Üniversiteli Su adlı roman, eğitimci yazar Mustafa Gül'ün, bundan önce, deist olup daha sonra Müslümanlığı benimseyen üniversite öğrencisi Deniz karakteri üzerinden kaleme alınan "Bir Deistin Hidayeti" adlı romanın devamı sayılabilir.
Zira önceki kitapta deist kimliğiyle kendine yer bulan Deniz'i bu romanda, üzerinde deizmden eser kalmadığı görülen ve Kur'an'la tanışıp onun inşa etmeye çalıştığı Müslüman bir karakter olarak görüyoruz.
Romanda, onun, Kur'an'ın aydınlığında hidayete erip doğru yola (sırat-ı müstakim) ermesini; dolayısıyla "nokta, nokta" hareket ederek, hayatının her alanını Kur'an'la tahkim etmek istemesi ve bu uğurda mücadele vermesi, birçok eski arkadaşı gibi "kız arkadaşı" Füsun tarafından gericilik ve yobazlık olarak değerlendirilmektedir.
Deniz, haliyle hidayet bulup Müslümanlaşınca, bu kez arkadaş çevresi, önceleri "gerici ve yobaz" olarak tanımladığı "Müslüman" öğrencilerden oluşmaya başlamıştı.
Yazarın, başta Türkçe öğretmeni olması; ülkenin değişik yörelerinde eğitim kadrosunda bulunması ona "eğitmesi, bilgi ve becerilerini" aktarması gereken öğrencileri, bundan dolayı yakından tanıması; onlara hayata hazırlama yolunda çaba sarf etmesi, onu, gençlerin var olan durumlarına roman üzerinden eğilip ışık tutması takdire şayan bir hizmet olarak değerlendirmelidir.
Bir de, zaman içerisinde, kendini inşa yolunda Kur'an'la tanışması, onun kendi kimliğini oluştururken onunla hayat bulup ihya olma çabalarına bakıldığında; bu gayret ve çabaların, birbirlerini takip eden her iki romanda da romanın kahramanı öğrencilerde karşılık bulduğuna tanık olmaktayız.
Bu romanda, önceki dönem, üniversitede çeşitli branşlarda eğitim alan birçok öğrencinin mezun olduğu, diploma alıp işe başladığı; kendi işleriyle iştigal ederken, eğitimlerine devam eden öğrencilerle ilgilenmeleri, onlara İslam'a uygun düşünce üretip hareket etmelerini salık vermeleri; bunları da çeşitli vesilelerle buluştukları Vakıf Binası'nda ortaya koyduklarına da tanık olmaktayız.
Bu romanda da, daha önce yayınlanan romanda da olduğu üzere, o da yazarın bir tercihi olsa gerek, Müslüman kimliğe sahip karakterler, Malatya ve Elazığ gibi hemen, hemen aynı kültürel havzaya bağlı şehirlerden seçilmiş bulunmakta olup bir de, Kayseri ismi dikkat çekmektedir. Bununla birlikte daha önce deist olan Deniz ile geçmişte aynı inanca sahip bulunan ve halen deizm çizgisinde bulunan Füsun'un hangi şehirden olduğu roman boyunca belirtilmemektedir.
Anlaşıldığı kadarıyla, bu karakterlerin –yine yazarın tercihi olsa gerek- o çocukların aile yapısı ve o yapıya uygun bir hayat sürdürmelerine bakıldığında, onların muhtemelen ülkenin batısında konuşlu bulunan şehirlerden oldukları düşünülebilir. Romanda, olayın örgü ve kurgusuna bakıldığında, ülke, dünya ve hassaten de Siyonist İsrail'in Gazze'ye yönelik imha siyaseti ve Filistin halkına yönelik katliamları ile birlikte batılı güçlerin hiçbir şey olmamışçasına sessiz kalmaları, bunun yanında İsrail'i desteklemeleri, ama kendi halklarının Filistin'den yana tavır almaları; vicdanlarının sesine kulak vermeleri göz çarpmaktadır.
Son dönemlerde tanık oluyoruz ki, Ortadoğu coğrafyasında ve dünyada Müslümanlara yönelik sistematik bir saldırının, onları ezeceği yok edeceğinin düşünüleceği yerde, Müslümanların ortaya koyduğu asil tavırlar sonucu Batı'da yaşayan epeyce insanın İslam'ı merak etmelerini sağlamakta; Kur'an okumakta ve onun pak mesajı sonucunda İslam'da karar kılıp Müslüman oluyorlar…
Romana bir göz atarsak…
Yunus okulunu bitirip avukatlık yapmaya başlamış ve İbrahim ile Deniz'de onun bürosunda birlikte çalışıyorlar; hem işlerini yürütüyorlar ve hem de ülke ve dünya gündemini de ele almaya çalışıyorlar.
Bu arada Deniz'in, İbrahim'e karşı bir mahcubiyet içerisinde olduğu göze çarpıyor.
Deniz: "İbrahim senden hem helallik istiyorum, hem de çok teşekkür ediyorum. Dört ay boyunca canını sıkacak sorular sordum. Sen benden kaçmadın, en dertli zamanlarında da yanımda oldun. Senin sayende Kur'an'la buluştum ve huzura kavuştum" (S.6) diyerek mahcubiyetini ve şükranlarını sunduğu anlaşılmaktadır.
İbrahim'e yönelik bu taltif edici cümleleri kullanan Deniz, annesi ile yapmış olduğu konuşmaya dair; "İbrahim, dün annemle konuştum. Anneciğim, sabah namazını kılıp sana ve babama bol bol dua ettim. Oğlun Deniz kendine geldi, özüne döndü… " (6) diye yapmış olduğu tercihten dolayı sevincini arkadaşıyla paylaşmaktadır.
Bundan önceki romanda (*), deist olarak yer alan ve konunun kıyısında kendine yer bulan Deniz'in, Kur'an'la tanışıp Müslümanlaşması neticesinde işin merkezinde kendine özgün bir yer bulduğunu belirtmiş olalım.
"Deniz son üç yıldır çok heyecanlı ve mutlu. Bol bol okuyor, araştırıyor, tartışıyor. Bir zamanlar kendisinin de içinde bulunduğu deizm bataklığından arkadaşlarını kurtarmak için her çareye başvuruyor." Ve onun bu yöneliminin eski arkadaşlarını çok üzdüğü söz konusu; "Sen kafayı mı yedin oğul? Bu ne hal? Herkes dinden uzaklaşırken sen ona sarılıyorsun?" (9) denilirken, onun, yeni ve doğruluğuna (sırat-ı müstakim) inandığı çizgi üzerinde yürümeye devam ettiğini görmekteyiz.
Yunus'la İbrahim ve Deniz'in, Gazze'de yaşanmakta olan işgale, katliama, oluşan drama ve Müslümanlar ile diğer insanları da olumsuz bir şekilde etkileyen var olan gidişata dair görüş ve düşünceleri kendi aralarında dile getirip konuştukları, konunun önemini ve vahametini gözler önüne sermektedir.
Yunus, aynı zamanda Vakıf'ta da, elden geldiğince, oradaki çalışmalara katılan arkadaşlarına yönelik ilmi ve düşünsel konularda sunum yapmayı da sürdürmektedir.
Onun, icra ettiği meslek,"her ne dava olursa alır ve müvekkilimi savunum"dan ziyade, giderek önemli toplumsal bir sorun olmaya başlayan boşanma hadiselerinde mümkün mertebe, tarafları barışmaya teşvik etmek ve toplumun temeli sayılan aile kurumunun dimdik ayakta kalmasına katkı sunmak olunca, o işin bu asil tavından dolayı Yunus'a yakıştığı söylenebilir.
Bir de, romana ismini veren ve Kur'an ahlakıyla ahlaklanıp iyi birer Müslüman olmaya çalışan arkadaşlarından etkilenen "Üniversiteli Su'nun, her ne dava ve her ne durum olursa olsun, müvekkilini savunmayı her değerin üstünden gören avukat babanın çıkar içre tavrına bakıldığında, Yunus'un ve arkadaşlarının tavır ve tutumları takdire şayan bir duruma işaret eder.
Füsun fitnesi…
Deniz'in deistlik döneminde çevresinde bulunup arkadaşı olan Füsun ile birçok kez, yeni durumu üzerinden tartışmaktadırlar.
Füsun'ün, Deniz'le arkadaşlığı bulunan Betül'ü, o arkadaşlık durumundan koparmak için elinden ne geliyorsa yaptığını ve onu söylemleriyle etkilemeye çalıştığını görmekteyiz; "Kızım Deniz'in kim olduğunu bilmiyor musun? Önce deist, şimdilerde İslamcı, sonra da ne olacağı belirsiz. Çevrende ülkücü, Nurcu, tarikatçı bir genç yok mu? Bence sen Deniz'in peşini bırak. Çok da güvenme, eski davasını bıraktığı gibi bir gün seni de bırakır" (13) dediğine tanık olmaktayız.
Deist birisinin, kendisini Müslüman olarak tanımlayan birisine (kız ve erkek) farklı Müslüman gruplardan arkadaş olacak ve –eğer olursa- evleneceği bir kişiyi/adayı önermesi mantıklı olmamakla birlikte, etkilemeye çalıştığı (Betül) kişiyi boşlukta bırakmak; İslam'a yönelen birisinin (Deniz) tekrardan deizm saflarına katılmasını arzulamak olduğu bal gibi ortadadır.
Onun, bu uygulamaya çalıştığı şeytani planla adeta iki kuşu birden vurmak istemektedir; birisi Deniz'in yeniden deistleşmesi, kendisine ilgi duymasını sağlama, Müslüman bir kız arkadaşının bir Müslümandan soğumasını sağlamamak olduğu, o şeytani plandan anlaşılmaktadır.
Füsun, böyle yaparken, Deniz ile Betül'ün aralarını bozmak için daha birçok şeytani planı devreye sokmak içinde çabalar sarf etmektedir.
Tabii ki burada esas darbeyi, kendisine çekmek istediği Deniz'e vurmak isterken, kız arkadaşının da Deniz'e yönelik nefret duymasını istediği görülmektedir.
Füsun, anlaşılan gönül işi ile inancı aynı potada eritip kendince bir yol aramaktadır.
Bu arada, okuldan mezun olduktan sonra, birbirleriyle huy gibi birçok açıdan dolayı "eş olarak" yuva kurmaya çalışan kız ve erkek öğrencilerin hem, aynı ortamı paylaşan tüm arkadaşlarıyla hareket etmeleri ve aynı zamanda da "belli bir ölçü içerisinde" sevdiği ve ileride nikah kıyıp eşi olacağı kişiyle olan ilişkileri ve bu ilişkileri, onların kararlarını dikkate almayıp kendi bildiklerini okumaya çalışan ebeveynlerin ısrarlı ve oldukça sert tutumları da göze çarpmaktadır.
Bundan önceki romana isim ve konu olan, ama işin çeperinde duran Deniz'in yerine, bu esere ismi verilen Su'nun, İslam'a yönelmesini büyük bir tepkiyle karşılayan, aynı zamanda kendilerini "sözde" de olsa Müslüman sayan, ama İslam'dan korktuğunu belli eden tavırlara sahip olan, hatta Hz. Muhammed(s) tarafından yazıldığı iddia edilen, içeriği hurafe dolu olup gericiliği teşvik ettiği savlanan Kur'an'a yönelmesi, oldukça seküler ve burjuva olup bohem bir hayat yaşayan ailesini ürkütmüş bulunmaktadır.
Baba, her ne dava olursa olsun, eğer davayı kazandığı takdirde bol miktarda para kazanmayı önceleyen "müvekkilinin yaptığı yanlışları, işlediği haramları -nikahlı eşini, bir başka kadında aldattığını bildiği halde- o işi görmezden gelerek" o tür insanların davalarını üstlenen; bu uğurda hiçbir kaide, kural, ahlak ilke tanımayan, temel ölçüsü para ve itibar kazanmak olan bir avukat, anne ise, eşinin ortaya koymaya çalıştığı durumdan pek de rahatsız olamayıp, paranın ve itibarın büyüsüne kapılmış bir kişi olarak kızının İslam'a yönelip Kur'an okuması, namaz kılması ve Müslümanca bir hayata yönelmesinden rahatsızlık duyup, konuyu eşine aktaran bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu arada ailesinden baskı gören Su'nun, olan bitene rağmen girmiş olduğu yoldan geri dönmemeye karar verdiğini görmekteyiz.
Bu durum, haliyle ailesini oldukça rahatsız etmiş olmalı ki, olan, biten zahir olunca, kızlarını parasal açıdan harçlıktan mahrum bırakmış, harcama yapması için ona verdikleri kredi kartlarını ve "bir daha eve adım atmaması, içeri girmemesi için" onda bulunan evin anahtarını dahi ondan geri isteme ihtiyacı duymuşlar.
Bir ailenin, ortada meşru bir sebep yokken, imdi bir sebepten dolayı kendi çocuğunu evden atması mantıksız ve acı olsa gerek.
Demek ki, sözde kendilerini yeri geldiğince "Müslümandan" sayan, ama öz çocuğunun Kur'an'a yönelmesine tahammül edemeyecek kadar seküler ve İslam karşıtı bir ebeveyn ile "dini kendi tekelinde görüp yobazlık derecesinde kendi görüşünden başka o da -İslam içre- bir görüşe tahammül edemeyip evladını kapı dışarı eden" anne, babanın farklı, ama aynı kapıya çıkan tavır ve tutumları da insanı düşündürmektedir.
Yobazlık her yerde ve her iklimde….
Biz de İslam'a yönelen, kendini Kur'an ile onarmaya çalışıp kimliğini onun gölgesinde oluşturan çocuklarımız ve roman boyunca izlerini sürdüğümüz birçok genç gibi Deniz ve Su'nun tercihine bakarak, onlara "su gibi aziz olasınız" diyelim.
Hidayet ve başarı Allah'tandır.