İnsan hayatında zor olanı işaret eden kelimelerden biri “yüzleşme” diye düşünüyorum. İnsanın kendisiyle, kendi gerçeğiyle, geçmişiyle, bugüne ve yarına dair düşünceleriyle, fikri serüveniyle, kendisini ve etkileyebildiği çevresini sürüklediği hayalleriyle, yönelimleri ve yönlendirilmeleriyle, kısaca her haliyle yüzleşebilmesi…
Hem inanç dünyasıyla, hem ideolojik kabul, beklenti, çıkış ve eylemleriyle yüzleşebilmesi…
Henüz yerleşmemiş düşüncelerinin kendisinde ve kendisiyle beraber taşıdığı insanların hayatında sebep olduğu yönelimlerle, değişimlerle, yanlışlarla yüzleşebilmesi…
Kafasında kendi kendisine oturttuğu veya çevrenin kendisine giydirerek, kendisini meçhule sürükleyen liderlik, başkanlık gibi sınavını ağırlaştıran yükleriyle yüzleşebilmesi…
Dün kepek çuvallarında kuru ekmek ararken bugün ulaştığı sayısız nimetlerin kendisine aşıladığı şımarıklıklarıyla… Şımarıklığın davet ettiği günah yüküyle ve yaptıklarını günah değil hak gibi görmesiyle yüzleşebilmesi…
Oysa şöyle öğrenmiştik: “Şüphesiz Allah’a itaatsizlikten sakınanlar için rableri katında nimetlerle dolu cennetler vardır!” Ancak şımarıklığın günahı hak gibi göstermesi gibi bir sonuçla karşılaşınca şu uyarılara muhatap hale geldik:
“Öyle ya, emrimize boyun eğenleri o günahkârlarla bir mi tutacağız?
Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?
Yoksa elinizde okuduğunuz bir kitap var da orada istediğinizin sizin olacağı mı yazılı?
Yoksa “Neye hüküm, karar verirseniz o mutlaka sizindir” diye tarafımızdan lehinize verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?
Sor onlara: İçlerinden kim buna kefil oluyor?
Yoksa onların (kendilerine akıl veren, bu sizin hakkınız, uyarıları dinlemeyin, götürün götürebildiğiniz kadar diyen ve kararları geçerli) ortakları mı var? Doğru söylüyorlarsa haydi getirsinler ortaklarını!”
Bu ayetleri okumak (düşünmek, tefekkür edip idrak etmek) bir yüzleşmeyi gerektirir. Yiğitlik bu yüzleşmeyi yapabilmektir. Geçici olan dünya günlerinin yüklediği günah yükünü hak olarak görmek ise “okuduğunuz kitapta; istediğiniz, arzulayıp ulaştığınız ne varsa sizindir, alın mı deniyor” uyarısını hiçe saymaktır.
İster yüzleşelim günahlarımızla, ister yüzleşmeyelim; kuşatılıyoruz, körleşiyoruz, körleşme en yakınımıza aldığımız nice kişinin bizim üzerimizden işledikleri günahları, rezillikleri, bizi çare görenlerin giderek bizden uzaklaşmalarına sebep olmalarını göremez hale getiriyor. Yüzleşemeyenin körleşmesi derinleşiyor. Öyle bir körleşme ki, sebep olduklarımızı göremiyor, sebep olduklarımızla birlikte “Allah” dedikçe, dini terminoloji ile konuştukça çocuklar, gençler, kadınlar, erkekler bizden uzaklaşıyor. Öyle bir körleşme ki, gelen eleştirileri “biz her işin en doğrusunu yapıyoruz, bunlar bizi çekemiyor” diye kendimize yaklaştırmıyoruz. Bu körleşmeyi fark edemiyor ve “biz yanlış şeyler konuşmuyoruz o halde neden sözlerimiz mâkes bulmuyor” diyoruz. Yaşadığımız körleşme ve yapamadığımız yüzleşme “mâkes bulamamanın sebeplerini” çözmemize mani oluyor. Yüzleşememek tefekkürü, doğru neticelere ulaşmayı, çözümler üretmeyi engelliyor. Bütün engeller önümüzde ve onları göremeden çıkışlar arıyoruz.
“Hani siz birbirinize karşı düşmanca hisler besliyor ve ayrılığınız derinleşiyordu, Allah nimetini sundu size ve kardeş oldunuz” diye öğrenmiştik. Yapamadığımız yüzleşmeler bizde bu ayetleri başkalaştırdı ve aramızdaki kardeşliği değil ayrışmaları, yabancılaşmaları, düşmanlık üreten halleri derinleştirmeye başladık. Haliyle “ey Allah’ın kulları kardeş olunuz” ayetini okuduğumuz kitabın bize seslenen “daraltılmış nüshalarından” çıkardığımızı fark edemedik. Kurtarıldığımız ateş çukurlarını kendi ellerimizle, kabullerimizle yeniden hazırlamaya başladık.
Kendimizle, kitabımızla yüzleşemediğimiz için mesela birbirimize oynadığımız oyunların kitaptaki anlatımıyla da yüzleşemedik: “Kötü oyunlar kuranlar, varlıklarının yerle bir edilmesinden emin mi oldular!” Anlamak için deneme bile yapmakta çekindik, zira bu ve benzeri ayetler bize seslenmiyordu. Bizim aracılığımızla başkalarına söyleniyordu. Haliyle birbirimize oyun oynamaya devam ettik, devam ediyoruz. Böyle davranınca “hiç ummadıkları yerden bir darbe yiyeceklerinden, azapla karşılaşmaktan emin mi oldular” ifadesini üstümüze almıyoruz bile…
Kendimizle, kitabımızla yüzleşemediğimiz için veya buna cesaret edemediğimiz için “ ve onlar büyüklenmezler” seslenişini de başkalarına yönlendirdik. Nicemiz başı göğe erecekmiş gibi çevresinde kendisinden küçük gölgeler oluşturuyor ve yürüyor. Tevazu ve merhamet acizlik gibi gösteriliyor. Oysa büyüklenmelerin, mütevazı olamamanın, merhametsiz duruşun çevremizde oluşturduğu gölgecikler bizim karanlığımızı arttırır. Karanlıkta yürürken yanlışlar biriktiririz. Biriktirdiğimiz yanlışlar bizi kuşatır ve yaptıklarımızı sevmeye başlarız.
Kendimiz ve kitabımızla yüzleşme cesareti gösteremediğimiz için “Her insan topluluğunu önderleriyle birlikte çağıracağımız o günde” ifadesine rağmen bir yere başkan, lider olup öyle kalmak, çevreyi kendimize mahkûm etmek, o ağırlığın hesabına bigâne hayat sürdürmek sıradanlaştı. Vereceğimiz hesabın ağırlığını hesap etmiyoruz veya “bu dünyada başkan, lider olduğumuza göre hesap gününden kolay sıyrılır ve orada da önde oluruz” diye düşünüyoruz. Kendimizi böylesine kutsayabiliyoruz. Tabi etrafımıza biriken alkışçılar da böyle karar kılmamız için her şeyi yapıyor, bizi itekleyip “güya” peşimizden geliyor. Hiç ummadığımız bir anda “bizim onlarla ilgimiz” yok diyeceklerini akledemiyoruz.
Kendimiz ve Allah resulünün öğrettikleriyle yüzleşme cesareti gösteremediğimiz için Hayber gününde söylenen “Falanca kimse de şehittir, dediler. Nebi (s.a.s.): “Hayır, ben onu, ganimetten çaldığı bir hırka –veya bir aba– içinde cehennemde gördüm” ifadesinden kamuya ait olanı uhdesine geçirenin yerinin ateş olduğunu anlamak istemiyoruz. İhalelerde sorumluluk alanlar arasında, “şu kadarı senin bu kadarı da benim veya filan yakınıma da hisse vereceksin” diyenler ve elde ettikleri meblağı kâr sayanlar çıkabiliyor. Veya elde ettikleri makamlarda, kamuya ait arazileri kendileri, çevreleri ve yakınları arasında peşkeş çekenler olabiliyor. Bütün yaptıklarına rağmen güya eda ettikleri kimi ibadetlerle kurtulacaklarını sanıyorlar. Acaba “Ey kızım Fatıma! Babam peygamber diye güvenme Rabbine karşı kulluk vazifeni yap eğer Allah’tan nefsini satın alamazsan vallahi ben bile senin namına hiç bir şey yapamam” diyen peygamberi duyma, anlama sorunumuz mu var? Acaba “Kişinin namazı, orucu sizi aldatmasın. Dileyen oruç tutar, dileyen namaz kılar. Fakat güvenilir olmayanın dini de olmaz.” İfadesi bizden başkasına mı söylenmiş?
Yüzleşme neden zor?
Sanırım yüzleşmemek ve alıştığımız gibi devam etmek işimize geliyor. Hesap vereceğimizi düşünmek zor bir hal, kendimizi yormak istemiyoruz. Veya ufkumuzu karartan gölgeler var ve onları “dost” görüyoruz, onlar da bizi uçuruma doğru sürüklüyor. Oysa “dost Allah’tır”“Sizin veliniz ancak Allah’tır, peygamberidir, bir de Allah’ın emrine boyun eğerek namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren müminlerdir”ve “Bilesiniz ki Allah dostlarına asla korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler”diye öğrenmiştik. Demek ki geçici dünya çıkarı ve dost arasında tercih yaptığımızda, hesabı da uzak gördüğümüz için geçici dünya çıkarını tercih edebiliyoruz. Bütün bunlarla birlikte “cenneti de” kimseye bırakmıyoruz.
Geçici dünya çıkarı için birbirimize oynadığımız oyunlar arasına cenneti, imanı, istikbalin bize ait olduğunu da sıkıştırmayı ihmal etmiyoruz. Yalan yarışına giriyor, iftira ve ayak oyunlarını kendi “iktidarımızı” korumak adına mubah görebiliyoruz. İktidar dediğimiz şeyin yalnızca bir yeri yönetmek olmadığını da unutmayalım.
Belki yüzleşmeyi daha da özele indirerek sürdürmek, yazmak lazım fakat ben şimdilik bu kadarla iktifa etmiş olayım.