Bugün dünyanın dört bir yanında görülen adaletsizliklerin, sömürünün ve insanlık dışı eşitsizliğin kökleri yalnızca güncel politik hatalardan değil; Batı'nın binlerce yıllık zihniyet mirasından beslenir.
Eski Yunan'ın şehir-devleti dışındaki herkesi "öteki" gören anlayışı, Roma'nın yayılmacı imparatorluk düzeni ve Hristiyanlığın ayrıntılı bir hukuk-siyaset sisteminden yoksun oluşu, Batı'nın tarih boyunca gücü kutsayan bir düzen kurmasına zemin hazırladı.
Bu miras modern çağda sömürgecilik olarak tezahür etti; Afrika'nın talan edilmesinden Asya'nın işgaline, bugün bile dünyanın pek çok yerindeki siyasi kaosun arka planında işte bu "hukuksuz medeniyet" geleneği yer alıyor.
Bugün Filistin'de İsrail'in sürdürdüğü soykırım, Afrika'da hâlâ devam eden ekonomik sömürü düzeni, Paris'ten New York'a kadar sokaklarda yatan evsizlerin görüntüsü—hepsi aynı küresel sistemin farklı yüzleri. Bu sistem zenginliği birkaç merkeze toplarken, dünyanın geri kalanını yoksulluğa, istikrarsızlığa ve umutsuzluğa mahkûm ediyor. İnsanlık, modern çağda eski Firavun düzeninin küreselleşmiş bir versiyonuyla karşı karşıyadır.
Oysa İslam'ın Hz. Peygamber döneminde ortaya koyduğu siyasal ve toplumsal düzen, tam da bu tür zulüm düzenlerine karşı bir adalet alternatifi olarak inşa edildi.
Medine Sözleşmesi, farklı inanç ve kabileleri ortak hukuk çerçevesinde eşitleyen ilk toplumsal sözleşme olarak tarihe geçti. Adalet, güvenlik, sorumluluk ve ortak yaşam ilkeleri üzerine kurulan bu düzen; güçlünün değil, hakkın üstün olduğu bir siyasal modeli temsil ediyordu. İslam'ın devletleşmesi bir iktidar hırsından değil, zulüm karşısında insan onurunu korumanın zorunluluğundan doğdu.
Bu tarihsel tecrübe, Osmanlı'nın son döneminde İttihad-ı İslam politikasıyla yeniden gündeme geldi. II. Abdülhamid'in önderliğinde geliştirilen bu yaklaşım, Batı sömürgeciliğine karşı Müslüman dünyayı ortak bir dayanışma çizgisinde tutmayı amaçlıyordu. Halifelik etrafında oluşturulan bu birlik fikri, yalnızca Osmanlı'yı ayakta tutmak için değil; sömürülen Müslüman toplulukların moral ve siyasi direncini güçlendirmek için de önemliydi.
İşte modern İslamcılık, bu tarihsel tecrübenin 19. yüzyıldaki devamı olarak doğdu. Müslüman toplumların dağılmasına, Batı'nın sömürgeci düzeninin yükselişine ve iç çöküşlere karşı bir uyanış çağrısıydı.
İslamcılık yalnızca dini bir yenilenme hareketi değil; "küresel firavun düzenine" karşı adalet merkezli bir var oluş mücadelesidir. Ümmetin birlik ve dayanışmasını savunur, ilmin-teknolojinin geliştirilmesini teşvik eder, toplumsal ve siyasal düzenin Kur'an ve Sünnet rehberliğinde yeniden inşasını talep eder.
Bazıları "Müslüman olmak zaten bunların hepsini kapsıyor" diyebilir. Fakat tarih ve bugünün gerçekliği bu iddiayı çürütüyor. Eğer tüm Müslümanların böyle bir derdi olsaydı, ümmet bugün bu kadar parçalanmış, dağınık ve etkisiz olmazdı. İslamcılık tam da bu yüzden gerekli: Çünkü Müslümanların hem ahlaki hem siyasi olarak ortak bir ideal etrafında dirilişini yeniden örgütleyen tek modern düşünce çizgisidir. (Hayrettin Karaman)
Bugün Gazze'nin yıkılmış sokaklarında, Afrika'nın yağmalanmış maden bölgelerinde, Avrupa metropollerinin soğuk kaldırımlarında yatan evsizlerin hali; aynı çağrıyı tekrar ediyor: Dünyanın yeni bir adalet fikrine, yeni bir siyasal ahlaka, güç yerine hakkı merkeze alan bir düzen arayışına ihtiyacı var.
Bu arayışın adı, hangi çevreyi rahatsız ederse etsin, hâlâ İslamcılıktır.
Çünkü İslamcılık, insanı merkeze alan, adaleti devletin temeli kabul eden, sömürünün her türlüsüne karşı duran evrensel bir duruştur. Modern dünyanın küresel firavun düzeni karşısında başka hangi fikrî hareket hem köklü hem de küresel ölçekte bir meydan okuma kapasitesine sahiptir?
Dünya yeni bir adalet ve düzen arıyor. Bu arayışa en tutarlı cevabı verebilecek düşünce ise hâlâ İslamcılığın adalet merkezli çağrısıdır.
Dünya beşten büyüktür firavun düzenine meydan okumadn nasıl anlam kazanacak Görelim Mevla neyler.
Kaynak: yeni şafak