Fargin, Albat Dağlarının eteklerindeki büyük ovaya boydan boya yayılmıştı. Şehrin yamaçlarında akan derelerin etrafını söğütler kaplamıştı. Sepet yapımı için yeterince söğüt ağacı vardı ve sepetlerini satabileceği büyük de bir şehir. Koca bir başkentti Fargin, mevsiminde yapıp satacağı sepetlerle uzun bir kışı geçirebileceklerdi. Karısının yakınmalarına da bir çözüm olabilirdi yerleşik bir hayat. Bu düşünceyle göçebeliğe son verip, Fargin’e yerleşme fikrine kapılmıştı Zembilfiroş. Lakin artık bu imkânsızdı, Hâtun şehri ona dar etmişti, öyle görünüyor ki artık yolun sonuna gelinmişti. Yeniden yola düşmenin vaktiydi, lakin eşini yeni bir göçe nasıl razı edeceğini bilemiyordu.
Hakkâri Bey’i olan babasının sarayından ayrılmasıyla hayatı meşakkatlerle geçiyor, bir sorun bitmeden bir diğeri başlıyordu. Her defasında yaşadıklarına göğüs germişti Zembilfiroş ama hanımı çadır ve göçebe bir yaşama alışamamıştı. Bu sebeple zaman zaman tartışıyorlardı karı koca. Göçebe bir hayat, en çok ev hanımının işini zorlaştırıyordu, üstelik bir de çocukları vardı. İlk başlarda ne kadar tatlı bir dil ile anlatmaya çalışmış olsa da sonuç alamamıştı kadın. İkna edemediği Zembilfiroş ile tartışmaları zamanla kavgaya dönüşmeye başlamıştı. Karısı, saray yaşamından sonra göçebeliği kabullenememişti. Yarı aç yarı tok bir yaşamı kim isterdi ki? Saray hayatından, göçebeliğe dayalı bir çadır yaşamına razı olmak kolay değildi elbette.
Her insanın bir derdi varmış, yüreğinde taşıdığı. “Dertsiz insan olmaz” demiş eskiler. Dert, bazen yaşamaya dayanak olurmuş, bazen ise sırtında ağır bir yük. Omuzlarında yükü olanın beli doğrulmaz, gönlü de ferahlık görmezmiş. Karanlık bir geceydi, başında derdin eksik olmadığı Zembilfiroş’un gözlerine uyku girmemişti. Sert rüzgârlar esiyordu çadırının üzerinden. Uçurumların kenarında kurulu çadır sallanıp duruyordu. Rüzgâr bulutları önüne katmış ilerliyordu göğe doğru. Yıldızlar koşuyordu bulutların ardından, dağları bir bir aşarak. Ay nazlanıp durmuştu sabaha kadar, bir kez olsun yüzünü göstermemişti. Tabiat inleyip durmuştu rüzgârın sesiyle. Ağır bir hastanın gecesiydi, sabahın gelmediği bir gece…
“Gün var, asra bedel” demiş sabır ehli. Tam da öyle bir zamanı yaşıyordu Zembilfiroş, saniyelerin ay, dakikaların yıl olduğu bir gece. Ne Ay doğmuştu ne de yıldızlar kalmıştı, yas tutan bir anne gibiydi gök. Anne yas tutmuşsa Güneş de doğmazmış, Ay da… Gün naz makamındayken, tan yeri ağarmazmış, böyle zamanların hâkimi zifiri karanlık olurmuş. Sabah olsa da yola çıkabilsek, diye dua ediyordu Zembilfiroş. Lakin sabahın nelere gebe olduğunu da bilmiyordu, nasıl bir günün kendilerini beklediğini kestiremiyordu. Sabahın olmasını istemiyordu böylesi anlarda. Bu yüzden sık sık dualarının seyri değişiyordu.
Sabahın habercisi horozların sesleri duyulmaya başlamıştı Fargin sokaklarında. Bir süre sonra sabah ezanı yankılanmaya başlamıştı Albat Dağlarında. Gece boyunca uyuyamamış Zembilfiroş, gücü tükenmişti. Zorlanarak kalktı, ibriğe su doldurup çadırın önüne çıktı. Besmeleyi çekerken her kelimesini uzatmış ve Rabbine sığınarak abdest almaya başlamıştı. “Senin adınla başlıyorum Allah’ım, beni yalnız bırakma. Rahman; her canlıya merhamet edensin, bana merhamet et. Rahim; bağışlayıcısın, koruyan ve acıyansın, bana acı, beni ve ailemi koru Allah’ım” diye dua etmişti. Dua ederek, gözyaşıyla abdest almayı bitirmiş ve namaza durmuştu. Uzun sureler okumuş, rükû ve secdeleri de uzatmıştı. Halini arz etmiş, duası bu imtihanda da alnının akıyla çıkmak içindi. En büyük ve en hayırlı hami olan Allah’a sığınmıştı. Namazdan sonra çadırın önüne çıkmış, daha ilk bakışta, çadırının karşısında bir ağacın altında bekleyen iki kişinin beklediğini görmüştü. Bir süre bekledikten sonra tekrar çadıra yönelmişti ki, konakta görevli adamların kendisine doğru yürümeye başladıklarını görünce yönünü adamlara doğru değiştirdi. Adamları çadırının ilerisinde karşıladı, kısa bir diyalogdan sonra dertlerini anlamış oldu. Direnmenin bir faydası yoktu, meselenin duyulmasından da hayâ ediyordu. Bu yüzden iyisi mi gün iyice ağarmadan onlarla gitmekti sessiz sedasız. “Zorda kalan kula, direnmek kadar dua ve tevekkül de lazım” demişti derviş.
Zembilfiroş’u alıp konağa götürdüler. Hâtun, odasında dönüp durmuştu sabaha kadar. Hırsından, öfkesinden uyuyamamıştı, reddedilmek ağrına gitmişti. Hizmetçisi kadın sakinleştirmek için türlü öğütler vermiş, sakinleştirmeye çalışmışsa da başarılı olmamıştı. Çaresiz kalan hizmetçi kadın, gün ağarmadan iki adamını, Zembilfiroş’u getirmeleri için göndermişti. Kimse görmeden, kimsenin haberi olmadan, sessizce alıp getirmelerini söylemişti. Öfkeli Hâtun, odasında dönüp dolaşmış sonunda gelip avluya bakan pencerenin önünde durmuştu. Gözlerini avlunun sokağa açılan kapısından ayırmadan sabırsızca bekliyordu. Henüz konak sakinleri uyanmadan büyük kapı açılmış, önlerinde Zembilfiroş ile iki adam içeri girmişti. Odanın kapısını açan hizmetçi genç adamı içeri aldıktan sonra iki adamıyla koridordan biraz ilerledikten sonra beklemeye başlamışlardı.
Hâtun, uzun uzun bakmıştı Zembilfiroş’a tek kelime etmeden. Lakin genç adam başını kaldırıp bir kez olsun bakmamıştı Hâtun’un yüzüne. Sözün bir etkisinin kalmadığını düşünüyordu artık. Bu yüzden uzun süre susmuştu lakin Hâtun’un çeşitli yöntemlerle yaptığı baskının sonu da gelmiyordu. Aslında Hâtun’un her sorusuna cevap vermiş, isteğinin ve arzusunun bir hata olduğunu, kendisini harama çağırdığını anlatmıştı. Ancak iradesini şehvetin eline bırakmış bir insana söz dinletmenin kolay olmadığını yaşayarak görmüştü. Sessizliği bozan yine Hâtun olmuştu, yeniden söze o başlamıştı.
-Elimden kurtulamayacağını söylemiştim. Fargin’in de Mervani topraklarının da sahibi benim, her istediğimi alırım demiştim. İşte yeniden elimdesin, artık karşı gelmenin sana bir faydası yok dedikten sonra Hâtun yürüdü ve yatağının üzerine oturdu. İşte bu Mir’in döşeği gel otur üzerine, sana helaldir. İpek kadar yumuşak saçlarım, zeytin gibi iri ve kara gözlerim, yaylaların genişliğindeki sinem ile sana sunmuşum kendimi… Yeryüzündeki tek muradım sensin, arzularıma teslim olmadan seni asla bırakmayacağım, demişti.
Zembilfiroş’un bu suskunluğu ve başını kaldırıp yüzüne bakmaması Hâtun’u fazlasıyla kızdırmıştı, artık daha kontrolsüz bir şekilde saldırganlaşmıştı. Ona doğru attığı her adımda geriye doğru kaçmıştı. Dokunmak için yaptığı her hamlesini boşa çıkarmıştı üstelik artık cevap bile vermiyordu. Sinirinden titreyen sesiyle, elimden kurtulamazsın, sensizlik katlanabileceğim bir durum değil. “Artık bana teslim olmaktan başka çaren kalmadı Zembilfiroş! Konuşmamanın sana bir faydası olmaz, bana direnmekten vazgeç” demişti.
-Zembilfiroş, Hz. Yusuf’un, Züleyha’ya anlatamadığını ben sana nasıl anlatayım. Yusuf peygamberin sözünün yanında benim sözümün bir hükmü olur mu, söyleyeceklerimin gücü ne olabilir ki? Züleyha sözden anlamamışken sen mi laftan anlayacaksın. Koca bir sarayı Allah’ın peygamberine zindan etmişti, senin de bu konağı bana zindan ettiğin gibi. Oysa kaç kez söyledim ben tövbekârım, âlemlerin Rabbine söz verdim, hiçbir günaha meyletmeyeceğime. Ve bilesin ki sözümden asla dönmeyeceğim.
Hâtun, hizmetçisine seslendi, iki adamıyla içeriye giren hizmetçiye işaret etti, “zindana atın bunu kimsenin haberi olmasın sakın” dedi. Zembilfiroş’u aldıkları gibi götürdüler tek başına bir hücreye attılar.
devam edecek