1957 yılında Tokat’ta doğdu.1982 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1983’te araştırma görevlisi olarak aynı fakültede, İslâm Tarihi Anabilim Dalı’nda göreve başladı. Doktora derslerini tamamladıktan sonra, teziyle ilgili çalışmalarda bulunmak üzere 1 yıl süreyle İspanya-Madrid’de kaldı. 1989 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslâm Tarihi Bilim Dalı bünyesinde ve Prof.Dr. Mustafa Fayda’nın danışmanlığında hazırladığı Endülüs’te Muvellidûn Hareketleri (180-320/ 796-932) adlı teziyle doktor oldu.1993 yılında doçent oldu.2000 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığına atandı. Aynı sene profesör oldu.2005 yılında gittiği İngiltere’de bir yıl süreyle meslekî çalışmalarda bulundu.2005-2008 yılları arasında Ankara Üniversitesi BAP destekli Türkiye’de Dinî Araştırmalar ve İlâhiyat Fakültesi adlı projede yer aldı.2007 yılında İslâm Tarihi derslerine görsel malzeme temini amacıyla Prof. Dr. Nesimi Yazıcı Başkanlığında düzenlenen, Suriye, Ürdün ve İsrail’e 15 günlük bilimsel araştırma gezisi gerçekleştiren heyet arasında yer aldı.2008 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Tarihi Anabilim Dalı Başkanı oldu.2009 yılında Prof. Dr. Seyfettin Erşahin ve Prof. Dr. İbrahim Sarıçam ile birlikte hazırladıkları İngiliz ve Alman Oryantalizminde Siyer Çalışmalarının, Türklerin ve Avrupa Birliği Halklarının Hz. Muhammed Algısına Etkileri adlı TÜBİTAK projesini tamamladı. Hâlen Ankara Üniversitesi BAP destekli Osmanlı-Latin Amerika İlişkilerinin Başlangıcı adlı projenin çalışmalarını sürdürmekte olan Prof. Dr. Mehmet Özdemir, lisans düzeyinde İslâm Tarihi I, İslâm Tarihi II ve Tarihte Usûl; yüksek lisans düzeyinde Hz. Muhammed’in Hayatı, İslâm Tarihi Metodolojisi ve Endülüs ve Mağrib Siyasî Tarihi; doktora düzeyinde de İslâm Tarihi Metodolojisi, Siyer ve Kaynakları ile Endülüs Medeniyeti derslerini vermektedir.
Hocam öncelikle söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum efendim. İlk olarak sormak istiyorum, sizin kuşağınız olarak memleketimizde çok fazla üniversite eğitimi alıp akademik kariyer yapan fazla kişi yok, tabi bizim köyümüzün insanının göç etmesi ve ekonomik sebepler de buna etkin gibi görünebilir. Sizin her anlamda zorlu bir tabiat ortamına sahip olan bir yayla köyünde çocukluğunuzun geçmesine rağmen kendinizi yetiştirmeniz ve okuma istidadınızla eğitimin ilim aşkına dönüşmesi nasıl oldu hocam? Gerçekten zorlu şartları aşarak örneklik teşkil edecek bir başarı hikâyeniz var bu konuda bize neler söylersiniz… Estağfurullah Selvigül Hanım, asıl ben teşekkür ederim böyle bir imkânı bahşettiğiniz ve bu vesileyle tarihe benim küçücük dünyamla ilgili birkaç not düşme fırsatını sunduğunuz için. Dediğiniz gibi, gerçekten de benim çocukluk ve yeni yetme olduğum dönemlerde ülkede hem üniversite sayısı çok az hem de köylük yerlerden üniversite tahsili yapanların sayısı yok denecek bir sayıdaydı. İyi hatırlıyorum, 1972 yılında Reşadiye’de ortaokul son sınıfta iken, Aşağı Süleymanlı köyünden ismini şimdi çıkaramadığım bir lise mezunu üniversite sınavında Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazanınca gerek Reşadiye merkezde gerekse bize yakın köylerde “günün haberi” olmuştu. Bu öğrenci yolda yürürken arkasından “üniversiteyi kazanan bu çocuk” diye gıptayla söz edildiği hala hafızamdadır. Üniversite tahsili bir tarafa, öğretmen okulu, sağlık meslek okulu gibi lise dengi okulları kazanmak da kazananlar ve aileleri için büyük bir gurur vesilesidir. Çünkü o günün şartlarında genelde köy yerlerinde ailelerin öncelikli hedefi, çocuklarının kısa yoldan meslek sahibi olmak suretiyle hayata atılmaları idi. Bu sebeple ilkokul öğretmeni, ebe, hemşire, sağlık memuru, ziraat teknisyeni olmak, ulaşılması kolay bir hedef değildi. Bu mesleklerden birini elde etmek, her şeyden önce ekonomik olarak geleceğini garanti altına almak ve keza aileye ciddi katkı sağlamak anlamına gelmekteydi. “Öğretmene varamadım//Naylon çorap giyemedim//Karyoladayatamadım//Abum abum kız abum” şeklinde başlayan Reşadiye türküsündeki genç bir kıza ait sitemi bu ortam ve şartlar içerisinde anlamak gerekir.
Benim kendi durumuma gelecek olursak, evet ben köyümüzde üniversite tahsili yapan ilk kişi oldum. Bunu öncelikle takdir-i ilahî çerçevesinde bazı imkânların bir araya gelmesinin bir sonucu olarak değerlendirmekteyim. Başarılı sayılabilecek bir ilkokul öğrenciliği dönemim oldu. Geleceğe yönelik motivasyon bakımından bu dönemde belleğinize yerleşen sözler ve eylemler çok önemlidir. Bunlar sizin için ya birer itici güç olabilir ya da önünüzde birer takoza dönüşebilir. İlkokul öğretmenlerimin teşvik edici sözlerini, ileriki yıllarda hep arkadan esen ve ileriye doğru hızımı artıran rüzgârlar olarak hissettim. Ailemden de benzeri sözler duydum. Rahmetli Hüseyin dayımın ben daha ilkokul iki ya da üçüncü sınıfta iken “benim oğlum okuyacak büyük adam olacak, müftü olacak” mealindeki cümlesini her daim hatırladım. İlkokulda sınıfın başarılı ilk birkaç öğrencisi içinde oldum. Bu durumum Ortaokulda da, ilk sınıf hariç aynen devam etti. Ortaokul birinci sınıfta ilk defa karnem de zayıfla tanıştım. Bunda Ortaokul tahsili için anne babamı geride bırakarak Ankara’daki ağabeyimin yanına gitmiş olmamın ve bu münasebetle çektiğim hasretin rolü olmalıdır. Ortaokul ikinci sınıfta durumum nispeten daha iyi oldu. Son sınıfı okumak için tekrar Reşadiye’ye döndüm. Orada, şartları kolay olmasa da, pansiyonda kalmamın çok yararını gördüm. Akşamları hocaların kontrolünde gerçekleştirilen etüt çalışmaları, zamanlı ve sistematik çalışma gibi bazı alışkanlıkları kazanmama yardımcı oldu. Defterim bittiğinde inşaatların sağına soluna atılan boş çimento torbası kâğıtlarını toplayıp bunlardan harita metot defteri hazırlamasını öğrendim. Bu aslında şu anlama gelmekteydi: azim ve irade varsa imkânda bir şekilde ortaya çıkar. Nihayet ortaokul bitmiş, en büyük hayalimiz olan öğretmen okulu için sınava girme zamanı gelmişti. Köyde harman yerinde döven sürerken posta yoluyla gelen bir mektuptan Sivas’ta sınava gireceğim bilgisini öğrendim. Üstümdeki tozu samanı silkeleyerek sınav için Sivas’a gittim. Sınav sonucunu beklerken aradan bir iki ay geçti. Bu arada köyde kuzu gütmeye de başlamıştım. Gerektiği gibi hazırlanamadığım için öğretmen okulu sınavının sonuçlarından pek umutlu değildim. Derken gün gelip sonuçlar ilan edildiğinde asil olarak kazanan öğrenciler arasında olmadığımı görünce çok üzüldüğümü itiraf etmeliyim. Ancak yine de umudumu diri tutacak bir sonuç vardı ortada: Reşadiye çapında ikinci yedek olarak kazanmıştım. Aradan bir aylık bir süre geçti. Artık ben geleceğim meslekleri olarak çobanlığı ve çiftçiliği iyice kanıksamaya başlamıştım ki, bir gün Reşadiye'ye gidip ellerim ve sesim titreyerek telefon ettiğim Gümüşhane Maraşal Çakmak Öğretmen Okulu müdür yardımcısından “Reşadiye’deki bütün yedekler kayıt yaptırmak için hemen Gümüşhane’ye gelsinler” cümlesini duyduğumda, kulaklarıma inanamadım. “Hepimiz gelelim mi? sorusunu birkaç kez tekrar ettim, emin olmak için. İşte o an kader okları bana başka bir istikameti göstermekteydi.
Nihayet, henüz on üç yaşını yeni tamamlamış bir yeni yetme iken hayatımın dört yılını geçireceğim Gümüşhane Maraşal Çakmak Öğretmen Okulu’na gittim. Burada geçen dört yılım benim için çok öğretici ve eğitici oldu. O günün şartlarında memleketime oldukça uzak bir yerde, Gümüşhane’de, aile efradımdan, akrabalarımdan kimsenin olmadığı bir ortamda yaşamayı, ayakta kalmayı öğrendim. Ortaokul son sınıfta alışık olduğum etüt çalışmalarını, daha düzenli ve bilinçli bir şekilde burada da devam ettirdim. Bulunduğum sınıfın ilk üçü arasında olmayı burada da sürdürdüm. Öğretmen okullarının o dönemde eğitim durumu düz liselere göre daha ilerde idi ve ilkokul öğretmeni olarak mezun olacağımız için bize ayrıca bir köy ortamında nasıl liderlik edileceğinin bilgisi kazandırılmakta, ilkokullarda yaptığımız stajlarla meslekî donanımımız güçlendirilmekte, ayrıca sanat ve musiki alanlarında da beceri kazandırılmaktaydı. Mesela ben hem güzel yazı yazma hem de musiki konusunda okuduğum okulun imkânlarından ziyadesiyle istifade ettim. Maalesef 1970’li yılların sonlarından itibaren bu güzide kurumlar gündelik politikanın nüfuz alanlarına dönüştüler. Bugün yaşadığımız eğitim problemlerinin temelinde o dönemde başlayan yozlaşmanın da muhakkak ciddi etkileri vardır.
Şu hususu da ifade etmeden geçmemeliyim: Bizden önceki dönemde olduğu gibi bizim dönemimizdeki öğretmenler de çok idealist insanlardı. Gerek ortaokulda gerekse ve bilhassa öğretmen okulunda öğretmenlerimizden hiç birinin günü kurtarmak için hareket ettiklerini görmedim. Hepsi kendi alanlarında en iyiyi yapmak için gayret sarf etmekteydiler. Bir yıl boyu aynı ceketi giyen, silmekten ceketinin yakaları yıpranmış öğretmenler gördük. O halleriyle anıt gibi önümüzde duran birer modeldi onlar. Onların bize aşıladığı ruh hali sayesindedir ki, öğretmen okulundan mezun olup da bizden tayin olmak için beş il ismi istendiğinde, verilen formlara çoğumuz beş ilin ismini vermek yerine “Türk bayrağının dalgalandığı her toprakta hizmet yapmaya hazırım” cümlesini yazmıştık. Aslında bu cümle, bir bakıma, devletimizin bizim gibi kıyıda köşede kalmış köy çocuklarını toplayarak verdiği parasız yatılı eğitim ve sonunda kazandırdığı meslekle topluma hizmet etme imkânı bahşetmiş olması karşısında duyduğumuz minnetin bir ifadesiydi.
Hocam siz öğretmen okulu mezunusunuz bahsettiğiniz gibi genelde sizin kuşak yatılı okullarda ve daha çok öğretmen okullarında okudu. Özgeçmişinize baktığımızda bir yıllık kısa bir süre öğretmenlik yaparak İlahiyat Fakültesi’ne devam ediyorsunuz. Hem öğretmenlik yapıyor hem de yine üniversite okuyarak kendinizi geliştirmeye çalışıyorsunuz ve ilahiyat gibi zorlu bir bölüm tercih ediyorsunuz. Öğretmen de kalabilir bu şekilde de eğitimciliğinize devam edebilirsiniz. Sizi akademisyenliğe yönelten saikler neler oldu hocam bu konuda bize neler söylersiniz?
Öğretmen okulunu bitirdikten sonra Erzurum’un İspir ilçesinin eski adı Kadmir, yeni Çatak bahçe olan bir köyüne öğretmen tayin edildim. Yıl 1977. İçine araba giremeyen, en yakın yol 5 km uzağından geçen 30-35 hanelik, Çoruh nehrinin kıyısında kurulu küçük bir Anadolu köyü. Köyde henüz devlet tarafından yapılmış bir okul da yoktu. Köylüler eski olduğu için terk ettikleri köy odasını okula çevirmişlerdi. Ben köye giden üçüncü öğretmendim. Yirmi saati aşan uzun bir yolculuğun ardından köye vardığımda okulların açılmasına iki gün vardı. Okul diye tahsis edilen yere gittiğimde gördüğüm manzara beni şaşkına çevirmişti. İçeride ayakta sağlam tek bir sıra ve masa yoktu. Zemin sıra ve masa kırıklarıyla kaplı vaziyetteydi. Köylü “devlet yapsın” mantığıyla okula elini sürmüyordu. İlk Ustalık denemem orada başladı. Rahmetli babam ustaydı. O çalışırken çoğu kere ben de onu izledim. Demek ki göre göre belleğe bir şeyler kazınmış. Köylüden keser ve testere bulmalarını istedim. Ayrıca çivi satın aldım; eli kolu sıvayarak kırık masa ve sıraları bir ölçüde tamir edip eğitimi başlattım. Beş sınıfın bir arada olduğu bir okuldu ancak, karşımda farklı seviyede dokuz grup öğrenci bulunmaktaydı. Bu kadar farklı gruba ders vermek şüphesiz hiç kolay olmadı. Derken kış soğukları başladı. Okulu aydınlatan tek bir pencere vardı, o da küçüktü ve içeriye gün ışığı yeterince girmiyordu. Bu sebeple kapıyı da açarak içerinin biraz daha aydınlık olmasını sağlıyordum. Fakat bu sefer de soğuklar artınca öğrenciler grip olmaya, dizleri sızlamaya başladı. Kapıyı kapatsam içerideki ışık yetersiz kalmaktadır. O günlerde köye henüz elektrik de gelmiş değildi. “İki arada bir derede kalmak ”böyle bir şey olmalıydı. Bu arada, öğretmen masası koyacak yer olmadığı için benim gün boyu ayakta kalmak zorunda olduğumu da kaydetmeden geçmemeliyim. Bu çıkmaza bir çözüm bulmak için arayışa başladım. Erzurum Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü’nün bazı köylere ilkokul yaptırdığı şeklinde bir haber kulağıma çalmıştı. Bunun üzerine Üniversite Rektörlüğü’ne durumumu anlatan bir mektup gönderdim ve bizim için de bir okul yapmaları ricasında bulundum. Bir ay sonra Üniversite rektörü Prof. Dr. Hurşit Ertuğrul imzasıyla verilen cevapta üniversitenin böyle bir uygulamasının olmadığı dile getirilmekteydi. Bu sefer durumumuzun bilinmesi için TRT Erzurum Radyosu’na bir mektup gönderdim. Sabah programlarından birinde spiker mektubumu okudu, dertlerimi dile getirdi. “Öğretmenimiz karşılaştığı sorunların çözümünü bizlerden daha iyi bilir” diyerek çözüm adresi olarak tekrar, çözümsüzlük içinde kıvranan bu fakiri gösterdi. Meselenin peşini bırakmadım. Bu durumu doğrudan Erzurum İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne yazdım. Orası da İmar İskan Müdürlüğü’ne yazmış. Derken bir gün iki kişi okulu görmek üzere geldiler. Okul nerede diye sorduklarında, tam yanınızda diye cevap verdim. Yanlarında okul olarak kullanılan yıkık dökük eski köy odasının ilkokul olarak hizmet verdiğini nerden bilebilirlerdi? Kapının söyelerine bakıp “bunlar çürük” dediler. Zemin üzerine ayaklarıyla bir iki vurdular “taban zayıf” dediler. İçerideki havayı teneffüs ettiler, “burası havasız” dediler; ışığa baktılar “ışık yetersiz” dediler. Dediler de dediler. Ben de kendilerine “işte bunun için sizi çağırdık. Şartlarımızı görün ve bize bir okul yapın lütfen!” dedim. Yaklaşık yirmi gün sonra, yapılan keşfin sonucu ve buna göre bulunan çözüm bana bildirildi: “Okul olarak kullandığınız bina eğitim-öğretime uygun değildir. Ayrıca yıkılma tehlikesi mevcuttur. Derhal daha sağlam başka bir bina bulup oraya taşının, aksi takdirde köydeki öğretmen kadrosu iptal edilecektir.” Harika çözüm! Hani derler ya “sorun çözmenin en iyi yolu sorunu görmemektir”. Bizim teftiş heyeti ve onların bilgisini
esas alan Milli Eğitim Müdürlüğü tam da bunu yapmıştı. Ancak bütün bu olanlara rağmen geri adım atmak niyetinde değildim. Bu sefer köy muhtarını alıp doğrudan İl Milli Eğitim Müdürünün kapısına dayandım. En sonunda köye ilkokul yaptırma kararını aldırdım ve bahar geldiğinde okul inşaatı başladı. Bu arada eğitimi, bahar döneminin sonuna kadar İstanbul'da İkamet eden bir köylünün evini okula çevirmek suretiyle devam ettirdim. Bu adımları attığımda henüz on sekiz yaşındaydım. Birkaç aylık kısa bir süre içinde bir taraftan bürokrasinin soğuk ve umursamaz yüzüyle karşılaşırken diğer taraftan kendi geleceğimle alakalı olarak başka bir karar mı vermeliyim sorusunu sormaya başlamıştım. Köylünün umursamazlığı, öğrencilerin maruz kaldığı sıkıntılar, bürokrasinin duyarsızlığı, kalacak bir yerimin olmaması gibi sorunlar üst üste gelmişti. Camiye bitişik imam için yapılmış tek göz bir odada kalmaktaydım. Geceleri fareler ahşap döşemelerin arasında kalıpçı ustalarının keser seslerini andıran takırtılarla bana refakat ederek, adeta, “sana geceleri uyku haram” demeye getiriyorlardı. Bu arada camide müezzinlik yapma görevi de bana kalmıştı. Köylü ilk defa beş vakit namaza gelen, üstelik bir de müezzinlik yapan bir öğretmen figürüyle karşılaştığı için beni çok sevmişti. Onlara vaaz edecek bilgim yoktu, ancak namaz sonrasında en azından takvim yapraklarındaki dini bilgileri ya da önceden hazırladığım bazı notları okumaktayım. Bu da çok hoşlarına gitmişti. Fakat bir husus ziyadesiyle dikkatimi çekmek ve son derece beni rahatsız etmekteydi. Camide beş vakit namaz kılan insanlar, cami dışına çıktıklarında birbirleri aleyhinde söylemedik söz bırakmıyorlar, gıybet ve dedikoduyu su gibi tüketiyorlar. Bu durum beni bu şekil bir dindarlığı sorgulamaya götürdü. Öte taraftan köye ayda bir gelip vaazlar veren Recep Hoca adındaki bir zat-ı muhteremden de din konusunda çok etkilendim. Bu arada bir de Eşrefoğlu Rumî’nin Müzekkin-i Nüfus adlı eseri elime geçti. Bu eser beni Recep Hoca’nın vaazlarından bile daha fazla etkiledi dersem, abartı olmaz. Bütün bunlar bende dinî arayış sürecini hızlandırdı. “Ne pahasına olursa olsun İslam’ı öğrenecek bir yol bulmalıyım” demeye başladım. Bir ara doğudaki medreselerden birine gidebilir miyim diye düşündüm. Sonra en doğrusunun İlahiyat Fakültesi’ne gitmek olduğuna karar verdim. Bunun için üniversite sınavına girmek, sınavda başarılı olmak için hazırlanmak gerekiyordu. Bu maksatla Ankara’dan posta yoluyla bir test kitabı getirttim ve günlük olarak sınava hazırlanmaya başladım. Sınava girdikten sonra o zaman Türkiye’de tek olan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi il ve tek tercihim oldu ve sonunda Rabbimin lütfuyla kazandım. Çevremdeki kimi insanlardan imam-hatip mezunu olmadığım için İlahiyat tahsili alırken çok zorlanacağımı, başarılı olamayacağımı söyleyenler olduysa da ben kararlıydım. Netice itibariyle 1978 yılında kaydolduğum Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini Rabbim bana, yaşadığım kimi güçlüklere rağmen, dönem birincisi olarak bitirmek lütfunu bahşetti. Fakülte’den ayrılacağım gün sınıfıma oturdum, “Rabbim beni buradan ayırma” diye gözyaşı dökerek dua ettim. Zaten öğrenciliğim esnasında Arapçamı, Kur'an Bilgimi ve kıraatımı, ayrıca yabancı dilimi geliştirmek için ek çalışmalar yapmıştım. Amacım, asistan –şimdi Ar. Gör. deniyor- olarak Fakülte’de kalmaktı. Ancak bu hemen olacak birşey değildi. Asistan olabilmek için kadro ilan edilmesi, kadro için açılacak sınavda başarılı olması gerekiyordu. Ufukta kadro ilanına dair bir ışık da görülüyor değildi. Öte taraftan yaşamak için bir iş bulmam da bir zorunluluk haline gelmişti. Bu maksatla öğretmen olarak tayin edilmek için Milli Eğitim Bakanlığı’na müracaat ettim. İstanbul Erenköy Kız Meslek Lisesi’ne Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni olarak tayinim çıktı, ancak 12 Eylül Darbesinin Milli Eğitim Bürokrasisi, tayinimim gerçekleşmesine izin vermedi. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın İhtisas Merkezi Kursu’nun sınavına girdim ve kazandım. Ancak o sırada çalışan bir memur olmadığım için oraya da başlayamadım. Bu sefer memur olabilmek için Ankara Müftülüğü’ne gidip beni imam tayin etmelerini söyledim. Müftülük’ten İmam-Hatip Lisesi mezunlarının imam olarak tayin edildikleri, dolayısıyla Fakülte mezunlarının böyle bir hakka sahip olmadıkları cevabını aldım. Garipliğe bakar mısınız? İlahiyat Fakültesi Mezunusunuz, ama sizi imam tayin etmiyorlar. Şimdi ise, imam tayin edilmek için Fakülte Mezunu olmak şart. Bu sefer müftülük sınavına girdim. Sözlüsünü kazandım. Daha sonra yazılı sınava girecektim. Ne var ki, Fakültedeki Yüksek Lisans sınavı günü ve saati ile müftülük sınavı aynı gün ve saate denk gelmesin mi? Müftülük sınavını kazanmam zor olmayacaktı, çünkü hazır vaziyetteydim. Ancak tam bu merhalede bir ikilemle karşı karşıya geldim: Ya müftülük sınavını kazanıp müftü olarak göreve başlayacaktım ya da ne zaman ilan edileceği belli olmayan asistanlık kadrosuna, dolayısıyla da akademik hayata hazırlık olmak üzere Yüksek Lisans sınavına girecektim. İkinciyi tercih etmem durumunda geçim sıkıntısı içinde olacağım yüksek ihtimal dâhilindeydi. Ancak üniversite tahsili için öğretmenlik mesleğini gözü kırpmadan bırakan ben, akademik hayata atılmak için Müftülük sınavında vazgeçmeye de hazırdım ve nitekim de vazgeçtim. İşte bu suretle hayatımda ikinci bir istikamet belirlemesi söz konusu oldu. Yüksek Lisans Sınavını kazandıktan sonra sevdiğim bir işi yaptığım için yaşadığım ekonomik sıkıntıları çok da dert etmedim. Tabii, bu vesileyle bir hakkı teslim adına bu süreçte evlerinin kapısını bana açan Hamza (Halil) ve Hüseyin(Cemaleddin) ağabeylerime ve kıymetli yengelerime ve özellikle de rahmetli anneme şükran borçlu olduğumu ifade etmeliyim. Rabbim sevgili anneme rahmetiyle muamele etsin .Ağabeylerime ve yengelerime uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum.
1982’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitiriyorsunuz. “Endülüs’te Müvelledûn Hareketleri” isimli tezinizle 1989’da doktor ünvanı alıyorsunuz. Yine 1993’te doçent, 2000'de profesör oluyorsunuz. Hocam tezinizde de gördüğümüz gibi Endülüs Tarihine, Endülüs'ün Kültür ve Medeniyet hareketlerine doğru akan araştırmacılığınız var. Endülüs Medeniyeti Araştırmayı tercih ediyorsunuz, bunun sebebini sorsam ki çok zorlu bir süreç olduğunu görüşmelerimizle anlatmıştınız, okurlarımız için de bu zorlu süreçten kısaca bahsedip neden bu konuyu seçtiğinizi öğrenebilir miyiz hocam bu konuda bize neler söylersiniz? Aslında lisansüstü çalışmalarıma ilk başladığımda Endülüs aklımda hemen hiç yoktu. Ben Daha ziyade Hz. Peygamber dönemiyle ilgili konulara merak duymaktaydım. Fakat doktora dersleri esnasında İslam Tarihi hocamız Prof. Dr. Mustafa Fayda Bey -Allah uzun ve sağlıklı ömür versin- sıklıkla Endülüs çalışmanın önemini ve Türkiye’de İslam tarihinin bu kısmına akademik camiada pek ilgi duyulmadığını, bunun başlıca sebebinin İspanyolca bilmemekten kaynaklandığını söyler, dolayısıyla da Endülüs çalışmaya ve İspanyolca öğrenmeye meraklı birinin çıkmasını çok arzu ederdi. Bende Endülüs merakı ilk bu şekilde başladı. Hocam Teşvikiyle Endülüs tarihi ve medeniyeti hakkında ön okumalar yaptım. Okudukça merakım arttı ve sonunda bir daha kopmamak üzere Endülüs çalışmalarına yöneldim. Bu vesileyle beni bu alana yönlendiren ve ilk doktora öğrencisi olduğum Prof. Dr. Mustafa Fayda Bey Hocam bir kez daha minnetle ve saygıyla anıyorum. Bu vesileyle Hocam’a da uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum.
Hocam alanınızla ilgili olarak Mısır, İspanya ve İngiltere’de bulundunuz, hem araştırma çalışmaları yaparken, hem de bizzat sosyal ve kültürel hayat olarak içinde bulunduğunuz doğu ve batı kültürlerinde en çok sizi etkileyen belli başlı saikler nelerdi? Doğu ve Batı kültürlerinin medeniyet dokusunda yer alan ana etmenlerin, halkların kültür sanat, sosyal hayat ve inanç olarak yaşantılarına yansımaları nasıldı diye sorsam bu konuda neler söylersiniz hocam?
Doğu’da Mısır, Suudi Arabistan, Yemen, Suriye, Ürdün ve Mısır’ı tanıma imkânı buldum. Coğrafyalar farklı da olsa, araya resmi sınırlar da girmiş olsa, Müslüman halklar arasında İslam'ın ciddi bir kaynaştırıcı pota teşkil ettiğine şahit oldum. İslam’ın sınırları aşan kardeşlik ruhu ve hukukunun pek çok örneği, hala sımsıcak anılar şeklinde hatıramdır. Selamlaşmak, lokmayı paylaşmak, İslam dünyasının bugünü ve yarınına dair kontrollü ancak samimi sohbetler… Buna karşılık rejimlerden kaynaklanan kontrol ve sansür mekanizmalarının sıkılığı nedeniyle entelektüel kesim arasında İslam dünyasının boğuşmakta olduğu sıkıntılar karşısında çözüm üretebilecek fikri zeminlerin ve kanalların yeterince açık ve rahat olmadığını da tespit ettim. Bu sebeple de pek çok düşünen beyin, ancak değişik vesilelerle eleştirdiğimiz Batılı ülkelere göçmek ya da kaçmak suretiyle kendilerini ifade etmek imkânı bulabilmişlerdir. İslam dünyasının geneli gibi, az önce sıraladığım ülkeler de, geçmişin makul bir muhasebesini yapamadıkları için karşılarına çıkan problemlerle baş edememektedir. Bu ülkelerde tarih, mevcut durumu değerlendirmek ve geleceğe hazırlanmak için zengin bir hazine olarak değerlendirilmesi gerekirken, geçmişin kavgasını vermek için kullanılan bir malzemeye dönüşmüş vaziyettedir. Bu da Müslüman dünyasını, maalesef tarih dışına bitmektedir. Öte taraftan iş ahlakı noktasında da gezip gördüğüm Müslüman ülkelerde ciddi zaafların bulunduğuna yaşayarak şahit oldum. Keza gördüğüm Müslüman ülkelerde sözün ve zamanın da çok fazla değerinin olmadığını fark ettim. Buna mukabil Batı’da tam tersi bir durumla karşılaşmamın beni oldukça şaşırttığını itiraf etmeliyim. Batı güzellemesi yapmayı hiç sevmem. Çünkü bilhassa Batılı siyaset esnafının dünyanın en mürai ve ikiyüzlü insanlar olduklarını, “saman altından su yürütme” ifadesinin en çok onlara yakıştığını gayet iyi biliyorum. Bunu hem tarih okumalarımdan hem de içinde bulunduğum ülkelerin siyaset erbabının gözlemlediğim davranışlarından biliyorum. Bununla birlikte Batılı halklar için daha temkinli konuşmayı tercih ederim. Batılı halklar, Müslüman toplumlarla mukayese edildiğinde daha şeffaftırlar. Sivil toplum bilinci geliştiği için siyasete karşı eleştiri kanalları Müslüman ülkelere kıyasla daha açıktır ve bu kanalları kullanmakta da ısrarlıdırlar. Bu Sebeple Batılı siyasetçilerin toplumlarını dâhili meselelerde manipüle etmeleri, imkansız olmasa da, çok kolay değildir. Müslüman toplumlar ise, maalesef, itaat ve korku temelli bir kalıp içinde hareket ettiklerinden yönlendirilmeleri çok daha kolaydır. Öte taraftan Batılı Toplumlarda iş ahlakının Müslüman toplumlarla kıyaslanamayacak derecede ileride ve işlevsel olduğunu özellikle belirtmeliyim. Biz kendi akademik kurumlarımızda Hz. Peygamberin Hayatına dair bir makaleyi yahut kitabı okutmakta zorlanırken, söz konusu Batılı ülkelerin üniversitelerinde öğrencilerin alanları ne olursa olsun, nasıl ibadet eder gibi, canhıraş bir şekilde çalıştıklarını görünce gıpta etmediğimi söyleyemem. Bundan başka, aynı dünyada sözün ve bilhassa zamanın bizlere kıyasla daha fazla önemsendiğine tanık oldum. Bir örnek versem mesele daha iyi anlaşılacaktır. 2005 senesinde Batı’da Hz. Muhammed Tasavvuru adlı çalışmayı yapmak için İngiltere’de iken kısa ismi SOAS olan School of Oriental and African Studies isimli Fakülteye ilk gittiğimde, İslam Araştırmaları Merkezi müdüründen randevu alarak ziyaretine gittim. Müdür, profesör unvanına sahip Mısırlı bir tefsir hocasıydı. Ziyaret esnasında ondan Fakültenin kütüphanesinden ve bilgisayar laboratuvarında yararlanmam için bir giriş kartı çıkartılmasına yardımcı olmasını istedim. O da gerekli bilgileri not alarak hemen yardımcı olacağını söyledi. Bir hafta sonra kartı almak için gittiğimde, talebimi unutmuş olduğunu fark ettim. Aynı bilgileri yeniden verdim. Bu sefer iki hafta sonra gittiğimde kart için hiçbir teşebbüsün yapılmadığını gördüm. Hoca bana bir kez daha “senin işini halledeceğim” dedi, ancak bu sözünün üzerinden üç hafta daha geçmesine rağmen yine bir sonuç yoktu. Bunun üzerine bir İngiliz profesörden randevu alıp kart çıkarılmasına yardımcı olması ricasında bulundum. Bu hoca bana “yarın saat 11.00’de gel. Kartı ben odamda isem benden alırsın, odada olmazsam, kapının yanındaki sepete korum, oradan alırsın” dedi. Ertesi gün gittiğimde İngiliz hoca odasında yoktu ama ihtiyacım olan kart sepette idi. İki dünyada sözün ve zamanın değerine dair çarpıcı bir örnektir bu. Fakat Batı'da eksik olan şeyler de yok değil. Bunlardan biri, ben merkezli davranış ve tutumlarını yaygın olmasıdır. Elbette bunun istisnaları da mevcuttur. Yardımsever ve paylaşımcı bireylerde topluluklar da eksik değildir. Ancak baskın olan egoizmdir. Günümüzde ırkçılığın temelinde aslında bu zihniyetin de belli ölçüde payı olduğu muhakkaktır.
Sellvigül Şahin