Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Yeni Bir İslamcılık Mümkün mü?-3

Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


Bu seriden olmak üzere bundan önceki iki yazımızda yeni bir İslamcılığın imkânının var olup olmadığı ile ilgili bir soruyu yazı başlığı olarak kullanmıştık.

İslamcılık akımının bidayetine atıf yapmış, onun ortaya çıkış sebebi ve ontolojisine ve İslamcılık çeşitlemelerine işaret etmiş, “kullanım ve anlayış açısından” var olan kategorilerden bahsetmiştik.

İslamcılık, “çok” yakın tarihte popülaritesini aynı zamanda, dışarıdan yapılan yoğun, ama çoğu da haksızlık içeren eleştiriler ve yaftalamalar çerçevesinde seksenli yıllarda kazandı. O yıllar, İran İslam devriminin Müslümanlar üzerinde oluşturduğu heyecan ile işgale uğrayan Afganistan’da Sovyet Rusya’ya karlı verilen “destansı” mücadele ile birçok saikin de etkisiyle İslamcılığın ivme kazandığı yıllar olarak anılsa yeridir.

Her ne kadar dıştan yapılan” radikal İslamcı” türü tanımlamalar/yaftalamalar birçok Müslüman’ın hoşuna gidiyor ve onlara yönelik bir “avantaj” sağlıyor ise de, ne yapılan eleştiriler, ne yaftalamalar ve ne de bizzat o yaftalamaları kendine kâr gören Müslümanların davranışının büyük bölümünün İslamcılık olarak okuması kanımızca doğru değildi.

Belki, zahiren onu çağrıştırıyor idiyse de, hakikat öyle değildi. Ki, yaftalamalara ve hoşa gitmelere konu olan radikalizmin kendisi bizzat İslamcılık için bir engel ve set idi. Var olan bu engel, her şeyden ziyade İslam’ın en başta o Müslümanlar tarafından bihakkın anlaşılması önünde bir sorun olarak durmaktaydı.

Genel itibarıyla İslam’a ait parça doğruları içerdiği halde, onu bir bütün olarak ne Müslüman ve ne de karşıtları açısından anlamlı kılmıyor, bilakis onu, adeta karşılıklı olarak gözden düşürmeye yönelik “yanlış bir eylem” türü olarak okunmasına yol açmış oluyordu.

Bir de, bu olumsuz durumlara ek olarak, henüz İslam’ın bir din olarak nasıl bir toplum ve toplumsal hayat önerdiği, nasıl bir siyaset anlayışı ve kendine özgü bir yönetim şeklinin mahiyeti apaçık bilinmediği bir ortamda; bir yandan İslamcı olarak tanımlanan, beri yanda ise, muhafazakâr saiklerle hareket edip siyaset yapan bir kadronun yer, yer İslamcılığı aşan, onu silikleştiren yapısı da İslamcılık adına aşılması gereken zorluklar olarak okunmayı hak ediyordu.

Hem, siyasi alanda bulunan, form açısından muhafazakâr olarak tanımlanabilecek ve amacını adeta “ne olursa olsun” mutlak iktidar olarak tanımlanması ve hem de bu iktidar sevdasına bağlı olarak, ıskalanan şeyleri gör(e)memesi, haliyle o kadronun İslamcılıktan ziyade muhafazakâr cenahta olduğuna işaret ediyordu.

Tamam, belki de tüm dönemleri kapsayacak şekilde “izin verilmemesi” açısından değerlendirildiğinde, bir partinin kendini salt İslamcı olarak tanımlaması mümkün olmayacağı gibi, böyle bir gri sistem içerisinde adeta kuş dilinin kullanılması da, form açısından tanımlanmayı zorlaştırmakta olduğu gibi, büyük oranda İslamcılığa bir türlü ayarlatıl(a)mamış zihinsel durumlar da işi zora sokmaktaydı.

Seksenlerden doksanlara gelindiğinde, bir yandan İslamcı olarak tanımlana gelen mezkûr siyasi yapının, muhafazakâr saiklerle yıpranmış bulunan sisteme can simidi olduğu ve ona yeniden hayatiyet kazandığı söylenebilir.

O mezkûr yapının en başta Müslümanlar olmak üzere, ülkenin insanına hizmet niyetiyle yerel ve ulusal planda iktidara gelmek için çaba sarf etiğini görüyoruz.

Seksenlerde, İstanbul Kağıthane ilçe belediyesinin kazanılmasına binaen “İstanbul’un orta yeri Refah’ın” sloganı, bu kez çeşitli şehirlerde kazanılan belediyeler ile yerine oturmuştu.

Mutlak iktidar açısından değil de, geleceğe yönelik olarak Türkiye toplumunun gönlünü kazanmak olarak değerlendirilebilecek olan belediyelerin kazanılması ile birlikte, ulusal iktidara sahip olma dürtü ve düşüncesi, onlara iktidar yolunu gözletmişti.

Nihayetinde 1996’da yapılan seçimlerde kazanılan altı milyon oy, o yapı için “mutlak iktidarın yolun açmış oldu. Ama aradan daha bir yıl geçmeden ve kurulan hükümette önemli işlere “tamı, tamına” imza atamamışken, “elden gidecek olan” laiklik adına 28 Şubat darbesiyle kurulu hükümet devrilmiş oldu.

Hükümetin devrilmesinde, o iktidarda yer alan laik sağcı grup ve şahıslarında büyük etkisi olmuştu. Zaten, onlar bu işi, yıllar sonra itiraf edeceklerdi.

Eğer İslamcılığı “var olan “devleti kurtarma” olarak tanımlarsak, kendisi öyle bir iddiada bulunmadığı halde, ya o payeyi ona uygun gören birçok Müslüman’ın, ya da “sözde” İslam adına ortaya ne konmuşsa, onları İslamcılık içerisinde tanımlayan laik kesime mensup çevrelerin yaptığı şey tersinden İslamcılık olarak okunabilir.

Burada, bu tanımlamayı yapan laik kesimi sarf-ı nazar ettiğimizde, o payeyi vermeye meraklı Müslümanların, büyük oranda kavram kargaşası yaşadığı söylenebilir. Zira AK Parti kendi ideolojik formunu muhafazakâr demokrat olarak tanımlayıp meydana inmişti.

Bir defa Müslümanların “dünya-ahiret dengesi”nde, onunla ontolojik hiçbir bağı bulunmayan laiklik ilkesinin kabulü, daha işin başında İslamcılığa yer vermemeyi öngörüyor olmalıydı. Zaten buna bağlı olarak bizzat Erdoğan’ın Arap bahası döneminde Mısır’a yaptığı resmi ziyarette, o ilkenin Mısır halkının kahir ekseriyetinin kabul etmeyeceği –kabul görmedi de- laiklik ilkesini tavsiye etmesi, konuyu apaçık izah etmekteydi.

Anlaşıldığı kadarıyla, kendisi kimlik olarak tescil etmediği halde, birilerince AK Parti’ye kerhen uygun görülen İslamcılığın, uygulamalara bakıldığında, onun “devleti” kurtarma”dan ziyade, muhafazakâr bir yapıyı tahkim ve perçinleme sadedinde konjönktürel olarak kullanıldığı söylenebilir. Bu durum, bir açıdan, bizzat iktidar açısından “istemez, yan cebime koy!” kabilinden tek taraflı; alan tarafından(iktidar) kârlı, ballı, yağlı, satılan tarafından(İslamcılık) ise, telafisi zor, yıpratıcı ve muğlak bir ticareti resmetmektedir.

Bu olumsuz duruma atfen, şu da söylenebilir; tamam İslamcılık her ne kadar II. Meşrutiyet’in klasik paradigmalarından biri olarak sayılsa da, bundan önceki yazılarımızda da vurgulamaya çalıştığımız üzere, yapısı gereği tamamen modern döneme ait salt bir dünya görüşü değildi.

Zahiri ve formel anlamda modern dönemde görünür olmuştu, ama maksatlılık açısından, İslam’ın değil, Müslümanların gerileme dönemlerinde, onlara birçok âlim, münevver, entelektüel tarafından hatırlatma babında kendine yer bulmuş bir çaba ve çağrıydı.

Bundan dolayı da, o bir sahipsizliğe mebni olmasa da, bünye olarak “öznesiz, sahipsiz, etkin bir söylem ve tüketilemeyen bir potansiyel barındıran bir duruma haizdir. Bu haiz olma durumu devam edecek gibi…

Formel olarak ilk ortaya çıktığı dönemde İslamcılık, sürekli vurgulandığı üzere, Osmanlının şahsında “devleti kurtarma, onu sahil-i selamete ulaştırma” formuydu.

Onun daha sonra, uzun bir dönem gizlilik evresi söz konusu olmuştu. Daha sonra ise, devletten bağımsız bir şekilde hem kendini yeniden var kılma ve hem de bu duruma bağlı olarak Müslümanlar içinde bir alternatif olma durumu, onun tekrardan gündeme alınmasını sağlamıştı.

Bu durum, onun ve onunla kendini yeniden onarma sevdasına kapılan Müslümanların nezdinde iyi bir şeye tekabül ettiği gibi, onu kendi dinî anlayışına ve dolayısıyla o anlayış içre kurduğu zihinsel ve maddi yapısına tehlike olarak gören birçok dindar muhafazakâr çevrenin de şimşeklerini üzerine çekmişti. Burada İslamcılığa, adeta “evden uzaklaştırılması gereken” üvey evlat muamelesi reva görülmüştü, o cenah tarafından…

Buna rağmen, ya Müslümanların şu ya da bu oranda toplumsallaşması ya da salt laik kesimlerin, bu toplumsallaşma karşısında, kitle iletişim araçları üzerinden “dindar muhafazakâr kesime yönelik karşı propagandalarının bertaraf edilmesi için, yer yer İslamcılara ihtiyaç durulduğu da hafızalarda yerini korumaktadır. Bu konuda, özellikle seksenli yıllarla göz atılabilir.

Ö dönem, şöyle bir söz revaçta ve gündemdeydi; “bizim şu adamımıza- muhtemelen bir vaiz- televizyon kanalında –o da siyah beyaz TRT kanalı- sadece bir saatlik bir konuşma hakkı tanısınlar, sen o zaman gör laik mahallenin nasıl yıkıldığını, yok olduğunu!

Ama, daha sonraki dönemlerde neredeyse hemen her cemaatin bir televizyon kanalı olmasına ve AK Parti iktidarı döneminde neredeyse Milli eğitimi ele geçirdikleri halde, yine en önemli konuklarda İslamcılara, İslamcı aydın ve entelektüele ihtiyaç duyuyorlar demeye çalışsak dahi, hem kendileri ve hem de bizzat iktidar tarafından İslamcılık bozguna uğratılmış oldu. Dünden bugüne manzara bu şekilde gözümüzün önünde durmaktadır.

Yeniden İslamcılığın geleceğine dair bir şeyler söylersek eğer; insanlık tarihi, aydınlanmacı mantığın iddia etiği üzere doğrusal ve dolayısıyla işin geçmişini dikkate almayan bir tarzda değil, de döngüsel olarak ele alındığında;, İslamcılığın yeniden ihyacı/canlandırması özelliği söz konusu olacaktır diye düşünmek gerekir.

Zira Kur’an’ın da belirttiği üzere müminlerin “yeniden” müminliğe dönmelerinin, yani yeniden iman etmelerinin, yenilenmelerinin vurgulandığı ifadelerine(ayet) bakınca, “unutulanı hatırla/hatırlat” mottosu mutlaka İslamcılığı öne çıkaracaktır diye düşünmek gerekir.

İslamcılığın yeniden sahne alacağı dönemde, Müslümanların ve bilumum yapılarının mahiyeti şimdilik bize kapalı olduğundan dolayı, apaçık bir şeyler söyleyemesek de, bugünden hareketle, o zamanlarda da bize lazım olacak çalışmaların, çabaların, anlayışların, kavrayışların hakkında bir ipucu yakalayabiliriz.

Bu da kanımca, İslamcılığın Hz. Peygamber(s)’in kendi risalet döneminde ortaya koyup uygulamaya çalıştığı Medine Sözleşmesine uygun, ona atıf yapan, onu çağdaş versiyonlarla baz alan sivil arayışlar, formlar çerçevesinde ve içerisinde mutlaka hikmeti de barındırması gereken geniş ölçekli sivil toplumsal çerçevenin, kendi iç bütünlüğü içerisinde makul olan, makul duran her toplumsal(dini, sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel vb.) yapıya yer vermesini gerektiren bir durumun söz konusu olabileceğini şimdiden öngörebiliriz…

Eğer insanlık tarihinin döngüselliğini rasyonel olarak görüyor, düşünüyor ve kabul ediyorsak…

 

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR