Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Pazartesi günü Ankara’da düzenlenen Türkiye-İran-Rusya üçlü zirvesini müteakip basın toplantısında Kur’an-ı Kerim’de bulunan Âl-i İmrân Sûresi’ne yaptığı atıf bir anda sosyal medyanın yoğun ilgisiyle karşılaştı.
Putin’in göndermede bulunduğu Âl-i İmrân Sûresi’nin 103. Ayetinde Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın.
Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.
Yemen’de hâlihazırda tecrübe edilen insanî dramın boyutlarını irdeleyip eleştirdiği bir anda Putin, böylesi bir referansla birlikte aslında İslâm dünyasına bir barış ve birlik çağrısı yapmaya çalışıyordu.
Yemen özelinden hareketle İslâm beldelerinde yaşanan çatışmaları ve savaşları dolaylı olarak işaret eden Rus lider, söz konusu çıkışının akabinde kimi çevrelerin takdirine mazhar olurken, diğer bazı çevrelerin de eleştiri oklarına maruz kaldı.
Peki, Putin’in Kur’ânî bir savla aradığı çözümü nasıl okumalı, ne açıdan değerlendirmeliyiz?
Rusya’nın “geleneksel İslâm” açılımı
Bundan yaklaşık bir hafta kadar önce tarihçi Dr. Mehmet Perinçek bana fevkalade sarsıcı ve gündemi tayin edecek bir makalesini gönderdi.
Bugün Aydınlık gazetesinde yayımlanan makale, Moskova’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerine yönelik geliştirdiği ve fakat henüz kamuoyuyla paylaşmadığı bir planla ilgili.
Bir haritayla da desteklenen bu makalede Perinçek Rusya’nın bir “geleneksel İslâm açılımı” peşinde olduğunu ve bu hedef çerçevesinde Fas’tan Afganistan’a değin geniş bir coğrafyayı kuşatan yeni bir proje üretme aşamasına geçtiğini ifade ediyor.
Projede Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) yörüngesinde seyrettiği aktarılan Vehhabîliğe karşı Sünnî dünyasının Marakeş-Kahire-Ankara-İslamabad hattında “tasavvufî” bir istikamete yönelebileceği vurgulanıyor.
Buna göre Moritanya’dan Fas’a, Cezayir’den Sudan’a ve dahi Türkiye’den Irak’ın bir kısmını içine alan havza “Batı Sufî Birliği” şeklinde adlandırılırken, Afganistan’ın kuzey ve güney parçaları ile Pakistan’ı birleştiren kuşak “Doğu Sufî Birliği” olarak sınırlandırılmış.
Aynı projede Tahran’ı merkez alan “Şiî Birliği” ise İran’ın yanı sıra Irak’ın ve Suriye’nin bir kısmı ile, Lübnan, Yemen, Bahreyn ve -ilginçtir- halkının çoğu İbâdiyye’ye bağlı olan Umman gibi devletleri içeriyor.
Harita henüz kaba taslak hâliyle mi servis edildi, bilmiyorum. Ancak projeye göre Moskova’nın ABD’nin her koldan çatırdayan (ve dahi çöken) Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) karşı bir hamle hazırlığında olduğu aşikâr.
Her ne kadar raporda hakkınca bir “yeni dönem Avrasya mimarîsi”nden bahsedilse de, bazı ciddi rezervlerin zihinleri meşgul edeceğini şimdiden öngörmek mümkün.
Amerikan çıkışlı BOP’un Mağrip’ten Ortadoğu’ya ve dahi Türkiye’nin içlerine değin ne tür musibetlere yol açtığı gün gibi ortadadır ve bu anlamda ABD’nin yeniden şekillenen Ortadoğu’ya iyi, müspet hiçbir şey katamayacağı su götürmez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
Ne var ki bu durum bir “emperyal tanzim” projesinin bir başka emperyal tanzim projesiyle ikame edilmeye çalışılmasının doğru ve verimli bir çalışma olup olmayacağına ilişkin haklı ve meşru sorular da doğuracaktır.
ABD bölgede milyonlarca masum Müslüman’ın canına, malına, aklına ve ırzına kast etti, etmeye de devam ediyor. Bu anlamda ABD’nin nihaî olarak yenilgiye uğratılması gerekliliği samimî, insancıl, İslâmî ve millî hassasiyetleri haiz bütün taraflar tarafından kabul edilmektedir.
İş “nasıl?” sorusuna geldiğinde ise bir düğümlenme ve bir dizi çelişki beliriyor.
Perinçek, Rusya’nın ABD emperyalizminin on yıllardır alabildiğine kullandığı Vehhabîlik tasavvuruna karşı Sünnî âlemin Mevlânâ, Hacı Bektâş-ı Velî ve Yunus Emre gibi tasavvufî geleneğin önde gelenlerinin mirasından ilham almasının isabetli olacağını düşündüğünü söylüyor.
Mağrip ve Mısır için ayrıca örnekler verildiği ifade edilen raporda, Pakistan’ın ise merkezi Hindistan’da bulunan (Dâru’l Ulûm) klâsik Diyobendiye zaviyesinden Doğu cephesinde bir dönüşüme hizmet edebileceği belirtiliyor.
Perinçek raporda böylesi bir anlayış metamorfozunun yalnızca Sünnî dünyanın kaynaşmasını sağlamakla kalmayacağını, aynı zamanda kendi aralarında Sünnîler ile Şiîlerin ve dahi Ortodoks hinterlandının da dayanışma yoluna girebileceğini, böylelikle de manevî düzlemde bir Ortodoks Hristiyan-Sünnî-Şiî ittifakının ete kemiğe büründürülebileceğini anlatıldığını naklediyor.
Şahsen projeyi iyi-kötü normlarına göre kategorize etmek yerine siyaset bilimi açısından ele almanın daha nokta atışı bir davranış olacağı kanaatindeyim.
Rus sezaro-papist modelin ihracı ve İslâm’da ruhban sınıfı
Rusya, Bizans İmparatorluğu’nun din-devlet ilişkilerine dair geliştirdiği modeli bir bütün hâlinde kopyaladı ve bu model en azından 1721 yılından beridir (1917-1991 aralığı müstesna) fiilen (bazen teoride olmasa dahi pratik olarak) icra ediliyor.
22 Ağustos 2019 tarihinde Independent Türkçe’de yayınlanan “Diyanet Raporu, Türk-tipi sezaro-papizm ve İslâmî Cemaatler: Ne yapmalı?” başlıklı makalemde söz konusu modeli, yani sezaro-papizmi enine boyuna tahlil etmeye çalışmıştım.
Kaba hatlarıyla bir cümlede özetlemek gerekirse söz konusu model, devlet otoritesinin dinî otoriteyi nüfuzu (hatta direkt kontrolü) altına alması ve bu minvalde bir birleşik yönetim modeli teşkil etmesini ihtiva ediyor.
Başka bir deyişle Rusya oldum olası dinî otoriteyi devlete bağlama güdüsü ve isteğiyle hareket etmiş, dinî yaşantıyı devletin yönlendirmesiyle tahkim edegelmiştir.
Öte yandan bu hakikat Rusya’da devlet iş ve icraatlarının da din mercileri tarafından meşrulaştırılmasına yaramış – bu yolla devlet verdiği ve uyguladığı kararları dinî makamların manevî desteğiyle perçinleyebilmiştir.
Perinçek Rusya’nın “İslâm açılımı” için Putin-Kadirov ilişkisinin ışığında Çeçenistan’ı örnek vermektedir ki, bana kalırsa bu talihsiz bir örnekleme olmuştur. Bu anlamda Rusya’nın İslâm coğrafyası için teklif ettiği “yeniden tanzim” modelinin bir nevî kendi sezaro-papist geleneklerinden ilhamla düşünüldüğü izlenimi ediniyorum.
Sezaro-papizm, hiyerarşik bir ruhban sınıfının varlığıyla belli ölçülerde desteklenebilecek ve pratiğe aktarılabilecek bir modeldir, doğrudur. Bu anlamda Rusya gibi monolitik bir Kilise gerçekliğinin varlık belirttiği bir medeniyet sahasında sezaro-papizmin sürdürülebilirliği bir şekilde sağlanabilir.
Keza Şiî kavrayışında da bir ruhban sınıfının (Humeyni’nin ortaya koyduğu Velayet-i Fakih teorisinin ötesinde asırlar içinde kökleşmiş Merci-i Taklîd’lerle vb.) yerleşik yapısı, böylesi bir uyarlamayı -bir bütün olarak olmasa da- mümkün kılıyor.
Ne var ki Sünnî gelenekte bu tip bir örgütlenme şeması tarihte ya hiç olmamış yahut olmuşsa da fevkalade silik ve görünmez bir tarzda yürütülmüştür.
Her ne kadar yukarıda bahsini ettiğim makalemde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Cumhuriyet devrinde kimi zaman benzer işlevler gördüğünü ifade etmişsem de, fiiliyatta ancak “esintilerden” söz edilebilecektir.
Sünnî dünyasında bir ruhban sınıfı yoktur. Dolayısıyla bir üst-alt ilişkisi olmaması sebebiyle de yukarıdan aşağıya bir “etkileme” yönteminin başarıya ulaşma şansı da neredeyse sıfıra yakındır.
Rusya ve adı geçen ülkeler söz konusu coğrafyada yeni “Kadirov’lar” bulabilir yahut devşirebilir mi?
Elbette, bu her zaman mümkündür. Lakin adı geçen ülkeleri birkaç Kadirov’la bu dönüşüme zorlamak imkânsızdır. Dahası, şayet böylesi bir tahayyül vücuda getirilecekse dahi, bu devletlerin mevcut teşkilâtlanma yapısıyla olacak iş değildir.
Rusya – paylaşılan ayrıntılardan ve nüanslardan anlayabildiğimiz kadarıyla – sezaro-papist modeli ihraç etmek istiyor. Rusya istiyor ki, özellikle Sünnî coğrafyada, devletler dini tavandan tabana doğru bir dönüşüme tabi tutsun.
Bu, evvelâ bahsi geçen devletlerin yönetimlerinin rızasını kazanmak, rızası kazanılamazsa bu yönetimleri değiştirmek (devirmek) anlamına gelecek midir örneğin?
Şayet gelecekse, o hâlde Rusya’nın planının ABD merkezli “Ilımlı İslâm” ve BOP hedeflerinden -ki insanlığın başına ne belalar açtığını serdettik- ne ölçüde farklılık arz edecektir?
Ankara ve Tahran’ın belirleyiciliği
Sorular çok fazla. Türkiye’deki hâkim İslâm anlayışının Mevlânâ, Hacı Bektâş-ı Velî ve Yunus Emre’den hâlihazırda zaten çokça istifade ettiği bir gerçektir. Dolayısıyla burada mesele çoğunlukla Türkiye değildir.
Ancak hem Türkiye’de hem de hariçteki Sünnî ülkelerde tasavvufî yaklaşıma nispetle mesafeli duran ve fakat aynı paralelde de ABD’nin yörüngesine girmemekte ısrar eden, bu yönüyle de anti-emperyalist bir tutum benimseyen yüzlerce, belki de binlerce farklı yapı vardır.
Nitekim buna benzer yapıların izlerine Afganistan’dan Lübnan’a ve dahi Türkiye’den Mısır’a kadar çeşitli toplumlarda rastlamak olasıdır.
Örneğin Rusya bu açılım ve plan kapsamında bir anlamda “üçüncü yol” şeklinde tarif edilebilecek yapılara nasıl bakacaktır?
Bu yapılara “yaşam hakkı” tanınacak mıdır yoksa bu çizgiyi savunanlar tasfiye mi edilmeye çalışılacaklardır?
Dahası, ulus-devlet refleksleri ve kuvvetli laik gelenekleri hâsıl olan pek çok ülke var. Haritada işaretlenen ülkelerin bazılarında fevkalade baskın seyreden bu geleneklerin reflekse dayalı olarak parlatacağı içgüdüsel engeller nasıl aşılacaktır?
Soruların ardı arkası kesilmiyor.
Görebildiğim kadarıyla Rusya, oluşturulan bu plan dâhilinde Ankara ile Tahran’a özel bir misyon yüklemek niyetinde. Sünnî dünyasının Türkiye’yi, Şiî dünyasının ise Tahran’ı model bellemesini arzuluyor.
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani / Fotoğraf: Reuters
Her iki başkentle de stratejik seviyede ilişkilere ve karşılıklı menfaatlere sahip olan Moskova, Ankara-Tahran ikilisinin aktif rol ve desteğiyle birlikte küreselleşme-işgalcilik olgularına karşı Kuzey Afrika’dan Hint Alt Kıtası’na değin uzanan bir eksende İslâm coğrafyasını Atlantik statükosuna karşı konumlandırmayı amaçlıyor.
Avrupa’da özellikle sağ popülistlerle de dirsek temasında bulunan Rusya’nın bu planı çok derinlikli bir “Avrasya” dizaynı şeklinde örmeye gayret ettiği belli oluyor.
İslâm dünyasının Vehhabî çizgiden arındırılması gerekliliği çok sarih bir biçimde meydandadır. Petrol gelirleriyle finanse edilen ve klâsik Ehl-i Sünnet hattını yozlaştıran bu akımın ABD emperyalizminin hizmetinde olduğu, dahası dünyadaki en büyük İslâm düşmanlarıyla kol kola girdiği bugün itibariyle sabit bir veridir.
Vehhabîlik yalnızca Hanefî ekolü değil, aynı zamanda Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî ekollerini de içeriden hedef aldığı açıktır. Her birinde ayrı ayrı derecelerde bulunan tasavvufî muhteviyatın içinin, Vehhabîlik tarafından özellikle son yıllarda yoğunlaşan agresif bir tarzda bilerek ve isteyerek boşaltıldığını biliyoruz.
Bu açıdan düşünüldüğünde Rusya’nın planı – öyle ya da böyle – bu gidişatı tersine çevirmeye yönelik atılmış bir adım şeklinde telakki edilebilir.
Amerikan güdümlü BOP’ta “bağımsız”(!) Kürdistan hayalleriyle bezeli olarak Diyarbakır bir “yıldız” şeklinde takdim edilirken, burada Ankara’nın esas alınması Türkiye’nin egemenliği noktasında elbette müspettir.
Keza Rusya’nın Ankara-Tahran dengesiyle mezhep çatışmalarının önünü almaya çalışması da iyi niyetli ve bölge barışının tesisi açısından dikkate değerdir. Ne var ki böylesi cüsseli bir planın önünde dikilen bir o kadar devasa bariyerlerin olduğu ve olacağı da şimdiden bellidir.
Türkiye-İran-Rusya üçlü zirvesinden bir kare / Fotoğraf: Reuters
Bu anlamda yukarıda sıralamaya çalıştığım sorular bahsi geçen bariyerlerin yalnızca küçük bir kısmını yansıtmaktadır.
Gerçekten de İslâm dünyası yaşanan katliamlardan, çekilen çile ve ıstıraplardan, mevcuda her geçen gün bir yenisi eklenen fizikî sıkışmalardan, çatışmalardan, işkencelerden, darbelerden, yaptırımlardan, tasfiyelerden ve savaşlardan bitap düşmüş durumdadır.
İslâm’ın içten manipüle edilme çabaları, kara propagandalar, tetiklenen iç-dış düşmanlıklar, 11 Eylül paradigmasının akabinde sistemli olarak örgütlenen küresel İslâm ve Müslüman nefreti de artık tahammül sınırlarını zorlar boyutlara ulaşmış vaziyettedir.
Rusya’nın planı, Türkiye ve sorular
Tıpkı ABD gibi Rusya da emperyal bir güçtür. Bu anlamda şüphesiz ki tıpkı ABD gibi, Rusya da küresel hesaplar yapmaktadır. Burada “daha iyi” yahut “daha az kötü” gibi bir tasnifin yararsız ve hayalperest karakterde olacağı da ayrıca not edilmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti öncelikle bağımsız ve egemen bir devlet olarak yeniden kurulan dünya düzeninde ne gibi bir vazife ifa etmek istediğine hem siyaseten hem de ahlâken karar vermelidir. Ancak böylesi bir kararı müteakip Türkiye kendi amaçlarını hangi kutupla birlikte idare edebileceğini tayin edebilecektir.
Biz ülke bütünlüğümüzü nasıl muhafaza edeceğiz?
Kimlerle işbirliği yapacak ve nasıl kalkınacağız?
Sonrasında insanımıza refahı ve adaleti hangi siyasî-ekonomik modele göre dağıtacağız?
Yurtdışında yaşayan Türklerin huzurunu optimum seviyede nasıl ve hangi müttefiklerle temin edeceğiz?
Hindistan’dan Bangladeş’e, Nijerya’dan Fas’a, Katar’dan Sudan’a değin hariçteki Müslümanlara nasıl yardımcı olacak, onların kaostan ve istikrarsızlıktan kurtulmaları için ne gibi uzun vadeli tedbirler alacağız?
Makalede çokça soru sorduğumun farkındayım. Fakat bazen en doğru cevaplar yine en doğru sorulardan süzülüp gelir.
Türkiye-İran-Rusya üçlü zirvesinden bir kare / Fotoğraf: Reuters
Türkiye’mizde önce bizim gelecek adına, 21.yüzyıl için ne istediğimize karar vermemiz lazım. Bu kararlar alındıktan sonra kendi hususî gayelerimiz doğrultusunda hareket edebilir ve şu veya bu kutupla karşılıklı çıkarlarımız temelinde bir işbirliği geliştirebiliriz.
Dünya değişti ve değişiyor. Türkiye de öyle. Bundan böyle bir kutba körü körüne bağlanmak, yapışmak veya eklemlenmek bir seçenek değildir. Bundan sonra zaman “birlikte hareket edebileceğin” dostlar ve müttefikler kazanma zamanıdır.
Nitekim 15 Temmuz 2016 tarihinde vuku bulan hain FETÖ darbe teşebbüsünden bu yana Türkiye’nin -ara ara bazı savrulmalar yaşansa da- izlemeye çalıştığı politika bu istikamettedir.
Dedik ya, Rusya’nın çizdiği plan İslâm dünyasının (ve Türkiye’nin) ufkunu açmakla birlikte beraberinde varoluşsal birtakım soru işaretleri de doğuruyor.
Plan yürürlüğe konur mu, gözden geçirilir mi yahut topyekûn terke mi uğrar bilmiyorum. Ancak son dönemde Suriye özelinde kaydedilen Moskova-Ankara-Tahran üçlü diyalogu, Putin’in manevraları ve Rusya’yı iyi bilen Dr. Mehmet Perinçek’in makalesi bir hazırlığın olduğunu bize açıkça fısıldıyor.
Maalesef Türkiye vaktiyle ABD’nin BOP fantezisine mutlak bir angajman ruhuyla sorgusuz-sualsiz dâhil olmuştu (veya edilmişti). Potansiyel getirilerine rağmen Rusya’nın projesi de bünyesinde tehlikeli riskler barındırıyor.
Şayet bu proje gelecekte bir gün işleme sokulur ve Türkiye’nin de iştiraki talep edilirse, bu defa Ankara’nın çekincelerini muhataplarına içtenlikle iletmesi ve adımlarını hassas bir planlama ve ince bir özenle atması gerekecektir.
Sütten ağzımız çok yandı. Bundan sonra yoğurdu üfleyerek yemek lazım.