Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ümit AKTAŞ


Yaban arısı ve orkide

Yazarımız Ümit Aktaş'ın "yeni" yazısı...


Pierre Simon de Laplace (1749, 1827), güneş sisteminin hareketini Newton kanunlarına dayanarak izah ettiği Göksel Mekanik adlı kitabında neden Tanrı’ya hiç değinmediğini soran Napolyon’u, bir diktatör için uygun düşse de bir bilim insanına hiç de uygun düşmeyen bir kibirle, “Böyle bir hipoteze gerek duymadım” diye cevaplar.

Oysa günümüz fiziği ve bilimi bu kadar emin değildir kendisinden.

Bilimin sınırları genişledikçe, eminlik yerini belirsizliğe ve tevazuya bırakır.

Kaldı ki bir bilim insanını bu gibi hususlarda daha ayrıcalıklı veya yetkili kılan bir taraf da bulunmamakta.

Kimileri ise uygun minerallerin yer aldığı bir kap suda yapılan deneyde amino asitlerin elde edilmesinden hareketle, buradan evrim teorisine bir kesinlik kazandırıldığına dair bir eminlik içerisindeler.

Ancak, mesele bir su birikintisinden amino asitlerin imkânına giden bir yol bulunulmasında değil, bu suyun, minerallerin ve koşulların mevcudiyetinde. “Neden hiçbir şey yok da bir şey var”da.

Tanrı’nın varlığının mahiyetini ise bilememekteyiz ya da tıpkı kâinat hakkında bildiklerimizin sınırlılığı gibi, bu da cirmimiz ölçüsünde.

Dolayısıyla bilgimiz kadar, edeceğimiz sözler de insan aklının sınırları içerisinde kalmakta.

Ayrıca Laplace’tan bu yana bilimde o kadar gelişmeler oldu ki (sözgelimi termodinamiğin ikinci yasası, görecelik kuramı, atom fiziği, Gödel kanıtlaması vb.)…  

Bu yazıyı yazmaya pek de niyetim yoktu aslında. Ama günlerdir gizlediği yavrularını, bahçenin kenarındaki gül ağacının altındaki çimenliğe taşımış ve onları severek emziren kediyi görünce, amino asitlerden oraya giden yolları düşünerek ve bu sevgiyi, şefkati, inceliği izahta aciz kalarak bu aczimi dile getirmek istedim sadece.

Ve oradan bakışlarım gökyüzüne, kâinatın içerisinde minnacık bir nokta gibi etrafında döndüğümüz, hayatımızı mümkün kılan güneşe kaydı.

Kuşkusuz evrimin ya da bilimin ortaya koyduğu “spekülatif” olmayan herhangi bir gerçekliği reddetmek gibi bir niyetim yok.

Ama basit bir deneyden yola çıkarak tüm gerçekliği izaha yeltenen bakışların kolaycılığı beni rahatsız eden. 

Yahut da hayatın sınırlarıyla ilgili tüm ihtimallere hâkimmiş edasıyla, bir tas ılık sudan amino asitlere giden bir zihnin, buradan Tanrı’ya gereksinim duymama eminliğine vasıl olarak “oh be!” deyişindeki rahatlık.

Ve bundan çıkarılan akli ya da ahlaki sonuçların eminliği.

Oysa asıl zor olan canlılık nasıl evrimleşti ya da var oldu sorusundan da önce, “Neden hiçbir şey yok da bir şey var?” sorusudur.

Zira varlığın olduğu yerde edim de eylem de olur.

Gerçi olur demekteyiz ama şayet kâinat bir çölden ibaret olsaydı orada hayata dair herhangi bir gelişme söz konusu olur muydu? Meçhul!
 

YouTube.jpg

Fotoğraf: YouTube/BBC Earth

 

Asıl hayret ettiğim ise, kedinin yavrularına şefkati ve ihtimamından da çok, yaban arısı ile orkidenin ibretlik hikâyesidir.

Orkidenin üreyebilmek için dişi yaban arısının kokusunu ve biçimini taklit ederek erkek yaban arısını kendine çekmesi ve bu yolla döllenmesini sağlaması.

Kimi çiçekler ise bunun için av olarak nektarlarını kullanırlar. Nasıl bir birlikte oluş bilinci ya da hali var ki tüm bunları öngörmekte, tasavvur etmekte ve tabiatın oluşumuna bu türlü farklılıkları ustaca yerleştirmekte.

Orkide ise, döllenme sağlandıktan sonra çekici koku yerine yaydığı itici bir kokuyla, arıları döllenmemiş olan orkidelere yöneltmekte. 

Hayatta kalmak için bu tür ortak-yaşamlara mecbur olan misaller oldukça çok gerçi.

Sözgelimi incir ağacının karmaşık döllenme sürecini ifa eden ilek arıları gibi ki onlar olmazsa incirler de döllenemeyecektir.

Öyle ki yaban arısı ile orkide gibi, ilek arısı ve incir de adeta bütünsel bir canlı; bir birlikte-oluş. Ya da doğrudan arıların varlığı.

Döllenmelerini bu varlığa borçlu olan bitkiler ailesi acaba evrimsel sürecin o kritik aşamasında kendilerine dölleyici arıları nasıl sipariş ettiler? 
 

orkide2.jpg

Fotoğraf: Australian Plants

 

İnsanların daha yenilerde farkına vardıkları onu da arılardan öğrendikleri çam ve benzeri ağaçların reçinesinin (propolis) dezenfektan oluşunu arılar nasıl öğrendiler ve bunu belli bir işlemden geçirerek kovanlarının her yanına, özellikle de girişine, bir dezenfektan paspas gibi ustaca nasıl yerleştirdiler ki aynı “bilgeliğe” karıncalar da vakıf.

İnsanlar veya benzeri canlılar, damarlarında dolaşan o kıymetli sıvıyı hangi özenli kimya tesisinde ürettirdiler?

Sadece üretimi değil elbette, onlarca mineralin o ince ayar denge durumunda kalabilmesi için nasıl bir denetleme sistemini uygulamaktalar ki en küçük sapmalarda başımız derde girebilmekte.

Ya tehlikeli avcı aslan balığının dişlerini temizlemek için ağzına kadar giren temizlikçi balığına karşı nezaketine ne demeli?

Hele civcivlerin kabuklarını kırarak yeryüzüne ayak bastıkları o sarsak ve mucizevi anlar.

Ördek yavrularının paytak paytak kendilerini suya atmasına karşı tavuk yavrularının ısrarla sudan uzak durmaları.

Hepimiz aslında belli bir öğretimden geçmiş gibi ve daha fazlasını da talim etmek için gelmekteyiz dünyaya.

Aksi halde dünyanın en güç işlerinden birisi olan bir dili konuşmak ya da kuş yavrularının adeta ses sanatçıları gibi çığrıştığı ezgiler, nereden ve nasıl öğrenilebilirdi ki?

Kuşkusuz inanmak kadar inanmamak da insana özgü. Tanrı bir mecburiyete icbar etmiyor kimseyi.

Ama inanana yakışan bu konudaki kavrayışı sonucu ulaşması gereken anlayış, huşu ve tevazu iken, bilimsel gerçekliğe boyun eğenlere de yakışan daha henüz eşiğinden içeriye yeni adımlar attığımız bu muhteşem kâinatın ve tabiatın bilgeliği karşısında saygı, tevazu ve merak olmalı değil mi?

Daha ilk adımda, “tamam, buldum!” diyen biri, bundan sonra neyi arayacak veya araştıracaktır? 

Kaldı ki bu sözlerim ateistlerden de ziyade, inananlara. Zira tanrı-tanımayanların zihni öyle veya böyle bu meselenin etrafında dönse de, inananlar hayatlarının bir yerinde teslim oldukları tanrısal gerçeklik üzerinde çoğu kez artık bir daha düşünme ihtiyacı hissetmezler.

Oysa her ibretli bakış, bize bir başka veçhesini sunmakta yaratıcılığın.

Ve bu yaratıcılığın en muhteşem eseri, kendisine de bundan bir pay verilmiş olan insan.

Düşünmek ise, bunun en bariz yönü ve elbette insanın da en yüce ibadeti.     

Bir de deistler var; Tanrı’yı yarattığı kâinatın uzaklarında, hiçbir şeye karışmayan bir durağanlık ve sorumsuzluk içerisinde vehmedenler.

Oysa yaratıcılık kadar yaratılanı gözetme de Tanrı’nın asli vasfı ve bu vasıf tarihin bir yerinde başlayıp biten sorumsuz bir meraktan ibaret değil.

Beri yandan, tıpkı mineraller listesinin o sıradüzeni gibi, her varlığın da kendine özgü bir ahlakı, yani karakteristiği de var.

Bunlara bakaduran müminler ve tanrı-tanımazlar ise apayrı sonuçlar çıkarmaktalar okuduklarından; ama bu sonuçlar kendilerine bir de sorumluluk yüklemekte.

Ne var ki kimi müminler Allah’ın işine karışmamak için üstlenmeleri gereken sorumluluklardan, meraktan ve sorgulamalardan uzak dururken, bazı ateistleri ise inanışları nihilizme sürüklemekte ve dolayısıyla da onlar da hiçbir olumluluğa yönelmemekteler.

Oysa düşünmek, insanı sorumluluk almaya icbar etmektedir. Etrafında olup biten karşısındaki lakaydi, insana yakışan bir haslet değil. 

Deizm ise kıblesini ve tanrısını yitirmiş kalbin suskunluğu, kararsızlığı, şaşkınlığıdır.

Oysa Tanrı’ya iman, geleceğe dair umuttur, haksızlıklara isyandır, yanlışlıklara itirazdır; yaratıcılık, özgürlük, sorumluluk ve bunların hakkıyla ifasıdır.

Gerçekliğin görünenden, varlığın biçimden, olayların ise olgulardan ibaret olmadığına dair bir bilgeliktir. Olumsuzlama ve olumlamadır.

Tarihin sürprizlere açıklığı ve Allah’tan umut kesilmeyeceğidir. Düşmek ve kalkmak, ölmek ve dirilmektir.

Elbette her toplumsal inanış ve adanış gibi, iman da İslamcılık gibi bir ideoloji haline ge(tiri)ldiğinde ve arkasına toplumsal idealleri ve eğilimleri aldığında, kendisine umutların bağlandığı ve adeta ütopik bir tahayyüle dönüşebilir.

Ancak günümüzde yaşandığı gibi, onunla birlikte çökebilir de. 

Aslında ise İslamcılık, geleneksel İslamlığın fetişizmini yıkan bir eleştirellikle zuhur etse de, kendisini yenileyemediğinden, Allah’a değil de olguya, kazanımlarına, iktidarına veya cemaatine güvenerek ya da inanarak, süreç içerisinde siyasal bir hareketin sığlığına ve bir tür geleneğe dönüştü.

Bu tutum ise, fetişist bir tavrı ele vermekte değil mi?

Allah’ın dışındakilere her iman, olguya bağ(ım)lılık ve güce tapıcılık, bir tür fetişizm (putperestlik) değil midir?  

Putperestler ise inanışlarını putlarda nesnelleştirerek tüketirler. Bundan sonrası ise o putları kıracak bir kahramanı beklemekten ibarettir ve benzeri süreçleri, irfanı kadar tevazuunu kaybeden tüm toplumsal telakkiler de yaşamakta.

Oysa bir iman ya da düşünce, kendisini putlara veya fetişizme teslim edemez.

Ki putlarda tecessüm eden tereddi, zihnin içine girdiği şaşaaya ya da aşamadığı çıkmazlara teslimiyetinden başka bir şey değildir.

Bir putkırıcı ise tıpkı Nietzsche gibi, adeta çekiçle felsefe yapmalı; olguları kendilerine tanrı edinen münkirlerden uzaklaşarak, düşüncesini ve davranışını arıtmaya, bu gibi fetişist öğelerden kalbini ve zihnini arındırmaya çalışmalıdır.

Çünkü asıl olan inanmak değil, bilmektir. Bilen insanlar (arifler) ise inançlarını ve dünya metaını fetişleştirmezler.

Dolayısıyla inanmak, meseleleri tüketip bir yere koymayı değil; tam aksine, tüm iktidar heveslerini ve tutkularını bir yana bırakarak, çaresizlerin, madunların, hakları gasp edilmişlerin feryatlarını, onların aidiyetlerini sorgulamaksızın duymak kadar, içerisine serpiştirildikleri tabiatın sessiz işçileri olan canlılardan bile alınan ilhamlar ve derslerle tahkikini ve tefekkürünü derinleştirmeyi ve süreklileştirmeyi gerektirir. 

İrfanın ve tevazuunun özü ise her şeyden önce etrafımızda sessiz bir biçimde hayatı sürekli yeniden üreten tabiata saygı ve merhamettir.

Düşünme yetisinin kendisini ulaştırdığı bilgelikle tevazuunu derinleştirmek yerine, gücü ve egemenliği tanrılaştırmak değil. Zira hiçbir egemenlik sonsuzca süremez.

Kibir ise en güçlü olduğu yerden kırılır. Hem de en beklenmedik bir zaafın düşürdüğü bir açmazla.

Düşünsel derinleşmelerin bizi çıkardığı felsefe ise Tanrı merkezlidir; yaratıcılığı anlamak ve hayatı sorgulamak açısından olduğu kadar sevgi ve merhameti özümsemek, paylaşmak ve çoğaltmak için de.

Nietzsche, Aydınlanmayla ve böylece Homeros’la ilişkisinde ikircimli kalırken ve de kendisini tamamlayıcılarından biri saydığı Aydınlanma’da hem hükümran aklın evrensel devinimini hem de yaşam düşmanı nihilist gücü görürken, faşizm öncesi ardıllarından geriye yalnızca ikinci moment kalmakta ve ideoloji biçiminde yozlaştırılmaktadır. Bu ideoloji, tüm canlı olanları baskı altına alan aynı praksise bel bağlamış körü körüne yaşamanın körü körüne övgüsü haline gelmektedir. 1

Bu (olumsuz) anlamıyla ideoloji, kölelerin dinidir ve içerisinde bulundukları koşullara razı kılınmak için üretilmekte olan Efendinin söylemidir.

Ve hatta bu tür bir söylem, bu durumu içselleştiren, dahası kölelikte bile bir erdem bulan ve bu sözüm ona içsel özgürlüklerinin kıvancıyla etrafa caka satan Stoacı kölelerin bir anlatımıdır. 

Benzeri anlatıları, Allah’a değil de bu anlatılara ve bunun etrafında zuhur eden söylemlere (ideolojilere ya da fetişlere ki bilimsel anlatılar da bunlardan birisidir) iman eden tüm dinlere/inanışlara sinmiş o mistik ya da kaderci teslim oluşlarda da buluruz.

Aslına bakarsanız bu anlatılar da çağımızın mitolojileridir; eskil mitolojilerin çağlarının ideolojik üretimleri olması gibi.

Oysa iman oldukça kişisel, dışsal temrinlerden ziyade içsel tefekküre ve duyarlılığa dair bir anlama ve huşu halidir ve bu hal kendiliğine bırakıldığında ya da sabitlendiğinde bir iman olmaktan çıkarak bir fetişizme ya da ideolojiye dönüşebilir. 

İdeoloji ise kendi hikâyesini bir “bilim” olarak gören Marx açısından bir “yanlış bilinçtir” ama Hegel açısından “hakikat”e doğru yürüyüşte yanlış adımların bile olumlu, ilerletici bir anlamı vardır.

Ki bu yürüyüşler ve uğraşlardaki düşmeler veya hatalar da doğrulmalara veya düşünmelere bir fırsat yaratabilir.

Bu açıdan baktığımızda Âdem’in cennetten düşüşü Hıristiyanlığa göre kökensel bir günah (olumsuzluk) iken, Hegelci bakış açısından bu, geleceğe/tarihe doğru atılan bir adım olarak olumlu bir eylemdir ve dolayısıyla bu olumluluk hatayı silmekte; daha doğrusu içererek aşmaktadır.

Nietzsche’ye göre ise “günahsız doğum (gebelik) diye bir şey yoktur.” 2

Yani geleceğe doğru atılan her adım, her üreyiş, geçmişin aşılması olarak, “kutsal” sessizliğin ve buna tapınan muhafazakârlığın da ihlalidir.

Âdem de riski göze alarak bir adım atmış ve kendisine konulan bir sınırı çiğnemiştir.

Ama böylelikledir ki o (insan), bunun maliyeti hayatın içine sinmiş kötülükle tanışmak ve iyiliği savunma mecburiyetine duçar kılınmak olsa da, artık sahici bir dünyada ve zamanda (tarihte) yaşamaktadır. 

Hegel açısından insani olan tarihsel zaman ise, kozmik zamanda olduğu gibi geçmişin geleceği belirlediği bir zaman değil, geleceğin geçmişi belirlediği yaratıcı bir zamandır;

Eğer zaman yepyeni olanın ortaya çıkması, yani yaratım ve özgürlükse, bu durumda o, ancak insanda ve insan yoluyla varolabilir. Zaman, geleceğe doğru bir tasarı ışığında şimdiyi değiştirebilmektir; yani o praksistir; ve o halde insandır. 3

Hegel açısından evren Spinoza’da olduğu gibi kapalı ve mükemmel ve hatta büsbütün Tanrı’nın kendisi olmadığı için, insan açısından sahici ve yaratılışsal bir gelecek imkânı bulunmaktadır.

Dünya ile insan arasındaki çelişki ise, insanı üretken ve yaratıcı kılar. Zira dünyanın, tasarımsal da olsa hakkında nihai kararlar verilmiş, imkânları tüketilmiş değildir.

Kojeve’nin deyişiyle:

Tanrı’nın yaratıcı eylemine yer olmayan bir dünyada, insanın yaratıcı eylemine hiç yer yoktur. 4

 

1.  M. Horkheimer, T. W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı Y. 1. cilt, s. 64.
2. Pierre Bourdieu, Akademik Aklın Eleştirisi, Metis Y. s. 14.
3.  Tülin Bumin, Hegel’i Okumak, Kabalcı Y. s. 180, 181.
4. Tülin Bumin, Hegel, Bilinç Problemi, Köle-Efendi Diyalektiği, Praksis Felsefesi, YKY, s. 70.

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR