Tarih: 19.07.2025 11:52

Suriye’de Yeni Rejim, Eski Alışkanlıklar

Facebook Twitter Linked-in

Suriye, on yılı aşkın bir süredir devam eden bir iç savaşın harabesi üzerine yeniden şekillenmeye çalışıyor. Ancak bu yeni şekillenme, sadece başkent Şam'da değişen iktidar simalarıyla sınırlı değil. Bir ulusun parçalanmış hafızasında, etnik ve dini azınlıkların korkularında, komşu devletlerin hesapçı tutumlarında ve Batı'nın çıkar odaklı ilgisinde de sürüyor bu savaş.

Devrik diktatör Beşşar Esad'ın ardından iktidarı devralan Hayat Tahrir eş-Şam (HTŞ) liderliğindeki geçici hükümetin başkanı Ahmed el-Şara, demokrasi, eşitlik ve azınlık hakları gibi kulağa hoş gelen vaatlerle kamuoyunun karşısına çıktı. Kabinesine bir Dürzi, bir Alevi ve bir Hristiyan kadın alarak sembolik bir çeşitlilik sunarken, Batı başkentlerinde şık takım elbiselerle diplomatik pozlar verdi. Ancak süslenmiş vitrinin ardında hâlâ derin bir güvensizlik ve kırılganlık hüküm sürüyor.

El-Şara'nın geçmişi, 2000'li yıllarda El Kaide'yle bağlantılı olması nedeniyle, özellikle laiklik geleneğiyle yoğrulmuş azınlıklar arasında derin bir şüpheyle karşılanıyor. Her ne kadar şiddeti kınayan, azınlıklara yönelik saldırıların soruşturulacağını ilan eden açıklamalar yapsa da, sahadaki pratik bununla çelişiyor. Süveyda'da Dürzilerle yaşanan çatışmalar, Alevilere yönelik misilleme saldırıları ve Hristiyan hedeflere yönelen terör eylemleri, yeni yönetimin ya yeterince güçlü olmadığını ya da içten içe bu şiddeti dengeleme iradesine sahip olmadığını düşündürüyor.

Eş-Şara'nın iktidar pratiği, "ılımlı İslamcı" bir görünüm arz etse de, HTŞ'nin radikal kanatlarının partiden ayrılması ve farklı bölgelerde bağımsız hareket eden cihatçı unsurların varlığı, hükümetin iç denetim mekanizmalarının zayıf olduğunu gösteriyor. Bu durum, azınlıklar açısından "Esad sonrası" dönemin de kendi kaderlerine dair ciddi tehditler barındırdığını gözler önüne seriyor.

Suriye'deki çatışmalar yalnızca iç aktörlerle sınırlı değil. İsrail'in Süveyda'daki gelişmelerle eş zamanlı olarak Şam'a düzenlediği hava saldırısı, bölgesel müdahaleciliğin ve çıkar hesaplarının geldiği noktayı gösteriyor. Tel Aviv, Dürzi nüfusunu koruduğunu söylese de, bu müdahaleler, hem Suriye'nin toprak bütünlüğünü hem de uluslararası hukuk normlarını ihlal ediyor. Aynı şekilde, Türkiye'nin Rojava'daki Kürd varlığına karşı yürüttüğü operasyonlar da insani kaygılardan çok ulusal güvenlik endişeleriyle şekilleniyor. Ne yazık ki komşu Müslüman ülkeler, "ümmet" söylemine rağmen, Suriye'nin iç barışına katkı sunmak yerine etki alanı inşa etme yarışına girmiş durumdalar.

Batılı devletler ise Esad rejiminin yıkılmasını demokrasi ve insan hakları bağlamında olumlu bir gelişme olarak sunarken, yerine gelen İslamcı hükümetle çıkar temelli ilişkiler kurmaktan çekinmedi. El-Şara'nın kabinesinde azınlıklara yer vermesi, Batı'nın yaptırımları kaldırmak için yeterli gerekçesi haline geldi. Oysa aynı Batı, bu yönetimin köklerinin radikal yapılarla olan ilişkilerini gayet iyi biliyor. Bu tutum, "otoriter ama laik" bir rejimle, "ılımlı ama İslamcı" bir yönetim arasında gidip gelen etik olmayan bir dış politika çizgisini yansıtıyor. Suriye halkı, bu ikircikli politikaların bedelini yıllardır kanla ödüyor.

Suriye'nin geleceği sadece merkezi yönetimin kimde olduğu değil, aynı zamanda bu yapının nasıl bir idari modele dayanacağıyla da ilgilidir. Kürdlerin federal sistem talebi, yerel özerkliği savunan bir direnişin göstergesi. Ancak El-Şara'nın güçlü bir merkeziyetçiliği önceleyen anlayışı, bu beklentilerle çelişiyor. Bu gerilim sadece Kürdler açısından değil, ülkedeki diğer etnik yapılar için de bir örnek teşkil ediyor: Azınlık haklarını koruyan, çoğulcu ve yerinden yönetim esaslı bir anayasal sistem mi, yoksa tek merkezli, baskın çoğunluk üzerinden kurgulanmış bir devlet mi?

Üstelik Kürdler, yalnızca hak talebinde bulunmaktan ibaret bir siyasi aktör değil; Suriye'nin toprak bütünlüğünü ve IŞİD gibi radikal unsurlara karşı ortak güvenliği koruma mücadelesinde sahada aktif bir şekilde yer aldılar. Suriye Demokratik Güçleri (SDG) çatısı altında IŞİD'e karşı verilen mücadelede binlerce Kürd savaşçının hayatını kaybetmesi, bu topluluğun sadece kendi hakları için değil, ülke genelinde barış ve güvenlik için de bedel ödediğini göstermektedir.

Bu bağlamda Kürdlerin talepleri, sadece etnik kimliğe dayalı bir ayrılıkçılığın değil, uzun süredir inkâr edilen bir halkın, Suriye'nin çoğulcu geleceğinde söz ve yetki sahibi olma arzusunun bir ifadesi olarak okunmalıdır. Kürdler, eşit yurttaşlık temelinde ve çoğulcu bir yapı içinde, kendi bölgelerini yerinden yönetme hakkına sahip olmalıdır. Bu, sadece siyasi bir hak değil; aynı zamanda sosyal barışın ve ulusal birliğin sürdürülebilirliği için de elzemdir.

Ahmed el-Şara'nın sözleri, iç savaşın yarattığı enkazın üzerine inşa edilen bir umudu temsil etse de, uygulama ve sahadaki gerçeklik farklı bir tablo çiziyor. Bu bağlamda, Suriye'deki birçok azınlık, Esad rejiminin baskısına rağmen sağladığı görece güvenlik ortamını bile arar hale gelebilir.

Ne yazık ki Suriye krizi, sadece bir diktatörün yıkılmasıyla sona ermedi; çünkü mesele yalnızca Esad'ın şahsı değildi. Bu, bölgesel ve küresel güçlerin kendi çıkar oyunlarını oynadığı, dini ve etnik kimliklerin araçsallaştırıldığı, insan hayatının ise en düşük değer olarak görüldüğü çok katmanlı bir trajedidir.

Uluslararası toplum, yalnızca kimin yönettiğine değil, nasıl yönettiğine odaklanmak zorundadır. Aksi takdirde, değişen liderlerin ardında aynı zulüm düzeni devam eder; sadece adı ve şekli değişir.

 

Kaynak: farklı bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —