Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Davut GÜLER GÜLER


Yakın Dönemde Ülkemizde ve Bölgemizde Yaşananlar Üzerine Mülahazalar

Yazarımız Davut Güler'in Özgün İrade Dergisi 2020 Şubat (190.) Sayısında yayımlanan yazısı


Asya ve Ortadoğu coğrafyası savaşın galipleri tarafından sömürge ve yarı sömürge sürecine girmiştir. Bunun istisnası Türkiye, İran ve Afganistan’dır. İslam dünyası bir yandan iç sancılar yaşarken bir yanda da sömürgeci ve işgalci güçlere karşı bir direniş sürdürüyor.
Dosya konusu ile ilgili mülahazalara geçmeden önce 24 Ocak 2020 Pazartesi gecesi saat 20.55’de Elazığ merkezi ve Sivrice ilçesi, Malatya merkezi ve Doğanyol ilçesinde yıkım ve ölümlere sebep olan 6.8 şiddetinden bir deprem olmuştur.

 

Bu saat itibarıyla 700’ün üzerinde artçı sarsıntılar olmuştur. Depremin vurduğu Elazığ’da 37, Malatya’da ise 4 kişi hayatını kaybetmiş ve binin üzerinde insanımız da yaralanmıştır. Can ve mal kayıplarına sebep olan bu afetler adeta ülkemizin kaderi diyebiliriz. Bu hakikat ülkeyi yöneten insanlar tarafından bilinmektedir. Bu bilinirliğe rağmen yöneticilerimiz başka ülkelerin yöneticileriyle mukayese edildiğinde derslerine iyi çalışmadıkları gün gibi ortadadır.

Afetlerle ilgili genel kanaat bu olsa da son yaşanan Elazığ ve Malatya depreminde, hükümet, krizi yönetmede büyük çaba göstermiş ve iyi bir sınav da vermiştir. Bu hakkı da teslim etmek lazım.

Konumuza gelince; Özgün İrade Dergisi her sayıda bir dosya konusunu işliyor.. Şubat ayı dosya konusu da; “Son yaşanan jeopolitik ve jeostratejik olayları analiz etmek bağlamından 70’li, 80’li yıllardan başlamak üzere günümüz Ortadoğu’sunun bir resmini çizmek…” şeklinde bir çerçeve çizilmiş. Bizde bu çerçevenin dışına çıkmadan yaşanan ve muhtemelen gelişecek olayların analizini yapamaya çalışacağız.
1.Dünya Savaşı’ndan sonra tarım imparatorlukları yıkılmış, Çarlık Rusya’sı 17 Ekim Devrimi sonrası SSCB’ye dönüşmüş, Osmanlı İmparatorluğu dağılmış, Osmanlı hakimiyetindeki topraklar üzerinden monarşi, kabile ve ulus devletler kurulma sürecine girilmiştir.
1940’lı yıllarda İslam dünyasının bölgesel gücü olarak görülebilen Mısır, İran ve Türkiye yönetimsel olarak; İran ve Mısır monarşi, Türkiye ise Milli Şeflikle yönetiliyordu.

1930-1940’lı yıllar dünyanın belli bir kesiminde otoriter rejimlerin varlığı 2.dünya savaşını hazırlayan nedenler olarak görülmektedir. Bu otoriter rejimlerin doyumsuzluğu ve dünyaya hükmetme isteği hızla ülkelerini savaşa sürüklemiş 50-60 milyon insan bu savaşlarda telef olmuş, savaşa giren bu ülkeler var olan insan, mal ve mülklerini kaybettikleri gibi özgürlüklerini de kaybetmişlerdir. Bunca geçen zamana rağmen Almanya ve İtalya ülke savunmasını yapacak bir orduya sahip olamamıştır..

2.Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Avrupa’da faşist ve nazist otoriter rejimler tasfiye edilirken, diğer cenahtan sosyalist-komünist Rusya savaşın galiplerinden olmuştur. Rusya emperyalist bir iştahla birçok ülkeyi işgal etmiş ve yönetimlerini de değiştirmiştir.
Dünya iki kutuplu bir bloklaşmaya sürüklenmiştir, ABD ekseninde NATO oluşurken, Rusya’nın SSCB’ye dönüşmesi ve bu eksen etrafında VARŞOVA Paktı oluşmuştur.

1970’li yıllarda NATO Paktında olan Türkiye, darbelerle kesintiye uğrasa da ve belli oranda çok partili sistemi benimsemiş, iktidarlar seçimlerle değişmektedir, o yıllarda İran ise şehinşahlık rejimiyle ve ABD ekseninde monarşiyle yönetilen bir ülke konumundadır. Mısır ise tıpkı Türkiye’nin 1924-1946 yıllarındaki askeri şeflik dönemini yaşamaktadır.İlginç bir tesadüf, bu üç ülkenin 1979-1982’li yıllarda yöneticileri ve yönetimleri değişmiştir. 1979’da İran’da devrim olmuş, Türkiye’de askeri darbe ve Mısır’da bir suikastla Enver Sedat katledilmiş bir asker olan Hüsnü Mübarek dönemi başlamıştır.

Birçok yönleriyle birbirine benzeyen bu ülkelerin demografik yapısı halkın %60-65’i dindar mütedeyyin, %30-35’i ise sol sosyal demokrat bir sosyolojiye sahip, büyük toplumsal olayların yaşandığı İran’da 1979’da İslam Devrimi ile sonuçlanmış, aynı yıllarda Afganistan Ruslar tarafından işgal edilmiş, Mısır ve Türkiye’de ise askeri darbe ve baskılarla muhalefet suskunluğa zorlanmıştır.

1980’li yılların sonuna doğru Ruslar Afganistan’da çekilmiş ve VARŞOVA Paktı dağılma sürecine girmiştir, İran-Irak savaşı İran’ın ateşkesi kabullenmesiyle sonuçlanmış, Türkiye’de yapılan bir referandumla siyasi yasaklı olan liderler tekrar siyasete dönmüş ve siyasi alan alabildiğine renklenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti iç güvenlikteki tehdit tanımlamasında da yer alan irtica ve bölücülük; İrtica(dindar mütedeyyin kesim) ve bölücülük(büyük oranda Kürtler) siyasal zeminde daha bir görünür olmuştur.

1990’lı yıllarda iki kutuplu dünyanın tek kutuplu dünyaya evrilmesiyle ABD’nin patronluğu Ortadoğu’yu ve Afrika’daki devletleri BOP doğrultusunda yeniden dizayn etme sürecini hayata aktarmak için harekete geçmiştir.

Öncelikle İsrail için tehdit olarak gördüğü(görece de olsa) ülkeleri bir plan dahilinde güçlerinin üstündeki alanlara yönlendirmiştir. Saddam’ın Kuveyt’i işgale etmesi gibi, ABD’nin oyununa gelen Saddam hem ülkesini ABD önderliğindeki bir koalisyonla savaşa sürüklemiş hem de ülkesini fiili olarak üçe bölünme sürecine sürüklemiştir.

1.Körfez Savaşı olarak adlandırılan bu savaş, adeta ABD’nin körfeze yerleşmesini daha da kuvvetlendirmiş ve körfez petrolü savaş tazminatı olarak koalisyon ortakları devletlere rehin verilmiştir. Saddam tüyleri yolunmuş bir kuşa dönmüş artık her türlü provokasyona açık bir hale gelmiştir.

Saddam’ın yaşadığı sürecin başka bir türü ise Afganistan’da yaşanmıştır. Rusların çekilmesiyle iktidarı devralması gereken mücahit liderler; Rabbani ve Hikmetyar bir türlü başkent Kabil’de bir araya gelerek beraber yönetme iradesi gösteremeyince ABD, Pakistan ve Suud işbirliğiyle nevzuhur olan bir grup yani TALİBAN her iki mücahid grubu tasfiye ederek yönetime el koymuştur.

Arap gençlerinin yoğun olarak toplandığı ve bir dönem akl-ı selim olarak yönlendirilen bu gençler Abdullah Azzam’ın şehadetiyle adeta istihbaratların araçsallaştırdığı grupların elinde kobay olarak kullanılacak apartlara dönüştüler. El KAİDE ve akabinde DEAŞ’ın doğması gibi…
11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yapılan saldırı ABD’nin BOP’u hayata geçirmesinin bir miladı olarak görebiliriz. Bu milat çok kanlı ve ahlaksızca bir geleceği işaret ediyordu. Taliban’ı iktidardan uzaklaştırırken Cenk Kalesi’ndeki katliam çok kanlı bir dönemin başladığının resmini bize gösteriyordu.

ABD, 2003’de sözde kimyasal silah bulundurmak ve el-KAİDE’yi Irak’ta korumakla suçlayarak Saddam’a ikinci savaşını açmıştır. Saddam’a muhalif olan 32. Paralel’de güvenli alandaki Kürt örgütleri ve Şii grupların da desteğini alarak ABD önderliğindeki koalisyon güçleri, fiili olarak Saddam’a savaş açmışlard.ı. Saddam bu savaşta yenik düşmüş ve bir müddet sonra yakalanarak idam edilmiştir.

Saddam’ın ve Taliban’ın enterne edilme sürecinde koalisyon güçleri dolaylı da olsa İran’ın desteğini veya onayını almışlardı.

Tam bu noktada Thomas Freidman’ın, bir vesile ile “Ortadoğu’yu tartışmaya başlayınca insanlar geçici bir süre için delirirler” dediği cümleyi hatırlatmakta fayda var.

Ortadoğu coğrafyası tam bir delilik dönemini yaşıyor.

90’lı yıllarda halkının çoğu Müslüman olan ülkeler tam bir sıkıştırılmış yani ‘kabz ve bast’ hali yaşıyor. Müslüman kamuoyu siyasal anlamda ülke yönetimine talip olma bağlamında legal siyaset yapıyorlar. Seçim sürecinde siyaseten yükselen dindar mütedeyyin kesimler, Batı ile müttefik olan olgarşik kesimler ve ordu dindar mütedeyyin halkın temsilcisi patilere bu imkanı vermiyor. Akla ve izana gelmeyen yöntemlerle ve provokasyonlarla bu meşru ve legal oluşumları kapatıyor ve taraftarlarına da terörist muamelesi yapıyor.. Bu süreçte yer alan halkı Müslüman olan ülkeler, büyük acılar yaşıyor. Türkiye(28 Şubat zulmü ve Refah Partisinin kapatılması..), Cezayir(FİS’in kapatılması, GİA vahşetinin cürümleri..), Tunus(NAHDA’nın kapatılması ve Gannuşi’nin sürgünü..) örneklerinde olduğu gibi.

İslam dünyası ve özelde duyarlı Müslüman kesimler kendi içinden kabz ve bast hali yaşıyor demiştik. Bu reel durum içten ve dıştan gelen saldırılara cevap verecek ve onu göğüsleyecek enerji üretemiyor. Sorunlarımıza ne ülke olarak ne de Müslüman kesimler olarak çözüm getiremiyor ve patinaj yapmaktan öte bir eylem veya amel ortaya koyamıyoruz, zaman hızla ilerliyor.

Böyle bir iklimde 2010 yılının sonunda Tunus’ta bir genç çaresizliğin cinnet hali diyeceğimiz bir eylemi gerçekleştiriyor ve kendisini yakmasıyla halk bu duruma sessiz kalmıyor ve sokaklar hareketlenmeye başlıyor. Bu kıvılcım dalga dalga büyüyerek tüm ülkeyi sarıyor ve domino tesiri göstererek öncelikle Arap başkentlerine ve büyük şehirlere yayılıyor, diktatörleri yerlerini birilerine bırakarak daha rahat limanlara sığınıyorlar.

Yaşanan olayların ilk hamlesi olumlu görülüyor ama bahar çok sürmeden yerini kışa bırakıyor. Batı ve içteki işbirlikçi dinamikler Müslüman dünyanın sorunlarını kendi içinde çözecek olgunluğa erişmediğini kabullenerek bu ülkelerin içine ellerini uzatmaktan geri durmuyorlar. Gelişmeler gösteriyor ki, Arap Baharı’nın ilk tetikleyici ülkesi olan Tunus dışarıda tutulursa diğer ülkeler önceki hallerinde daha kötü bir durum yaşıyorlar.

Buradan günümüze gelirsek; Bölgemiz bir sorunlar yumağı, amiyane tabirle söylersek bir İskender ve bir kılınç gerekli düğümü çözmek için. Belki denilebilir bu öneri topu taca atmaktır, ne İskender ne de kılınç var.

Reel durum Suriye, Libya, Yemen, Irak ve Afganistan vekalet savaşlarının verildiği alanlar. Körfez sermayesi de bu savaşların savaş malzemelerini tedarik eden ülkeler konumundadır. Bu reel durumun gerçekliğinde küresel güçlerin sömürgeci mantığıyla coğrafyamıza ve ülkelerimize yükledikleri bu yükü atıl bırakacak ve çıkış yolu gösterecek imkan mevcut mu ve mevcutsa bu nasıl olur?

Bu sorunun çözümü bağlamında; Türkiye, İran ve Mısır birlikteliği veya birlikte iş yapabilme yeteneği tasavvuru ve imkanı, “Üç imkan ve üç tasavvur bizim kör noktamız veya çıkış yolumuz da olabilir.” Tezi üzerinde analiz yapacağız.

1- Önce kendimizden başlayalım, Türkiye; Osmanlı bakiyesi bir ülke buna itirazlar olabilir, olsun. Osmanlı Selçuklu’nun devamı bir ülke, tüm Ortadoğu bir Selçuklu mülkü, Türkiye bu hakkı nereden buluyor o da bizim gibi bir ulus devlet diyebilirler, desinler.
Biz yinede Türkiye bir Osmanlı bakiyesi bir ülke diyor ve tezimizin yanında duruyoruz. Türkiye Osmanlı bakiyesi bir ülke derken yeniden Osmanlıyı kuracağız gibi bir iddiamız olamaz. Şöyle bir anlayış var çoğunlukla İslami çevre ve oluşumlardan, bayrak düştüğü yerden kaldırılır. Bu bayarak yani hilafet bayrağı bizde düştü yine biz kaldırmalıyız, yani bu bizim hakkımız. Eğer bir birlik olacaksa o da bizim etrafımızda yani merkez ülke biziz biz. İşte kör noktamız..

Peki biz bir Osmanlı bakiyesi ülkeyiz, nasıl bir imkan veya çıkış yolu olabilir? Bu sorunun cevabı da var bize göre olması gerekende budur. Peki bu nedir?

Türkiye coğrafyası Osmanlı coğrafyasının bir parçası, Osmanlı coğrafyasının özellikleri nedir dediğimizde; çok dinli, çok mezhepli ve çok kavimli bir topluluk ve büyük bir coğrafyadır. Bunları bir arada tutan güç sadece Osmanlının nizami orduları mıdır yoksa başka saikler de var mıdır? Osmanlı belirli anlamda büyük olma özelliklerini taşıdığından dolayı büyük ülke olmuştur. Onu büyük ülke yapan bariz özellikler, 1- temsiliyeti güçlü olan merkezi bir otorite, 2- Yönetimde Adem-i merkeziyet, 3- Adalet ve çok hukukluluk … bunlar çoğaltılabilir

Belki şunlar sorulabilir, ‘bu farklı din, mezhep ve etnisiteden olan toplumların başka bir alternatifleri mi vardı ki’ gibi sorular gelebilir, uzun yıllar bu kadar farklılığı bir arada tutan anlayışı ve yönetimi daha doğru anlamak çabasında da olmalıyız.

Türkiye Osmanlı bakiyesi olmayı bir imkana dönüştürebilir, yeter ki kendi yerini bilsin ve 1.Meclis’teki kuruluş ilkelerini hatırlasın ve bu kurucu ilkelere dönerse görecek ki, bütün Müslüman unsurlar ülkenin kurucu iradesidir, bir tarağın dişleri gibi eşittir ve aynı hak ve hukuka sahiptir. Bu anlayış ülke insanlarına hakim olursa ve toplumsal bir sözleşmeyle bir hukuk etrafında bir araya gelirlerse ülkenin kaynakları ülke insanının ihtiyaçlarına ve kalkınmasına harcanacaktır. Halkına güvenen ve ona değer veren bir ülke, çözümü kendi içinde üretir. Bağlı olduğumuz değerler bunu öneriyor; 3/203, 3/159, 4/83, 8/46 bu ayetleri daha da çoğaltabiliriz, Resulullah’ın 23 yıllık ilk Müslüman toplumu oluşturma tecrübesi ve büyük ülke olmuş devletlerin tecrübesi de bize bunun böyle olduğunu gösteriyor. Çözüm kendi içimizde sadece anlayışlarımızı düzeltme noktasında samimi olalım.
 

2- İran, Müslüman bir ülke mezhep olarak Şii, Sasani İmpartorluğu’nun kurucu iradesi olan Perslerin devamı olan daha çok acem olarak adlandırılan etnisite olarak Farslar, Türkler, Kürtler, Araplar, Beluciler… Belirleyici mezhep Şia’nın İsna Aşere, yani daha çok Caferiler olarak bilinen bir koludur. Yine ayırıcı bir özellik, Şia mezhebini benimseyenler büyük oranda Farslar ve Türkler, diğer etnisite de olan Müslümanlar çoğunlukla Ehlisünnet Müslümanlardır.

İran böyle bir mirasın üzerinde bulunuyor, bu mirası imkana da dönüştürebilir, bir çatışma aracı olarakta kendine dönebilir. Bu noktada İran, İslam Devrimini bir imkana dönüştüremedi, bu duruma bazımız dönüştüremedi diyor ama birçok arkadaşımız da dönüştürmedi diyorlar. Dönüştürmedi diyenler, İran için mezhep din hükmündedir şeklinde inanıyorlar, İran diğer mezheplere mensup olanları Müslüman olarak görmüyor, diyorlar. Bu bakış mezhebin itikatlaşmasıdır, olaylara bu zaviyeden baktığınızda karşınıza bu sonuç çıkacaktır. Birde olayın siyasi boyutu var. İran’ın siyasetini mezhebinin belirlediği için mezhep üzerinde bir açılım takip ediyor diyorlar. “Şii Hilali” İran’ın bir stratejik hedefi mi, yoksa onlara bir yakıştırma mı? Ben kendi adıma bu İran’a bir yakıştırma olarak inanıyorum, reel durum bunu gösteriyor. 80’li yıllarda Saddam’ı kışkırtarak İran’a savaş açtıkları gibi bugünde bu ülkelerdeki Şii Müslümanlar gerekçe gösterilerek Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’deki çatışmalara böyle bir anlam yüklüyorlar. Bu yüklenilen anlamın yersizliğine, bu ülkelerdeki çatışmaların taraflarına baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliriz. Şer güçler bu çatışmaları bir strateji olarak görülebilir ve öylede tanıtabilirler, onlardan başka ne beklenir. Bu şer güçler adil şahitler olarak gelip bizim aramızı sulh mu edecekler. Biz öyle inanmak istememeliyiz. Gerek şer güçlerle ilgili habis duygularını ve gerekse de çatıma yaşanan ülkeleri, yani her bir ülkeyi ve her bir tarafı kendi gerçekliğinde kabullenmeliyiz.

Çatışma yaşanan ülkeler Şia ve Şia’nın belli kolları bulunan ülkeler. Örneğin Yemen belli oranda Şia’nın Zeydiye mezhebine mensup olan Müslümanların olduğu bir ülkedir. Bu reel duruma göre doğal olarak İran’dan bu ülkelerdeki savaşları sulh yoluyla çözmesi noktasındaki gayretleri daha da artırmasını ve çatışma ortamını minimum seviyeye düşürmesini beklemek hem insani hem de Müslüman olarak bir haktır.
İran İslam Devrimi 40 yılı arkada bıraktı, Devrimin önderi İmam Humeyni kamil manada İslami kuralların uygulanması için 20 yıl geçmesi lazım gibi bir temennisi vardı. 40 yılı arkada bırakan Devrim, bırakınız kamil manada devlet olmayı, Devrim’in 1.kuşağında olan önder kadrolardan bazılarını dahi göz hapsinde tutulmaktadır. Bu durum “devrim’in 1.kuşağı” açısından bir başarısızlık olduğu bir gerçektir. Haksızlık yapmamak açısından Devrim şer güçler tarafından bir kuşatama altında tutulduğu bariz bir şekilde görülüyor denilebilir. Buna rağmen bu gibi kuşatılmışlığın yok edilmesinin, etkisiz kılınmasının gerekçeleri bunlar olamaz, bunların çok gerçekçi mazeret olamayacağını kabul edip, İran’ın yöneticileri mutlaka bir çıkış yolunun olacağını düşünmelidirler.

3- Araplara gelince; bölgede birçok çelişkiler yaşanmaktadır. Nüfusu 300 milyon olan Araplar, çoğunluğu Müslüman ve 23 ülkeye bölünmüşler. Bir parantez açarsak; “Coğrafya olarak Türklerin, Farsların ve Arapların arasına sıkışmış 30 milyon Kürdün bir devlet olmadığı gibi tarihi Kürdistan toprakları da dört ülke arasında bölünmüş bir durumdadır.” Son yüz yılın hikayesinin reel durumuna gelirsek; Araplar kendi içlerinde Arap Birliği Teşkilatı adı altında bir “birlik” oluşturmuşlar ama bir hükm-ü şahsiyesi bulunmaktadır. 1.Dünya Savaşı sürecinde ve sonrasında savaşın galipleri Şerif Hüseyin’e Arapların lideri olacağını vaad etmelerine rağmen bu sözlerinde durmamışlar. Çok uzun bir zaman dilimi olmazsa da bir süreliğine Irak ve Suriye’de Şerif Hüseyin’in oğulları krallık yapmışlardır. Sonuç olarak Haşimi ailesi liderliğinden küçük bir ülke olan Ürdün’e kral olarak büyük ülkelerin çıkarını koruyan ve İsrail’in gizli müttefiki ajan bir devlet olarak varlığını korumaktadır. 20.yüzyılda var olan Arap devletleri Mısır’ından Suriye’ye, Libya’dan Irak’a, Suudi Arabistan’ından Yemen’e Arapların birliği ve liderliğini retorikte hep savuna gelmiş ve halklarını oyalamış, hatta aldatmışlar.

Genel anlamda Arap coğrafyasında bulunan tüm ideolojik gruplar ve İslami yapılar Arapların birliği ülküsünü savunmuşlardır. Mısır’da kurulan Müslüman Kardeşler cemaati lideri Hasan el Benna ümmetin birliğinin merhalelerini anlatırken; 1.merhale Mısır, 2.merhale Arapların birliği, 3.merhale ümmetin birliği şeklinde bir sıra takip etmektedir.

Bu yaklaşımı kendi gerçekliği bağlamında kabullenebilir ve samimiyetle elimizi uzatabiliriz. Bu yaklaşımların içinde milliyetçiliği barındırma potansiyelinin olduğunu da hatırda tutmak lazım geldiğini bilmeliyiz. Şu an Suriye’den yürütülmekte olan anayasa sürecinde yeni Suriye’nin paradigması belirlenirken, Suriyeli Araplar diğer etnisiteye mensup olan Suriyeliler tarafından önerilen devletinin ismi Suriye devleti şeklindeki önerileri, Araplar tarafından red edilmiştir. Yeni Suriye’nin ismi de Suriye Arap Cumhuriyeti olarak belirlenmiştir. Bir parantez açtığımızda; “üzülerek söylemeliyiz ki bu coğrafyadaki hakim kavimler yani Türkler ve Farslar de Araplardan çok farklı bir tutum ortaya koymuş değiller.” Söz Suriye’den açılmışken Kürtlerin demografik olarak var oldukları ülkelerin egemen rejimleri Kürt gerçekliğini hakkaniyet ölçüsünde çözmekten ziyade onları yok sayarak veya asimile ederek çözüm değil çözümsüzlük getirmişlerdir. Bir süre önce Suriye Kürtlerinden olan Mustafa Müslim’le yapılan bir röportajda sorunu şöyle tespit ediyor; “Suriye-Türkiye sınırının 400 km’lik bir bölümü boyunca sınırdan Suriye’nin güneyine doğru 10 km’lik bir alanı Kürtleden arındırdılar. Bütün Kürt köylerini boşalttılar. Böylece Irak sınırından itibaren Aynu’l-Arab’ a kadar olan bölgenin 10 km güneyine kadar olan alandan Kürtler çıkarılarak Menbic, İdlip, Gab, Meskene ve Derbesiyye’den Araplar getirilmiş ve bu alanda iskân edilmiştir. İşte buna Arap Koridoru denilmektedir. M. Müslim’e bir soru soruluyor; “Kürtlerin çıkarıldığı bu bölgeler petrolün bol olduğu yerler değil mi?” Cevap : “Hayır. Buradaki amaç, Suriye Kürtleriyle Türkiye’deki Kürtlerin bağlantısını koparmaktı. Bu koridor “ayırma koridoruydu” Bu koridor Irak sınırındaki Kuburu’l-Beyd’den başlayarak Rasu’l-Ayn’a kadar 400 km boyunca devam ediyor. Bu alandan uzaklaştırdıkları Kürtleri uyruksuz olarak tanımladılar ve onlara “siz Türkiye’den gelen sığınmacılarsınız” dediler. Suriye’de uygulan bu uygulamanın aynısı Saddam zamanında Irak’ta uygulandı. İran-Irak sınırındaki Kürtlerin bulunduğu bölgeyi sınırdan Irak içlerine doğru 30 km kadar boşalttılar. Bölgedeki bütün Kürt köylerini yerle bir ettiler, harap ettiler.”

Bu yaşananlar son 50-60 yılda olan olaylar. Mustafa Müslim Kürtlerin yaşadığı iki ülkeden örnek veriyor, bu ülkelerde bunlar olurken Türkiye ve İran’da çok iyi mi gelişmeler olmuştur, o da ayrıca incelenmesi gereken olaylar.

Coğrafyamızın üç dinamiğini kısada olsa hatırlatmış olduk, bunların her bir gücü dahilinde çözümün önemli bir parçası olabilirler. Öncelikle bagajlarındaki fazla yüklerini atmaları, gizli bir ajandalarının olmaması ve sömürgeci şer güçlerin menfaatini değil de kendi halklarının ve komuşu olan ülkelerin halklarının menfaatlerini gözetirlerse bir çıkış mümkün olabilir. Bunun olabilirliğinin imkanları ve imkansızlıkları nelerdir onu irdeleyelim. Son dönemlerde bölgemizdeki gerek komşu ülkelerin ve gerekse her ülkenin kendi içinde yaşadıkları iktidar sorunları sulh ve selametle çözülmeden ziyade şiddet ve askeri güçle çözme yoluna yönelmek beraberinde dış güçlerin müdahalesine açık kapı aralamaktadır. Fiilen yaşadığımız bu sorunlar hangi yöntem ve hangi araçlarla nasıl çözülecektir. Bölge ülkeleri olarak güç ve şiddet belirleyici argüman olacaksa kan ve gözyaşından başka bir resim görmeyeceğiz demektir. O zaman 8 bin km uzaklıktan gelerek birimizin kahraman ve mücahid olarak gördüğü, birilerimizin de farklı sıfatlarda gördüğü insanlarımızı öldürecekler, kimimiz ağıtlar yakacağız, intikam yeminleri içeceğiz, kimimiz Allah bir zalimi başak bir zalimle cezalandırdı diyeceğiz hatta sevinç hâlâyları ve tatlılar dağıtacağız. Bir söz var, “ne yaman bir çelişki” gerçekten İslam dünyası olarak bir cinnet hali yaşıyoruz, bunun başka bir izahı var mı buyurun adını siz koyun.. Yakın zaman da yaşanan ve her ikisi de işgalci ABD güçlerince öldürülen Bağdadi ve Kasım Süleymani olayı bize bu manzaraları resmetmiyor mu?

Bu çıkmaz sokaktan nasıl çıkacağız ve bir çıkış yolu mevcut mu sorusunun cevabına yönelik değerlendirmemizin sonuç bölümünde görüşümüzü nihayete erdireceğiz. Konumuzun sıcak muhatap ülkeleri Türkiye, İran, Irak, Suriye, Libya ve Yemen her bir ülke hem kendi içinde hem de komşularıyla çatışma durumundadırlar. Çatışmanın tarafları her biri kendini meşru, çatıştığı tarafı gayr-ı meşru olarak görüyor. Her bir ülke veya örgüt gayrimeşru gördüğü karşı gücü tanımlarken kullanılan argümanlar veya kullanılan kavramlar, “Meşru hükümet, gayr-i meşru hükümet, işgalci, asi güçler, terörist, çete, eşkıya, barbar, ajan, kripto…” elbette ötekini tanımlarken bir adlandırma olacaktır. Bu adlandırmalardan bu süreci yönetenlerle halkın söylem ve üslubunu aynı tutmayacağız, bu farkı gözeteceğiz dedikse de aradaki farkın uçuruma dönüşmemesi lazım, çünkü bu halklar iç içe yaşıyorlar. Bazen büyük savaşların sebepleri de bir kıvılcıma bakıyor. 1.Dünya Savaşı’nda olduğu gibi..

İsmi anılan ülkelerde sorunlar o kadar büyümüş ki, iç sorun olmaktan çıkmış hatta uluslar arası bir soruna dönüşmüş.. Örneğin, Türkiye bir yandan kendi içindeki Kürt sorununa bağlı olarak, kendince bu sorundan meşruiyetini alan PKK, PYD güçleri ile sıcak bir çatışmayı sürdürürken Irak, İran ve Suriye sınırlarını aşarak, o ülkelerin içinde iz sürmeye çalışıyor. İran kendi güvenliğini korumak adına Irak, Suriye ve Lübnan’da askeri güç bulunduruyor ve hatta kullanabiliyor. Irak, Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkeler iç bütünlüğünü koruyamadıkları için bir iç savaş yaşıyor ve buna bağlı olarak ta iki küresel güç ABD ve Rusya’nın ve dahası önceki sömürge ülkelerin yani İngiltere, Fransa, İtalya .. gibi ülkelerin askeri güçlerin himayesinde varlıklarını sürdürmektedirler. Üzülerek ifade etmeliyiz ki bu güçlerin vekalet savaşları topraklarımız üzerinde sürdürülmektedir.

Sonuç olarak ismi zikredilen bölge ülkeleri gerek kendi içlerinde ve gerekse de kendi aralarında sulh içerisinde yaşayabilmeleri tarihi tecrübelerinde öğrettiği gibi tüm sorunlara rağmen bir arada yaşamaları mümkündür ve adil bir birliktelikte oluşturmaları da mümkündür.
Bu mümkünlük nasıl olacaktır; coğrafyamızın ana çimentosu ve belirleyici unsuru İslam’dır. Gerek Müslümanların bu topraklardaki tarihi tecrübeleri ve gerekse de insanlığın hak ve hukuk bağlamındaki kazanımları da yol gösterici olacaktır. Rabbimizin bize yol göstericiliğini temel mikyas olarak alırsak, maksadın daha iyi anlaşılması için bazı kavramların düşünce dünyamızda sarih bir şekilde anlaşılması ve bu kavramların hayat bulmasıdır, kavramların hayat bulduğu bütün ayetleri hatırlatmamız konuyu alabildiğine genişleteceğinden dolayı anacak “velayet, bağiy, mevedde/sevgi, ümmet, kital/savaş, birr/iyilik, adalet/kıst, akid/anlaşma, zulüm” bu kavramların geçtiği bazı ayetleri verebileceğiz . Şura, 14.ayet; “…kendilerine dair bilgi(ilim) geldikten sonra bağiy(tecavüz ve haksızlık, aralarındaki kıskançlık) yüzünden bölünüp parçalandılar..”, Bakara 213.ayet; “insanlar tek bir ümmetti.. ..aralarındaki bağiy(azgınlık ve kıskançlıkları) yüzünden ayrılığa-anlaşmazlığa düştüler..” bilinmesi gereken Müslüman fert ve Müslüman toplumlar için düşman yani öteki, şeytan ve zulümdür. Mümtehine 7.ayet, “Belki Allah, sizlerle.. ..düşmanlık besledikleriniz arasında bir sevgi-bağı kılar. Allah, güç yetirendir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”, Allah başka ayetlerde mü’minlere, düşman olan inkarcılara karşı tavır alıp onları dost edinmemeleri ve onlara sevgi beslememeleri uyarısında bulunuyor, bu ayette ise mü’minlere düşmanlarıyla aralarında bir “sevgi bağı”nın kurulabilmesinden söz edilmektedir. Burada farklı iki husus söz konusudur: Müslüman olmayanların bir bölümünün düşmanlığı hafif ve pasiftir. “Aktif ve pasif düşmanlar”ın ana karakteristiklerini Mümtehine 8. ve 9. ayetler çizmektedir. Bu durumda aktif düşmanlara karşı mücadele devam ederken pasif olanlarla ilişkiler şartlarına uygun olarak dostluk temelinde sürdürülebilir. 8.ayet, Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. 9.ayet, “Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları veli/dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir” Ehl-i Kitap bir yana Resûlullah müşrikleri iki ana gruba ayırmıştı: 1. İslam’ın ve Müslümanların varlığını tanımayan Mekkeli (muharip/savaş) müşrikler, 2. Medineli (muahid/anlaşmalı) müşrikler. Bu durumda en genel anlamda gayr-ı müslimleri iki ana gruba ayırmak mümkün: “Muahid/anlaşmalı olanlar” ve “muharip/savaşan olanlar.” Muahid olanlar Müslümanlarla savaşmayıp barış içinde yaşamayı kabul edenler; muharip olanlar ise savaştan yana olanlardır. 8. ayet muahidlerle kurulacak ilişkinin esaslarını belirlemektedir. Buna göre muhadiler, Müslümanlarla anlaşma yapanlardır. Bu anlaşma devletler veya topluluklar arası olabileceği gibi, aynı toplumun yönetimi ve kamusal işlerinin ortaklaşa görülmesi amacıyla taraflarca imzalanmış bir “toplum sözleşmesi/anayasa” de olabilir. Muahidlere “iyilik” yapılabilir, onlarla adil ilişkiler kurulabilir. Aradaki ilişkinin temelinde “iyilik ve adalet” olmalıdır. Kur’an’da sayılan bütün gayr-ı müslim gruplarla uygun şartlarda muahedeler, sözleşmeler imzalanabilir.., ..Osmanlı’ya kadar genel tarihi tatbikat da bu yönde olmuştur..

Konu oldukça geniş, ..üç imkan ve üç tasavvur bizim kör noktamız veya çıkış yolumuz da olabilir diye konuya giriş yapmış bunun olabilirliği veya olamazlığı ile ilgili görüşümüzü anlatmış olduk. Bu tasavvurumuzun olabilirliğini görmek uzak gibi görülüyor. Her şey görünürlüğüyle tanımlanamaz, çabalar görünürlüğü uzaklaştırabilir de yakınlaştıra bilir de. Sorunlarımızın tılsımı bir İskender ve bir kılınç demiştik. İskender de biziz kılınç ta biziz, eğer irademize hakim olursak, yani çözüm bizdedir.

“Bu bağlamdan Elazığ ve Malatya’da depremden hayatlarını kaybeden kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yaralı kardeşlerimize de acil şifalar diliyor, taziyetlerimizi iletiyor ve sabr-ı cemil diliyoruz. Yaşanılan bu vahim olaylardan umulur ki yöneticilerimiz gerekli dersleri çıkarırlar. Ümmeti Muhammed’in başı sağ olsun, birlik ve dirliğimiz için rabbimize duacıyız. Selam ve dua ile…”l

Kaynak: ozgunirade.com

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR