Tarih: 10.09.2025 18:31

Zorunlu Okul, Dönüşen Hayat ve Bağnaz Israr

Facebook Twitter Linked-in

Türkiye'de eğitim mevzusunu etraflıca konuşmayı güçleştiren bir gerçeklik var. Eğitim-öğretim konuşmamız, kurumsal yapılanmamız ve işleyişimiz bu gerçekliğin blokajı altında belli bir döngüye sıkıştırılmış şekilde ilerliyor. Böyle olduğu için de ne anlamlı bir sorun tespiti yapabiliyoruz ne de dolayısıyla işlevsel bir çözüm üretebiliyoruz. Bu açıdan bakıldığında eğitim alanındaki en büyük problemimiz, mevcut alan kavrayışımızdır. Modernleşme tarihimizin başlangıcından bu yana ana gövdesini muhafaza eden bu kavrayış, ideolojik-politik-sembolik bir takım makyajlarla farklı görünüme büründürülmeye çalışılsa da bugün de bütün varlığıyla hayat sürmektedir. Nitekim birkaç yıl önce mevcut Milli Eğitim Bakanı "Cumhuriyetin başından bu yana eğitim alanında minimal değişiklikler dışında paradigmatik bir değişiklik yapılmamıştır" demiştir.

 

Türkiye Ne İse Okulu da Odur

Bu kısa girişten hareketle mevcut eğitim sistemimize ilişkin birkaç hususa değinmekte yarar görüyorum. Birincisi eğitim-öğretim sistemleri içinde yer aldıkları sosyal-siyasal varlığın bir bileşeni olarak okunmalıdırlar. Dolayısıyla Türkiye'deki sosyal-siyasal gerçekliğin niteliği doğrudan doğruya eğitimin kaderini belirlemektedir. Bu nedenle ekonomik ahval, siyasal gerçeklik, devlet-toplum ilişkisi, kültürel-entelektüel vasat, akademik performans ne düzeydeyse aşağı yukarı eğitimimizin görünümü de bunların bir yansıması olarak vardır. Ekonomi ne kadar rasyonel işliyorsa, bölüşüm ve paylaşım ne kadar adilse eğitimdeki durumumuzun da o kadar olacağını, olabileceğini görmemiz gerekiyor. Asgari ücret, yoksulluk sınırının altındaki yaşam belirli kısıtlılıkları nasıl koynunda taşıyorsa, nasıl yapısal bir şiddete, terbiye maruz bırakıyorsa bunların aynı zamanda eğitim faaliyetinin fiilen etkisini, çapını belirlediğini anlamamız gerekiyor. Siyasal yapılanmamız ve işleyişimiz ne kadar katılımcı ve kapsayıcı, ne kadar özgürlükçü ve insanların talep ve beklentilerine duyarlı ise eğitim sistemimizin karakteri de o kadar olabiliyor. Başka türlüsünün olabileceğini düşünmek zaten akla ziyandır. Türkiye'nin kendisi varlığı, kurgusu ve işleyişi ile en büyük okuldur. Hatta daha da ileri giderek Türkiye'nin de içinde bulunduğu günümüz dünyasının kendisi önemli bir okula dönüşmüş durumdadır. Küreselleşme sürecinin her yeri birbiriyle bağlantılı hale getirdiği bir yerde bu etkileşimi yönetmek, yönlendirmek işlevi ve etkisi son derece sınırlı bir okul düzeneği üzerinden mümkün değildir nitekim mümkün olmadığı da yaşadığımız anomik vaziyetten anlaşılmaktadır. Bu yüzden eğitim faaliyetini kendi içinde işleyen steril, iktidarların/toplumların arzularını gerçekleştiren sihirli bir değnek olarak görmek yerine daha çok parçası olduğu ekosistemi yansıtan, onu meşrulaştıran ve yeniden üreten bir ideolojik-politik mekanizma olarak görmek gerekmektedir. Eğitim-öğretim bahsinde kıyametin koptuğu yer burasıdır ve sistemik tedbirlerin alınması gereken yer de doğal olarak burasıdır.

 

Okul Sadece Bilgi Aktarım Yeri Değildir

MEB'in tekelinde okul temelli olarak sürdürdüğümüz faaliyetin anlamsız olduğu, konuşulmaya değer olmadığı anlamına gelmez bu eleştiri. Ancak anlamlı bir iyileşme, ilerleme her şeyi yerli yerine oturtabilmekle mümkün. Bütünü görmek, derin bağlantıların farkında olmakla mümkün. Gelelim okullarımıza. Bir öncesi ve sonrası yokmuş gibi okul parantezi içinde yapılıp edilenlere de odaklanmakta yarar var. Çünkü okul, çoğunlukla kabul edildiği ve iddia edildiği gibi sadece bilgi aktarımının yapıldığı bir yer değil. Bilgi aktarımından mekân tasarımına, zaman planlamasından tören ritüellere, merkeziyetçi, hiyerarşik, otoriter ilişkiden içeriğe, kıyafetten ideolojik-politik renge vs. uzanan çok geniş ve katmanlı bir yapı ile karşı karşıyayız. Eğitim bilindiği üzere devlet tekelindedir. Alternatif bir eğitimden bahsetmek yasal olarak mümkün değildir.

Dolayısıyla devlet sadece şiddet tekeline sahip değil aynı zamanda bilgi tekeline de hükmeden bir epistemik otorite olarak da hayatımızı yön veriyor. Müfredat, sınırsız bir bilgi evreninden özenle, kasıtlı olarak seçilmiş bir alandır. Bunun nerede, ne zaman, kimler tarafından, ne şekilde aktarılacağı da yine bir takım hassasiyet ve öncelikler üzerinden yapılandırıldığı açıktır. Törenler, ritüeller, belirli bir insan tipolojisine hayat vermek üzere kullanılmaktadır. Örneğin zorunlu eğitim formu, zorunlu din dersi, anadilde eğitim hakkı, öğrenim özgürlüğü gibi temel başlıklar okul içindeki gerçekliğin paradigmatik kodlarının neler olduğuna ilişkin müşahhas bir görünüm sunuyor. Bu bir iktidar mekanizmasının toplumsal mühendislik için yürüttüğü geniş kapsamlı bir stratejinin ne olduğuna ilişkin fikir veriyor.

 

Okul Temelli Bir Hayat Organizasyonu Doğru mu?

Aynı zamanda doğrudan bağlantılı olarak üzerinde durulması gereken bir husus da modern, kent merkezli yaşam organizasyonumuzun doğrudan okul temelli inşa edildiği gerçeğidir. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi okullar aynı zamanda belirli bir nüfusun ideolojik-politik şekillenişinin yanında sosyal, duygusal, fiziksel vs. gelişimlerinin gerektirdiği ihtiyaçların tümüne karşılık verilmeye çalışılan bir yaşam döngüsü olarak kurgulanmışlardır. Bu yüzden öğrencilerin hayatı, ev ve okul hattına sıkıştırılmış bir mahkûmiyet görünümündedir. Okul sportif, kültürel, sosyal ve rafine eğitim sunabilen ikincil öğrenme ortamlarından yoksun bir hayatın açıklarını kapatmaya zorlanan takatsiz bir yapı hüviyetindedir. Başarısızlığının önemli nedenlerinden birisi de mecali olmadığı işleri yapmak üzere sahaya sürülmüş olmasıdır. Mevcut yapılanması içerisinde kültürel, sportif, duygusal, akademik vs. ihtiyaçlara cevap sunabilmesi mümkün değildir. Daha doğrusu sunabileceği ancak şu an sunduğu kadar olabilir. Bu yüzden geniş ölçekli bir yaşam organizasyonuna girişmek (spor ve kültür merkezlerinden yeşil alanlara, çocuk-genç dostu bir ulaşımdan/güvenlikten gelişimlerin desteklendiği sivil toplum yapılarına, veli çalışma saatlerinden mali özlük haklara vs.)  ve tarihsel olarak okulda mündemiç olan bu yapısal gerçekle yüzleşmek yerine sürekli olarak mevcudun yeniden üretimini sağlayan statükocu tedbirlere alan açılır. Müfredata iktidarların vaziyetine göre konu eklenir, çıkarılır, zorunlu eğitimin süresi belirli aralıklarda uzatılıp kısaltılır, ders saatleri arttırılıp eksiltilir, yeni dersler konur vs. Ancak yapı, kurgu, işleyiş olduğu gibi özenle muhafaza edilir. Mevcut Milli Eğitim Bakanının birkaç yıl önce yaptığı ve yukarıda alıntıladığım tespiti bu açıdan tarihi niteliktedir. Sayın bakanın tespitine kendi dönemini de rahatlıkla eklemekte hiçbir sakınca yok.

O halde belirli bir nüfusun önceden belirlenmiş şekle sokulması için işleme alındığı bu yapıyı hem bu amaçlılığı üzerinden hem de işleyişindeki açmazlar nedeniyle yapıbozuma uğratmak zaruridir. Standardizasyonun, kitleselliğin, tekbiçimciliğin, buyurganlığın olduğu bir yapının çocukların/gençlerin gelişimini desteklemesi beklenemez. Mevcut yapı bunu yapmadığı gibi çok daha önemlisi maalesef çocukların/gençlerin dengeli gelişimlerini bozan, hayat ve okul uyumsuzluğunda hırpalayan bir pratik sergilemektedir. Bu yapı içerisinde insicamını muhafaza etmek, kendisi, toplumu ve yeryüzü için donanımlı hale gelmek neredeyse imkânsızdır. Öğrencilerin biricikliğine vurgu yapan, eleştirel düşünme, dünyaya açıklık gibi hasletleri öne çıkarmaya çalışan resmi anlatı ilişkide, işleyişte kendini dayatmaktan başka hiçbir şeye fırsat vermemektedir.

 

Klişelerin Yönlendiriciliğinde Bir Hayat 

Biraz daha teknik detaylara gelelim. Alan kavrayışımız belirli klişeler, belirli ezberler üzerinden seyrediyor. Öğretmen niteliği, fiziksel ortam, teknolojik altyapı, teknik araç gereç, ders materyalleri, veli ilgisi, öğrenci motivasyonu, öğretmen adanmışlığı gibi bileşenlerden oluşan bir eğitim söylemi var. Bu söylemde yukarıda değinildiği gibi son derece indirgemeci, eleştirel okumadan uzak bir yaklaşımla meseleler ele alındığı için adeta mevcut yapı mevcut haliyle devam etsin denilmektedir. Öğretmen niteliği, adanmışlığı sorun edilir ancak bunun nedenlerine ilişkin bir analiz, bir çözümleme sunulmaz. Onun mali, özlük haklarıyla, yaptığı işin niteliğiyle, bu işteki konumlandırılmasıyla, çalıştığı ortamla, tabi tutulduğu muameleyle ilişkili bir şey söylenmez. Veli ilgisizliği bir sorun olarak dile gelir ancak okulun gerçekliği ile velinin yaşadığı hayatın nasıl kesiştiği, gerçekliklerinin birbiriyle fiili uyumları arasında hiçbir değerlendirme yapılmaz. Okulun resmi anlatısı ile velinin yakıcı gerçekliği arasındaki bağa dair bir değerlendirme yapılmaz. Asgari koşullarda bir yaşamın bütün bir aileyi kuşaklar boyu nasıl yıkıcı bir terbiyeden geçirdiğini sorgulamayan okul, başarısızlıkta aileyi suçlu ilan etmekten imtina etmez. Teknoloji güzellemesi yapılır ancak eğitim sistemine alınan her yeni teknolojik aracın, işleyişi nasıl kökten farklılaştığının farkında bile olmaz. Bugünkü okul formunun ana dayanağı esas itibariyle matbaaya dayalı bir teknolojik gerçeklik/dünya iken elektronik/dijital dünyanın eğitimde, öğrenme süreçlerinde yaşattığı büyük kırılmayı bırakın anlamayı konuşuyor bile değiliz. 

 

İşlevsiz Bir Form İçin Değil Anlamlı Bir Hayat İçin Israrcı Olmak

Tam bu noktada eğitim tartışmamız ile ilgili mutlak surette yapmamız geren çok önemli bir başlığı da form ve hayat arasındaki büyüyen bu çelişki oluşturuyor. Hayat bütün canlılığıyla ve ölçü tanımayan bir hızla akarken eğitim alanında 19. yüzyıldan kalma ve son derece etkisiz, insan dışı bir formla hazırlanmaya çabalıyoruz. Çabamız karşılıksız kaldıkça formdaki ısrarımız artıyor. Üstelik gittikçe bağnaz bir hal alıyor bu ısrar maalesef. Oysa canlı ve rasyonel bir bünyeden beklenen şey çözüm olmayan sahte çözümlerin ipliğini pazara çıkarmak ve içinde bulunduğumuz koşullarda anlamlı bir hayat kurmamızı sağlayan iş ve işlemlere alan açmasıdır. Bugün de yeni eğitim-öğretim yılının başlangıcında bizi bekleyen şey on yıllardır sürdürdüğümüz bu yapıyı aynı şekilde sürdürmek değil hayatla, gerçekle yüzleşmemize olanak sağlayan insani, ahlaki bir atılımdır. Aksi takdirde bu kısır döngüde hayat tüketmeye devam edeceğiz.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —