilgiyi temsil eden kitap; Asyalının elinde ise savaşı temsil eden kılıç vardı. Onları kılıçtan kurtaracak tek şey, makine ve ulusluk bilinciydi: 20. yüzyılın Avrupa ve dünyasını kana bulayan makine ve ulus!
Wallerstein, bu solipsist yaklaşıma epistemolojik, sosyolojik, ekonomik.. her düzlemde itiraz eden olgun bir ‘Batılı’ mütefekkirdi. ‘Avrupa Mucizesi’ne asla inanmıyordu: “Avrupa mucizesi dedikleri şey, üretkenciliğin yol açtığı yoğun ve yaygın büyümedir. Tekbenci bir yaklaşımdır bu. Batı yükseldi diyoruz. Batı’nın yükseldiğini nereden biliyoruz? Çünkü yoğun büyümeyi gerçekleştirdi. Yoğun büyümeyi gerçekleştirmiş olmak niçin yükselme sayılsın? Çünkü evrensel bir değerdir o. Peki, onu evrensel bir değer yapan nedir? Kültürel bakımdan bütün dünyaya benimsetilen bir değerdir bu. Soruyu ters çevirebiliriz: Batı gerçekten yükseldi mi? Yoksa hakikatte bir düşüş mü var? Bir mucize miydi bu, yoksa vahim bir hastalık mı? Akılcılığın mı, yoksa akıldışılığın mı gerçekleşmesiydi? Bana sorarsanız, bu akıldışı (irrasyonel) bir serüvendi. Ekonominin toplumsal ilişkilere gömülü olması gerekirken, toplumsal ilişkilerin ekonomik sisteme gömülü olduğu bu acayip sistemi Batı icat etti. Bütün diğer medeniyetler gayet makul şekilde bu terslikten sakınmışlardı. Maddesi itibariyle akıldışı olan bu sistem sürdürülebilir değildir.”
Wallerstein modelinde modern/kapitalist dünya-sistem eko-politik bağlamda üç ana bölgeden oluşuyor: Çekirdek, yarı-çevre ve çevre. Çekirdek, yüksek kâr ve rantın toplandığı küçük bölgedir ve çapı büyütülemez. Sistem devam ettiği müddetçe, çekirdeğe bir ülke veya bölge dahil olursa, birilerinin de çıkması ve yarı-çevre durumuna gelmesi kaçınılmazdır. (Çin gibi devasa bir ülke çekirdeğe yerleşirse, kaç ülkenin çevreye doğru püskürtüleceğini varın hayal edin artık!) Çekirdekteki en güçlü devlet kısa bir süre hegemonik bir konuma sahip olur. Çekirdek faaliyetlere sahne olan devletler, burjuvazilerinin çıkarlarını ileri götürebilecek nispeten güçlü devlet aygıtları geliştirirler.
Geçmişte kapitalist dünya-ekonomide bir devletin hegemonik konuma gelmesi üç defa gerçekleşti: Birleşik Eyaletler (bugünkü Hollanda +), 1620-50; Birleşik Krallık (İngiltere +), 1815-73; Birleşik Devletler (Amerika), 1945-67. Birleşik hale gelmeden hegemonya oluşmuyor! Bir devlette mukim üreticiler diğer çekirdek devletlerde mukim üreticilerden, onların kendi piyasalarında daha ucuza satabildikleri zaman, bu üretim üstünlüğünü zamanla ticaret ve ardından finans alanındaki bir üstünlüğe dönüştürüyorlar. Bu birleşik üstünlükler hegemonyayı oluşturuyor ve bu durum devletlerarası sistemde siyasi-askeri bir üstünlüğe yansıtılıyor. Ancak, üretim avantajları süresiz olarak korunamadığı ve güç dengesi mekanizmaları en güçlü devletin siyasi üstünlüğünü azaltmak üzere zorlayarak araya girdiği için, bu tür hegemonyalar nispeten kısa ömürlü olabiliyor. Genelde çekirdek devlet, özeldeyse hegemonik devlet, üreticilerinin üstünlüklerini pekiştirmek ve dünya üzerinde kültürel egemenliklerini kurmak suretiyle, onların devletlerarası sistem içindeki rollerini meşrulaştırmak peşinde koşar. Bu meşrulaştırma dil, din ve adetlerde meydana gelmekte, ama daha önemlisi düşünce ve tahlil tarzları benimsetme biçiminde görülmektedir.
Eserlerinde din ve kültürden ziyade yapısal gelişmelere ağırlık ve öncelik veren Wallerstein, maddeci yanı ağır basmakla beraber manevî ilkelerin tarih üzerindeki (olmuş ve olabilecek) etkisini hiç görmüyor değildir. Fransız Devriminin “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” sloganını hatırlatıp, liberallerin hürriyet, sosyalistlerin ise eşitlik odaklı düşünegeldiklerini, oysa kardeşlik olmadan bu ilkelerin boşlukta kalacağını söylerken neredeyse dindar bir vaizi andırmaktadır: “Belki Hıristiyan bir toplumun ruhiyatına uygun olarak Teslisçi bir slogan seçilmişti ve son ilkenin manevi bir kokusu vardı. Fransız Devrimi ne hürriyeti gerçekleştirebildi, ne eşitliği. Bunun muhtemel sebebi, başlıca güç sahiplerinin ve onların mirasçılarının bunların aynı hedefler olduğunu başarıyla iddia etmeleriydi. Kardeşlik ise ta 1968’e kadar pek kimsenin ciddiye almadığı dindarca bir ilave olageldi. Oysa inşâsı çok zor olan bu duygu gerçekte hürriyet ve eşitliğin elde edilebilmesinin temelidir.”
Wallerstein yazdıklarının epistemolojik muhasebesini sürekli yapan bir düşünürdü. Bu çabalarından Unthinking Social Science (Sosyal Bilimi Zihinlerden Atmak) ve The Uncertainties of Knowledge (Bilginin Belirsizlikleri) ortaya çıktı. Fakat belki en önemlisi ortak Sosyal Bilimleri Açın çalışmasıdır. Bu çalışmalar onu “iki kültür” kavramına getirdi, felsefe ile bilim arasındaki kopuşa. Bu meseleye dair gene ortak bir çalışması da Overcoming the Two Cultures oldu (İki Kültürü Aşma). Bu çalışmalardaki görüşlerini şöyle özetleyebiliriz: “Bilimcilik” bir ideolojidir ve bu ideoloji 1945-70 döneminde çok yaygınlaştı, öncelikle hegemonik güç olan ABD’de; fakat sonra Avrupa, Japonya ve Üçüncü Dünya’ya, nihayette SSCB ve sosyalist bloka yayıldı. Sosyal bilimlerin bu dönemdeki bilimsel modeli tam anlamıyla klasik idi. Çoğu zaman Baconien-Newtonien öncüller diye atıfta bulunulan temel ilkelere dayanıyordu. Newton’cu bilimin fikrî bakımdan üstün olduğu kültürel ortam 1968 devrimiyle alaşağı edildi. Akademik çevrelerde bilimin kutsallığı düşüncesi tahttan indirildi. Klasik bilimin savunucularına bilim-karşıtı gözüken birçok yeni öğretiler ortaya çıktı: Postmodernizm, yapıbozumculuk... Bunlar, tartışmayı “politikleştirdiler”. Ok yaydan çıkmıştı. Birdenbire 1980’lerde herkes kaos teorisinden söz etmeye başladı. Tabii, “Yeni Bilim” bilim-karşıtı değildi; elbette sonunda düzen ortaya çıkıyordu. Ancak, bu öngörülmemiş ve öngörülemez düzendi; sabit olmayan, dünyayı geri dönüşsüz biçimde dönüştürmüş olan düzendi. Basit denklemlere indirgenemeyen çok karmaşık ve ancak yaklaşık olarak ölçülebilir bir düzendi.
Wallerstein, fikir iklimindeki bu değişmenin modern dünyanın tarihinde, modern bilimin tarihinde ve tarihsel sosyal bilimlerin tarihinde “büyük bir dönüm noktası” olduğunu düşünüyor ve olanca gücüyle bu sürece katkıda bulunmaya çalışıyordu. “Fizikçiler, kimyacılar, matematikçiler ve diğer ‘kesin’ bilimciler tehlikeleri göze alıp modern bilimin en kutsal temel ilkelerini zihinlerinden atmaktan korkmadılar” diyordu. “Aynı görev açık bir şekilde tarihsel sosyal bilimcileri bekliyor bugün!” Küresel siyaset ve ekonomi almış başını gidiyor, sadece sosyal bilim çalışmakla dünyayı mı değiştireceğiz, diye dudak bükenlere ise cevabı şuydu müteveffanın: Dünya-sistemimiz kaotik bir bağlantı krizindedir. Sistemin normal işlediği dönemlerde, her sosyo-kültürel hareket ancak cirmi kadar yer yakar, yani pek az etkili olur. Fakat kaos ortamlarında insan irâdesinin önü açıktır. Çok küçük çaplı eylemler olağanüstü neticeler doğurabilir. Bu eylem-yönlü büyük düşünürü saygıyla anarken, son sözünün merhum Nurettin Topçu’nun mezarından yankılandığını hissediyorum: “Vakti gelmiş doğru bir fikir kadar güçlü bir eylem yoktur!”