GİRİŞ
Osmanlı imparatorluğu çok dinli, çok etnisiteli bir din ve tarım imparatorluğuydu. Bu dönemde güç için gerekli olan topraktı. Toprak fethi için gerekli olan ise Gazza Siyaseti (gel savaş, ölürsen şehit, kalırsan gazi) idi ve bu imparatora/sultana toprak kazandırmanın en etkili yoluydu. Din, yeni topraklar fethetmenin ve yeni ganimetler elde etmenin temel motivasyonu olarak kullanılıyordu. Bunun için, yani toprak kazanmak için çok sayıda savaşan insana ihtiyaç vardı. İşte bu noktada Romadan ilhamla adına "Tımar" denilen bir sistem oluşturulmuştu.
Tımar, az sayıda profesyonel askerlerin dışında, imparatorluk sınırlarında yaşayan herkesi savaş zamanı asker sayan bir sisteme dayanıyordu. Sistem, padişahın mülkü olan imparatorluk topraklarında çiftçi-asker düzeni ile besleniyordu. Sipahilerin denetimindeki köylüler, savaş zamanı asker oluyor, sair zamanlar çiftçilik yapıyordu. Bu sistem klasik dönemde (Fatih-Yavuz-Kanuni döneminde) zirvesine ulaştı, dünyadaki yeni gelişmelerle (yeni deniz yollarının keşfi ile) ve bazı yanlış yönelimlerle inişe geçti, önemini kaybetti. 17-18. Yüzyılda bu düşüş durdurulmaya çalışıldı başarılamadı. 19. yüzyılda düşüş ve bununla beraber toprak kaybı hat safhaya ulaştı, 20. yüzyılın başında dağılma gerçekleşti.
Tanzimat hem Mısırlı Mehmet Ali isyanını durdurabilmek ve hem de saltanat statükosunu sürdürmek için batıdan (Fransa-İngiltere-Rusya) alınan etkileşimlerle bu süreç için bir çıkış yolu olarak görülüp kullanılmaya çalışıldı.
İşte bundan sonradır ki Osmanlı'nın askeri seçkinleri ve saray erbabı düşüşü ve dağılmayı engellemek için sırasıyla MİLLET-ÜMMET VE MİLLİYET kavramlarının kurtuluş sihrine ve onların temsil ettikleri alanların kurtuluş umuduna sığındılar. Bu "sihirli" Pan Osmanlıcı, Pan İslamcı, Pan Türkçü kavramların kendilerini kurtaracağına bel bağladılar, fakat yanıldılar.
Düşüşü, daralmayı ve dağılmayı engellemek için pes peşe kullanılmaya çalışılan bu formüller, engellemek bir yana süreci daha da hızlandırdı, dağılmayı engelleyemedi.
ÜÇ TARZI SİYASETİN HİKMETİ!
Bu düşüncenin kökleri daha eskiye dayanmakla beraber ilk defa Yusuf Akçura tarafından Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olarak formüle edilmişti. Bunlardan en önemlisi hem Osmanlıyı dağıtan hem de sorunu bugüne kadar getiren Türkçülük kavramıydı. Şimdi bir de yanına ümmetçilik eklenmek isteniyor.
Akçura'nın bu konuda yazdığı (Üç Tarz-ı Siyaset) makalesi ilk kez 1904 yılında Kahire'de Türk adlı bir dergide sonra 1911 yılında İstanbul'da yayınlandı. Türk Ocakları da milliyetçi bir anlayışla aynı tarihlerde (3 Temmuz 1911'de) İstanbul'da kuruldu.
Akçura yeni Osmanlılara Türkçülüğü öneriyordu. O zamana kadar "Millet" ve "Ümmet" kavramları geçerli olduğu için "Türk" kavramı pek kullanılmıyordu, hatta "Türk" demek pek matah bir şey sayılmıyordu. İttihatçılar "Türkçülük" kavramına bir kurtuluş yolu olarak öyle hızlı ve katı bir biçimde sarıldılar ki orada durmadılar kantarın topuzunu kaçırıp işi Turancılığa kadar vardırlar. Sorun büyüdü ve dağılma başladı. İttihatçılar bu anlayışla savaşlara girdiler, sağa sola huruç ettiler.
Osmanlı 8 Ekim 1912-10 Ağustos 1913 yılları arasında (10 ay gibi kısa bir sürede) 4 devlete karşı Balkanlar'da savaşa girdi ve Balkan Savaşında yenildi. Bu yenilgiden sonra, çok sayıda Müslüman halktan insan Osmanlı'nın elde kalan topraklarına göç etti.
Böylece içerdeki nüfus Müslüman-Türk bakımından daha homojen hale geldi. Dışarıdan yeni gelenler sistemden nemalanmak, yer almak ve kendilerini kanıtlamak için Türk'ten çok Türkçü davrandılar ve hatta Turancı kesildiler. Bu durum milliyetçilik akımını daha da boyutlandırdı.
İttihatçıların bu süreçte temel amacı, Türkçülük (hatta kimi yerde) Turancılık mefkuresini kullanarak Osmanlı'nın toprak kayıplarını önlemek ve devletin uçmakta olan çatısını kurtarmaktı.
1915 yılında Almanların da kışkırtması ile Kafkaslarda peşine düştükleri Turan hayali uğruna 90 bin askeri soğuk ve hastalığa kurban ettiler. Çarlık ordusunun Osmanlıyı işgali ve Ermenilerin Ermenistan kurma hayali 1917 Ekim Devrimi sayesinde durdu/durduruldu. Böylece Türkçülük mefkuresi ve Turancılık hayali de işe yaramamıştı.
Sonuç itibariyle; Osmanlıcılık Tanzimat ile birlikte başlamış, dayandığı temel argüman MİLLET olmuştu.
İslamcılık II. Abdülhamid tarafından ÜMMET politikası olarak uygulanmıştı.
Türkçülük ise İttihat Terakkinin temel ideolojisi olmuştu. Bununla da yetinmeyen İttihatçılar işi Turancılığa kadar vardırmış devletin başına büyük badireler açmışlardı.
Şimdi bu üçlü reçetenin esbabı mucibesine ve günümüz ile ilişkisine bakalım:
MİLLETTEN ÜMMETE UZANAN HAT OSMANLICILIK
Tanzimat'tan sonra Osmanlı hükumetinin uyguladığı millet sistemine dayanan Osmanlıcılığın özü din ve etnik aidiyetin teba için bir zorunluluk olarak görülmemesi esasına dayanıyordu. Nitekim Tanzimat batılı büyük devletlerin de (Fransa-İngiltere-Rusya) bastırması ile "millet-i hakime" olan Müslümanlarla, "millet-i mahkume" olan gayrimüslimleri ve "millet-i sadıka" olan Ermenileri eşitlemiş, mottosu da "gavura artık gavur denilmeyecek" şeklinde formüle edilmişti.
Ne ki bu, ne toprak kaybını ne de düşüşü engelleyebilmiştir. Fransız devriminin de etkisiyle uluslaşma çağının sonucu gayrimüslim halklar Osmanlı'dan teker teker ayrılarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bu da millet sistemini akamete uğratmıştır. Dolayısıyla millet sistemi çöküşe ve dağılmaya engel olamamıştır.
İSLAMCILIK
Millet yaklaşımının maksadı hasıl etmediğini gören II. Abdülhamid kendi kişisel müktesebatının da etkisiyle İslamcılığa sarılmış, Osmanlı'nın dört büyük Müslüman halkı olan Türkleri-Kürtleri-Arapları ve Arnavutları "Ümmet politikası" ile bir arada tutmaya çalışmıştır.
1876-1878 Osmanlı Rus Harbi'nde ve akabinde bir milyon metrekarenin üzerinde toprak kaybeden Abdülhamid bundan sonrası için "Ümmet Politikası" ile işi kotarmaya çalışmıştır.
Bunun için doğuda yaşayan Kürtlerden Hamidiye Alaylarını (1891) teşkil etmiş, güneyde konuşlu olan Araplar için Aşiret Mektepleri kurmuş (ki buna Kürt beyleri de çocuklarını göndermişlerdir), kuzey batıdaki Arnavutlardan da Saray Muhafız Alayını oluşturmuştur. Böylece imparatorluğun üç kenarını kendine göre sağlama almış, bu halkları hilafetin de etkisiyle ve "sadakat politikasıyla" kendine bağlamıştır. 33 yıl tahta kalan II. Abdülhamid bir yandan kimi yenilikleri getirirken öte yandan kurduğu hafiye sistemi ve oluşturduğu istibdat ile Osmanlı'nın Kanuni'den sonra en uzun tahta kalan padişahlarından biri olmuştur. Ne ki "Arapların İhaneti" Arnavut ve Boşnak gibi Müslüman halkların Osmanlıdan ayrılması bu politikanın da işe yaramadığını ortaya koymuştur.
TÜRKÇÜLÜK
Abdülhamid 1909 yılında tahtan indirildikten sonra Arap sorunu Mekke hakimi Şerif Hüseyin'in I. Dünya Savaşından istifade ederek başlattığı isyan İngilizlerin yardımıyla Arabistan, Irak ve Ürdün manda devletlerini ortaya çıkarmıştır. Arnavutlar da Balkan yenilgisiyle yeniden ayrı bir ulus olarak ortaya çıkmıştır. Yani Kürtler dışındaki Müslüman halklar da İmparatorluktan ayrılmıştır.
Bu dönemde iş başına gelen İttihatçılar şöyle düşünmeye başlamışlar; "madem Millet Sistemi işe yaramadı gayrimüslimler ayrıldı, Ümmet Siyaseti de işe yaramadı Müslüman halklar da ayrıldı, geriye Kürtler ve Türkler kaldı. O halde şimdi uygulanması gereken kurtuluş siyaseti Türkçülüktür". Peki ya Kürtler onlar Türk değildi; ona da formül bulundu; "onlarla aynı dindeniz nasıl olsa, onlara da siz de Türk'sünüz diyerek (asimilasyon yoluyla) sorunu çözeceğiz" dediler.
Ermeniler ve az sayıdaki Rum ve Yahudilerin büyük kısmı Abdülhamid döneminde "halledilmişti" zaten. Geriye kalanları da "içimizde eritiriz ya da süreriz" dediler. Nitekim 1915 tehciri bu düşüncenin ürünüdür.
Türkçülük düşüncesinin bu dönemki ideoloğu ise sosyolog Ziya Gökalp'tir. Gökalp Akçura'yı revize ederek Türkleşmek, İslamlaşmak ve muasırlaşmak sentezini ortaya koydu. Bugün bile Türk-İslam sentezi (ya da AKP iktidarının İslam-Türk sentezi) buradan geliyor. Şimdi bunu da ileri bir aşamaya taşıyarak Abdulhamit'ten mülhem "Türk-Kürt-Arap" sentezini denemek istiyor Erdoğan.
Dolayısıyla Türkçülük esasına dayanan milliyetçilik gelişimi 1912-1918 arasındaki dönemde en güçlü zirve dönemini yaşamıştır. Fakat İttihatçıların hırslarına sadece Türkçülük yetmiyordu, Turancılığın peşinden de koştular, Sarıkamış faciasının önemli bir nedeni de budur.
Güneyde ve batıda kaybedilen Toprakları Kuzeydoğuda bir Turan izi sürerek ikame etmekti niyetleri. Böylece bırakın yeni toprakları elde etmeyi, koca imparatorluk onların elinde bir kaya parçası gibi dağılıp gitti. Onlar ülkeden bir Alman zırhlısıyla "firar ettikten" sonra Mustafa Kemal devreye girip işi toparladı.
M. KEMAL
Sonuçta Osmanlıcılığın millet sistemi Balkanlar'da milliyetçilik akımıyla, II. Abdülhamid'in Ümmet politikası da Arapların, Arnavutların, Boşnakların ayrılması ile; Türkçülük ise birinci Dünya Savaşı'nda yaşanan ağır yenilgiyle gücünü kaybetti. Ancak Türkçülük etkinliğini tam yitirmedi bir damar olarak hep sürdü, sorunu bugüne kadar taşıdı.
Bu safhada ortaya çıkan Mustafa Kemal'in iki önemli avantajı ve bir büyük özelliği vardı. Avantajları;
1-Turancılık Fikri'nin hayalcilik olduğunu gördü ve elemine etti.
2-Ermeni meselesini karışmamıştı; o yüzden büyük Hristiyan devletler ondan bu hususta bir hesap sorma peşine düşmediler. (Nitekim yurtdışına Alman zırhlısıyla kaçan ITC troykası – üçlüsü- Talat Paşa Berlin'de, Cemal Paşa Tiflis'te Ermeniler tarafından, Enver Paşa da Tataristan'da Ruslar tarafından öldürüldü.)
3- Mustafa Kemal'in üçüncü özelliği ise realist ve stratejist olmasıydı.
Böylece bugünkü Anadolu sınırlarında Kürtlerin de yardımıyla vatandaşlık esasına dayalı laik bir devlet kurmayı başardı. Cumhuriyetin ilanı ile Kürtlerin o zaman bekledikleri bazı talepleri yerine gelmedi, aralarındaki son dini bağ olan hilafetin kaldırılması Şeyh Sait isyanını tetikledi ve ipin kopmasına neden oldu, birliktelik bir daha da dikiş tutmadı, inişli çıkışlı bir şekilde bugüne geldi. Şimdi barış süreci ile yüz yıllık sorun giderilmeye çalışılıyor. Bu hem Türkiye hem de bölge barışı için son derece önemli.
ERDOĞAN'IN YAPMAK İSTEDİĞİ
Erdoğan barış sürecini bir manivela gibi kullanarak Türk Kürt Arap kombinasyonu ile II. Abdülhamid dönemini yeniden Ümmet politikası ile ihya etmek mi istiyor? Aslında bu fikir 2011 yılında üst üste seçim kazandıktan ve güç zehirlenmesine uğradıktan sonra ılımlı İslam'dan Siyasal İslam'a meyletmesinden beri var.
O dönem Tunus-Libya ile başlayan Mısır'da zirveye ulaşan İhvan Hareketinin tek engelleyicisi "Şii Yayının" bir parçası olan Suriye idi. (Yayın diğer iki bileşeni olan Irak ve Lübnan zayıflatılarak halledilmişti.) Suriye'de yıllarca süren iç kargaşanın bir nedeni de budur. Fakat Suriye diğer ülkeler gibi hemen düşmedi, 13 yıl direndi. Sonunda Suriye'deki Baas rejimi yıkıldı yerine ABD-İsrail ve Türkiyenin desteği ile El Şara getirildi. İşte bu noktada Erdoğan'ın Kürt barışı ile birlikte yeniden "ümmetin lideri" olma hayalleri depreşti.
Neo-Osmanlıcılığı, Türkiye'nin Ortadoğu'da eski Osmanlı bakiyesi içinde büyümesi olarak ümmet üzerinden pazarlayarak iktidarını bu cepheye yaslayarak sürdürmek istiyor.
Fakat bu hayale neo-Osmanlıcıların bilmediği iki büyük engel var. Birincisi, Arapların Yavuz'un hilafeti zorla almasından beri Türk yönetimine sıcak bakmadıkları ve asla Türk bir lideri önder (halife) kabul etmemeleridir. Nitekim Yavuz Sultan Selim'e hala "Korkunç Yavuz" lakabı ile hitap etmeleri de bundandır.
İkincisi de şu ki; tarih tarihte yaşanır ve biz tarihi tekrar tarihe geri dönmek için değil, ondan ders çıkarmak, ibret almak için öğreniyoruz, onu yeniden yaşamak için değil. Zira o tarihi yeniden canlandırma anakronizmdir ve bunun da hem realitesi yoktur hem de dünyada örneği yoktur.
İHTİYACIMIZ OLAN NEO-OSMANLICILIK DEĞİL, ÇAĞDAŞ BİR DEVLETTİR
Bunun için gerekli olan Anayasa'nın 2. Maddesinde yazılan "Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir." normunun hakkını vermek, orada yazılı her kavramın (demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, laiklik ve sosyal devlet kavramlarının) altını doldurmak, Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmaktır. Eşit, özgür ve adil olmaktır.
Devlet demokratik olursa güçlü ve saygın olur. Millet zengin ve huzurlu olursa mutlu olur. Vatandaş yaşadığı topraklarda eşit ve özgür olursa devletin anlamı olur. Bunun da yolu yıllar önce denenmiş, üstelik başarılı da olamamış, "Ümmet politikasına" geri dönmek değil çağdaş ve modern bir devletten ve Cumhuriyet'in içini demokrasi ile doldurmaktan geçer.
Türkiye ve şu anda yönetimde olan iktidar evvel emirde barış sürecini siyasi kaygılara ve oy hesaplarına kurban etmeden bütün partilerin katılımı ve katkısı ile kalıcı hale getirmelidir. Silahların bırakıldığı yeni durum hem Türkiye hem de bölge barışı açısından tarihi bir fırsat sunuyor, bu fırsat heba edilmemelidir.
Türkiye'nin bu konuda yapacağı şey;
Bölgedeki Kürtleri başka emperyal güçlerin müdahalelerine ve etki alanına bırakmadan içeride 20 milyon vatandaşının soydaşları olarak hak ve hukuklarına sahip çıkmak, onlarla iş ve güç birliği içinde olmaktır. Türkiye Cumhuriyeti Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimindeki Kürtler gibi Suriye'deki Kürtleri de dost ve kardeş olarak görmeli ve onlar da bir "abi devlet" olarak kucaklanmalıdır. Bu politika bölge barışına katkı yapacağı gibi Kürt sorununun çözümü başta olmak üzere iç barışa ve büyümeye de büyük katkı sağlayacaktır.
Prof. Dr. Ahmet ÖZER, Esenyurt Belediye Başkanı.