Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Yeni bir sürecin başında Türkiye siyaset sahnesine özet bir bakış -1

Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


Cumhuriyet’in ilk dönemini 1923 ila 1950 yılları arası olarak değerlendirdiğimizde, ikinci dönemini de, 1950 ila 2002 arası olarak değerlendirebiliriz.

İlk dönemde, hemen herkesin malumu üzere, daha sonradan çok iddia edildiği halde demokrasiye uygun olmayan, bilakis, 19. Yüzyıl şartlarında Batı’ya(Avrupa) arız olan pozitivist karakterli jakoben bir anlayışın devamı niteliğinde katı jakoben ve cumhuru hiç de dikkate almayan katı laikçi, tekçi(üniter) baskıcı bir “siyasi” yapı söz konusu idi.

Yeni devletin, bundan yana bir sıkıntısı yoktu. Bilakis, yön, Batı’ya dönük olduğu ve Batı’nın da bu durumdan kendi adına bir rahatsızlık duymayacağı için, jakoben yapının devam etmesinde gözle görülür, hissedilir bir sıkıntı yoktu. Ama halkın içten, içe yeni rejime karşı bilenmesi; dini kimlik alanında Müslüman kitlenin manipüle edilmesi, mezhebi kimlik alanında Alevilerin, kavmi kimlik alanında Kürtlerin yüzeye çıkan ve hak arayan tavırları gibi, rejimi zorlayan ve onu, yeni bir yapılanmaya sevk eden durumun sonucunda, hem de Batı’nın telkinleriyle tek partili yönetim şekli çok partili şekle evrilmiş oldu.

Bundan önce, Türkiye’nin “modern baskıcı” hali, kendilerine de arız olan jakoben anlayıştan peyderpey kurtulmaya çalışan Batı(Avrupa) ülkelerinin pek de umursamadıkları halde, Sovyet Rusya’nın, dolayısıyla Doğru Bloğu’nun, “hür dünya” karşısında yayılmacı politikasına karşı bir yerleri, onlara karşı tahkim etmeye zorluyordu.

Bu yerin en başında, haliyle Türkiye geliyordu. Bir de o bloğa(Varşova) karşı Batı’yı –ABD başta olmak üzere- koruma/tahkim etmek için NATO gibi askeri bir pakt oluşturulmuştu. Daha NATO’nun kuruluşundan birkaç yıl önce, İsmet İnönü’nün döneminde Türkiye, komşusu Sovyetler’e karşı tarafını Batı’dan yana belirlemişti.

İşte, buna bağlı olarak, Türkiye yeni kurulan pakta dahil olacak/edilecek ve hem de ülke tek partili yönetim biçiminden çok partili yeni bir yönetime geçmiş olacaktı. 1946 döneminin iç ve dış şartlarına bağlı olarak, demokratik karakterli çok partili siyaset sistemi yavaş, yavaş toplum ve devlet nezdinde oluşmaya ve kendi zeminime oturmaya başlamıştı.

Her ne kadar, dönem, dönem iktidar ortağı olsa da –değişik adlarla da olsa- CHP’nin elli küsur yıllık muhalefetine bakarak, onun, denklemin tamamen dışında kaldığını söylemek, onun da hakkını yememek şartıyla birazcık safdillik olurdu. Tabiri caize, “CHP, “fiziki olarak iktidarda değil, ama fikren, zihnen ve ruhen” iktidarda idi.. Buna bağlı olarak, onun, hemen hepsi de birer anayasal çerçeveye bağlı resmi kurumlar üzerinden yürüttüğü vesayetçi anlayış, ta 2000’lere kadar kendine yer bulmuş oldu.

Gerek CHP’nin, üzeri örtük vesayetçi konumu ve gerekse de, hemen hepsi de laiklik taraftarı olan sağcı, milliyetçi/ulusalcı iktidarların katı devletçi anlayış ve yönetme biçimlerinin birer sonucu olarak ülke büyük bir yıkıma uğramış ve göreceli de olsa, iflasa sürüklenmişti. AK Parti öncesi, son iktidar olan ANASOL-M hükümetinin, yönetim zaafiyetinden kaynaklanan yapısal sorunlara sözde çözüm için, kendileri yerli, ama anlayışı ve iş tuttukları koca bloğu Batı/ABD olan Kemal Dervişlerin de, halk olarak hak etmediğimiz acı reçeteleri bizlere sunmaları, sonun başlangıcı olmuştu.

Bu felaket yıkım sonrasında iktidara gelen AK Parti, var olan asırlık yapısal sorunların üstesinden geleceğine dair millete söz vermişti.

AK Parti, adeta, yakın siyasi tarihe vurgu yaparcasına “Yeter! Söz milletindir!” ifadesine uygun ifadelerle ellerini çemremiş bir şekilde işe girişmişti.

Şimdilerde, bir zamanlar AK Parti içerisinde siyaset yapan Ahmet Davutoğlu ve özellikle de Ali Babacan’ın dile getirmeye çalıştığına yakın, hatta bu zevatın dediğinden de farklı ve üst perdeden sözler sarf edilmişti.

Çözülmesi gereken; başörtüsü sorunu, Kürt sorunu, buna bağlı olarak çeşitli kimlik sorunları, ülkenin yeniden sanayide ilerleme ve birçok kalemde dışa bağımlılığı azaltma ve hatta sona erdirme gibi konular iktidarın programında önemli yer tutuyordu.

2005’ten itibaren Kürt sorunu konusunda, bizzat Erdoğan’ın “Kürt sorunu, benim sorunumdur” yaklaşımı, bu sorunun şeksiz, şüphesiz –bir daha var olmamak üzere- çözüme kavuşacağı duygusu oluşmuştu.

Hatta Tatlısesli, Şıvan Perwerli, Mesud Barzanili Diyarbakır’da yapılan programa, mitinge bakıldığında, çözüme yaklaşılmış olup çeşitli toplumsal kesimlerin katkılarıyla çözüm süreci başlamıştı. Haliyle bir iyimserlik durumu ortama hâkim olmaya başlamıştı.

Konu ile ilgili gerek iktidar ve gerekse de devletin görünür çabaları, 2015 yılında Ceylanpınar’da polislerin PKK tarafından katledilmesi, hem çözüm sürecini baltalamış, sabote etmiş ve hem de sürecin bir daha gündeme gelmemesine sebebiyet vermişti.

Bu işin sabote edilmesi, bir yandan PKK’nin kendine hâkimiyet alanı açmaya çalışması ve bir yandan da, malum sebeplerden dolayı var olan iktidarla sürtüşmeye çalışan Gülencilerin, iktidarla ters düşüp örgütleştikten sonra, PKK ile el altından birlikte çalışmanın da başlangıcını oluşturmuştu.

AK Parti’nin, özellikle de lideri olan Erdoğan’ın, meydana gelen bu olaylardan da önce, şimdilerde dile getirilen “eski Türkiye-yeni Türkiye” bağlamında, eskiye ait ne varsa –buna parlamenter sistemde dahil- yenisi, onlardan tamamen farklısı ile değiştirme düşüncesinin altını çizmekte fayda var.

O güne kadar, hiçbir iktidarın yanaşmadığı, ele almadığı 12 Eylül darbesinin yargılanması adına referandum yapması bir yeni durum ve milat olarak okunacak olsa da, yapılan bu referandum içerisine, çoğu da ileride birçok sıkıntı çıkaracağı daha sonra belli olan konuların girdirilmesi, yeni bir yola girildiğinin ve makas değişiminin olduğunu göstermesi açısından bir hayli önemliydi.

Bu süreçte muhafazakâr kesimlerle birlikte çeşitli sol ve liberal çevreninde katılımı ve “kabulü” ile kısmi anayasa değişikliği adına “Yetmez, Ama Evet” kampanyaları başlamıştı. Bu kampanyaların daha sonra, iktidar eliti tarafından ustalıkla manipülatif şekilde iç edilmesine bağlı olarak, birçok sistemik sıkıntılara yol açacağı bizlere zahir olacaktı.

Bu türden kampanyalardan ve muhtemelen “devlet içerisinden” alınan görev ve güçle, artık bilindiği için çok rahatlıkla söylenebilir, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş -bu iş, referanduma dahil edilmemiş olduğu halde- mümkün hale getirilmişti.

Bugünde, artık teklediği, çeşitli açılardan ve uygulamalardan dolayı sos” verdiği halde, bu sisteme inanan şahıs ve gruplarla(iktidar, parti vb.) buna karşı çıkan çeşitli şahıs, toplumsal grup ve partilerce karşı çıkılan bu sistem, beraberinde, iddia edenler tarafından “görece” bazı iyileştirmelere kaynaklık teşkil etmiş olduğunu varsaysak da, tek kişiye bağlı ve parlamenter sistemi bypass etmesi açısından, beraberinde birçok sorunu ihdas ettiği halde, AK Parti’nin kendi ikbal döneminde çözmesi gereken Kürt sorunu gibi kadim ve yakıcı sorunları katmerleştirmiş oldu.

Buna siz, eğitimi ve özellikle de ekonomi vb. konularını çok rahatlıkla işin içerisine dahil edebilirsiniz.

Devamı edecek…

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR