Tarih: 19.09.2025 14:40

Fransa, Almanya, Abd ve İngiltere’de Vatandaşlık Tanımlarının Karşılaştırılması (I)

Facebook Twitter Linked-in

Türkiye yeni bir yol ayrımına giriyor. Bir yandan yeni anayasa tartışmaları, diğer yandan barış sürecinde kaydedilen ilerleme her şeyin yeni baştan konuşulmasını gerektiriyor. Her iki bağlamda da tartışılması gereken en önemli konulardan biri, anayasal vatandaşlık meselesidir. Başka bir deyişle Türkiye anayasasında devletin vatandaşları nasıl tanımlayacağı meselesidir. Bu meselenin altından kalkabilmek için dünyada anayasaların vatandaşlığı nasıl tanımladıkları ve bu konuda nasıl bir yol katettiklerini bilmek faydalı olacaktır.

Vatandaşlık tanımı ülkeden ülkeye farklı ilkelere dayanır. Batı dünyasında genel olarak üç model söz konusudur: Etnik kimlik temelli vatandaşlık (jus sanguinis, yani "kan hakkı"), coğrafi/toprak esaslı vatandaşlık (jus soli, yani "doğum yeri hakkı") ve evrensel/hukuki vatandaşlık (herkesi kapsayan, yasal bağ ve gönüllü aidiyete dayalı, "sivil" vatandaşlık anlayışı). Fransa, Almanya, ABD ve İngiltere'nin anayasaları veya temel vatandaşlık yasalarındaki vatandaşlık tanımlarını inceleyerek hangi ilkeye dayandıklarını, kullanılan dilin ne kadar kapsayıcı olduğunu ve bu tanımların vatandaşlık politikasına etkilerini karşılaştırmalı olarak ele almaya çalışacağız.

Fransa

Fransa'nın 1958 tarihli Anayasası'nda doğrudan "vatandaşlık" tanımı yapılmasa da, vatandaşlığa ilişkin temel yaklaşım eşitlikçi ve kapsayıcıdır. Anayasa'nın 1. maddesinde Fransa'nın "bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir Cumhuriyet" olduğu belirtilir ve "köken, ırk veya din ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşların yasa önünde eşitliği" güvence altına alınır. Bu dil, vatandaşlığın etnik veya dini kimliğe göre tanımlanmadığını, hukuki ve evrensel bir yaklaşımla tanımlandığını gösterir. Nitekim Fransız vatandaşlık yasaları da tarihsel olarak jus soli (toprak/doğum yeri esası) ile jus sanguinis (kan bağı esası) ilkelerinin bir bileşimine dayanır. Fransız Medeni Kanunu'na göre en az bir ebeveyni Fransız olan herkes doğuştan Fransız vatandaşıdır (kan bağı ilkesi); ayrıca Fransa'da doğan yabancı uyruklu çocuklar da belirli koşullarla (örneğin ebeveynlerden birinin de Fransa doğumlu olması, ya da çocuğun belli bir süre Fransa'da ikamet etmesi) vatandaşlığa hak kazanır. Bu "çifte jus soli" olarak bilinen uygulama ile Fransa, etnik kökenden ziyade toprak ve eğitim/entegrasyon temelli bir vatandaşlık anlayışını benimsemiştir.

Fransız hukukunda kullanılan dil, vatandaşlığın ırk veya etnik kimlikle tanımlanmadığını açıkça ortaya koyar. Anayasa'da "köken, ırk, din farkı gözetmeksizin" eşitlik vurgusu yapılması, yasal vatandaşlık tanımının da tüm toplumsal grupları kapsadığı mesajını verir. Ernest Renan'ın ünlü "ulus bir gündelik plebisittir" şeklindeki sivil ulus anlayışı, Fransa'da vatandaşlığın kültürel ve hukuki bir aidiyet olarak görülmesine temel teşkil etmiştir. Bu, Alman düşünür Fichte'nin etnik-ulusal vatandaşlık fikrine karşıt bir görüştür. Dolayısıyla "Fransız vatandaşı" kavramı hukuken herhangi bir etnik kökeni ima etmez; herkes, yasal koşulları yerine getirdiğinde Fransız vatandaşı olabilir. Resmî metinlerde "Fransız ulusu" etnik bir topluluk olarak değil, Cumhuriyet'in eşit vatandaşlar topluluğu olarak ele alınır. Fransa, vatandaşlık bilgisinde "ırk" kategorisini kullanmamaya özen gösteren bir ülkedir; hatta Anayasa'daki "ırk" kelimesinin çıkarılması dahi tartışılmış, ancak her türlü ırk ayrımcılığını reddetme amacıyla metinde kaldığı belirtilmiştir.

Fransız vatandaşlık tanımının coğrafi ve hukuki temellere dayanması, göçmen kökenli nüfusun entegrasyonuna yönelik nispeten kapsayıcı bir politika doğurmuştur. Örneğin, Fransa'da doğup büyüyen ikinci kuşak göçmen çocukları, reşit olduklarında (18 yaşında) belli koşullarla otomatik olarak Fransız vatandaşlığı elde edebilirler. Bu, vatandaşlığın etnik bir ayrıma göre değil, ülke ile fiilî bağlara göre verildiğinin göstergesidir. Bu politikalar sayesinde Fransa, uzun yıllar göçmen asimilasyonu modelini uygulayarak herkesin Fransız kimliğine yasal olarak tam ve eşit üyelikle dahil olmasını hedeflemiştir. Yine de, 1980'lerden itibaren artan göç dalgalarıyla vatandaşlık hukukunda bazı kısıtlayıcı değişiklik girişimleri olmuştur. Örneğin, 1993'te çıkarılan Méhaignerie Yasası yabancı ebeveynlerden doğan çocukların 16–21 yaş arasında vatandaşlık için başvuru yapmalarını şart koşmuş, böylece doğumla otomatik vatandaşlık yerine bir irade beyanı aranmıştır. Ancak bu uygulama 1998'de kaldırılarak Fransa yeniden doğum yeri esaslı daha kapsayıcı modele dönmüştür. Günümüzde Fransız vatandaşlık politikası, etnik köken temelli olmamakla birlikte, laik ve ulusal değerlere bağlılık (ör. dil, kültür, Cumhuriyet prensipleri) üzerinden bir ortak kimlik oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu yaklaşım, vatandaşlığı hukuki-evrensel bir statü olarak gördüğü için, yasa önünde herkesin eşit haklara sahip olduğu bir vatandaş topluluğu yaratmayı hedefler.

Almanya

Almanya'da vatandaşlık, tarihsel olarak jus sanguinis (kan bağı) ilkesine sıkı biçimde dayanan bir şekilde tanımlanmıştır. 1913 tarihli Alman Vatandaşlık Yasası (StAG) uzun süre neredeyse tamamen soybağı esasını benimsedi. Bu yaklaşım, Fransa gibi toprak temelli (jus soli) modeli uygulayan ülkelere tezat oluşturur.

Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası (Grundgesetz) doğrudan "vatandaşlık" tanımı yapmasa da, 116. maddesi "Alman" kavramını tanımlar. Bu maddeye göre "Bu Temel Yasanın anlamı çerçevesinde Alman, Alman vatandaşlığına sahip olan ya da 31 Aralık 1937 sınırları içerisindeki Alman Reich topraklarına Alman etnik kökenli bir mülteci veya sürgün olarak kabul edilmiş olan kişi ve bunların eşi veya soyundan gelen kişidir". Görüldüğü üzere, Almanya'nın temel yasasında "Alman etnik kökeni" ifadesi geçmekte ve bu da Alman vatandaşlık tanımının tarihsel olarak etnik/soy temelli olduğuna işaret etmektedir. 116. madde II. fıkra da 1933-1945 arasında siyasi, ırki veya dini nedenlerle vatandaşlıktan çıkarılanların (özellikle Yahudilerin) ve onların soyundan gelenlerin vatandaşlık haklarını iade etmektedir. Bu hükümler, Alman vatandaşlık anlayışının uzun yıllar etno-kültürel bağları esas aldığını gösterir. Nitekim II. Dünya Savaşı sonrasında, Doğu Avrupa'dan gelen Volksdeutscher (etnik Alman) göçmenler, Alman vatandaşı olmasalar bile etnik Alman kabul edilerek Almanya'ya yerleşip vatandaşlık alabildiler. Öte yandan, Almanya'da doğup büyüyen Türk asıllı "misafir işçi" çocukları, yıllarca Alman vatandaşı olamadan yabancı statüsünde kaldı; çünkü Alman hukuku etnik bakımdan Alman olmayan göçmenlerin vatandaşlığına mesafeli duruyordu.

Alman Anayasası'nın genel eşitlik maddesi (Madde 3), "cinsiyet, soy, ırk, dil, vatan veya köken, inanç" gibi sebeplerle ayrımcılığı yasaklayarak tüm bireylere eşit muamele öngörür. Ancak vatandaşlık özelinde dil uzun süre etnik vurgular taşıdı. 116. maddede yer alan "Alman etnik kökenli mülteci veya sürgün" ifadesi, vatandaşlığı Alman soyuna bağlayan bir yaklaşımdır. Bu, dil açısından kapsayıcılığı sınırlayan bir unsurdur; zira "Alman" kavramı yasal metinde etnik bir referansla tanımlanmıştır. Bunun pratik sonucu olarak, Alman vatandaşlığı uzun süre Alman ulusundan gelmeye bağlı görüldü. Johann Fichte gibi düşünürlerin vurguladığı etnik-ulusal kimlik anlayışı, Almanya'da vatandaşlık politikalarını etkilemiştir. Ancak Almanya, özellikle 1990'lardan itibaren dilini ve vatandaşlık tanımını daha kapsayıcı hale getirmeye yönelmiştir. 1999 yılında yapılan büyük yasal reformla (2000'de yürürlüğe giren vatandaşlık yasası değişiklikleri), Almanya ilk kez doğum yeri ilkesini sınırlı da olsa kabul etmiştir. Bu değişiklikle, ebeveynleri uzun süredir yasal olarak Almanya'da ikamet eden ve kendileri de Almanya'da doğan çocuklar, doğuştan Alman vatandaşı olma hakkını kazandılar. Ayrıca yeni yasa çifte vatandaşlığa da belirli şartlarla izin vermektedir (Almanya'da doğan bu çocuklar reşit olunca iki vatandaşlıktan birini seçme zorunluluğu büyük ölçüde kaldırılmıştır). Bu gelişmeler, Alman vatandaşlık tanımının salt etnik temelden çıkarak daha evrensel-hukuki bir dile evrilmeye başladığını gösterir.

Almanya'daki etnik temelli vatandaşlık anlayışı, uzun yıllar ülkedeki göçmen entegrasyonunu zorlaştırmıştır. Vatandaşlığın "Alman soyuna" dayanması, örneğin milyonlarca Türkiye kökenli göçmenin ve çocuklarının Almanya'da doğup büyüseler bile vatandaşlık hakkını elde edememelerine yol açmıştır. Sonuç olarak, Almanya kendini resmi söylemde uzun süre "göç ülkesi" olarak tanımlamış ve göçmenlere geçici işçi (Gastarbeiter) gözüyle bakmıştır. Bu politika, göçmen toplulukların siyasi ve hukuki katılımını sınırlayarak toplumsal uyumu etkiledi. Öte yandan, etnik tanımın bir uzantısı olarak, Alman soyundan gelen yabancılar (örneğin Sovyetler sonrası dönemde Kazakistan'daki etnik Almanlar) ülkeye kolaylıkla kabul edilip doğrudan vatandaş olabilmiştir. Bu çifte standart, vatandaşlık politikasında etnik kökene verilen ayrıcalığın bir göstergesiydi. Ancak 2000 yılındaki reformla birlikte Almanya, karma bir modele geçti: Jus sanguinis korunmakla birlikte jus soli unsuru eklenmiştir. Bu değişimin ardından Almanya'da doğan ikinci nesil göçmen çocukların önemli bir kısmı vatandaşlık kazanmaya başlar. Böylece Almanya'nın vatandaşlık politikası, daha kapsayıcı hale gelerek göçmen entegrasyonunu teşvik etmeye yönelir. Yine de, dil ve uygulamada entegrasyon kursları, dil sınavları ve vatandaşlık testi gibi koşullar getirerek yeni vatandaşlardan Alman toplumuna uyum sağlamaları beklenmektedir. Sonuç olarak, Almanya'nın vatandaşlık tanımı etnik vurgu geleneğinden yasal ve coğrafi bağ karışımına evrilmiş; bu da göç politikalarını ve toplumsal katılımı doğrudan etkilemiştir.

Gelecek hafta ABD ve İngiltere'de anayasaların vatandaşlığı nasıl tanımladıklarını ele alacağız.

 

Kaynak: farklı bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —