Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


VELİ GÖZÜYLE EĞİTİM OLGUSUNA “SAHA DIŞINDAN” BİR BAKIŞ…

Sait Alioğlu'nun, Özgün İrade Dergisi Kasım 2016 sayısında yayımlanan ve eğitime farklı cephelerden bakan tespitlerini içeren yazısı...


Eğitim olgusu üzerine…

Daha ilk çeyreğinin ortalarında bulunduğumuz 21. Yüzyılın en belirgin sloganlarından biri olan “değişmeyen tek şey değişimdir” mottosu kadar, hatta ondan da çok önemli olduğu düşünülen eğitim konusu içerik ve kavram olarak dünde olduğu gibi, bugün ve gelecekte de önemini koruyacaktır.

Eğitim, lügatte “ eğitme, iş ve terbiye” şeklinde yerini almış bulunmaktadır. Genel anlamda ise “Tahsil, terbiye,  maarif ve talim" gibi manaları karşılayacak şekilde de kullanılmıştır. Dünyada bulunma durumunu sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde değerlendiren, nereden geldiğini ve nereye gideceğini düşünen, her işte bir hikmet arayan ve yönünü Hakk’a doğru belirleyen bir Müslümanın, eğitim konusuna olan ilgisi, büyük oranda laik çevrelerde meşhur olan olumsuz yargılara nazaran, eğitim işi ile ilgili olduğu görülecekltir.

Eğer baştan beri Müslümanlar eğitim konusunu önemsememiş olsa idi, günümüzde, bizi de içerisine aldığı görülen laik ve seküler temelli bir eğitimde, ya hiç olmayacak ve ya da oldukça cılız kalacaktı. Zira ilk emri “oku”olan ve sürekli akletmeyi emreden bir öze sahip bulunan İslam’ın, eğitimi, bir açıdan Hakk’a yönelen ve hikmet içeren yanı ile birlikte, dünyayı imar eden bir anlayışı da peşinen önermiş oluyordu ki, bu çerçeve ile işe baktığımızda, konunun ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Eğitim felsefesi…

Bu anlatımdan hareketle başlı başına bir konu olan eğitimin önemli kılınmasının bir de felsefe temeli ve felsefi altyapısının olduğu, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel vb. olgularda olduğu üzere eğitim konusunda da olmadığını düşünmek pek olası değildi. Zira temel olmadan bina olmazdı…

Felsefeyi “zihnî ve fikrî faaliyet” olarak tanımladığımızda, bu iki olgu bağlamında eğitimin temellerini de oluşturmuş olurduk.. Zihnî ve fikrî faaliyet olmadan, ya da bunlara verilen değerin önemsizleştiği bir vasatta, eğitimin amacının da ortadan kalkmış olabileceğini söyleyebilirdik…

Buradan hareketle birçok alanda olduğu üzere eğitim konusunda da felsefeye önemli ihtiyaç var. Bunu nereden anlıyoruz, dersek; her dünya görüşü ve bu görüşlerin içerisinde oluşan konuların en başta zihinsel temelde şekillenmesi, yer bulması ve devamı için bir felsefeye, felsefî görüşe ihtiyaç olur…

Günümüz Türkiye'sinde, önemli oranda belirgin bir kesintiye uğradığı varit olsa da, laik eğitim, kendine temel kalkış noktası olarak her ne kadar materyalizm ve özellikle de 19. Yüz yılın jakoben, ‘bilimci’ karakterini temel kalkış noktası olarak belirlemiş olmasına rağmen, resmi ideolojinin yaşanan toplumsal hakikat karşısında yetersizliği sonucunda ciddi bir felsefî temele ve açılıma ihtiyaç hissetmektedir.

Eğitim konusunu yaklaşık yüz yıldır laiklik çerçevesinde elde tutmaya çalışan sistem, kendisini ortaya koymaya çalıştığı temeli az çok aşındırdığından dolayı, eğitim konusunda kendisini materyalist felsefe içerisinde olduğunu hatırlatan çerçeveyi yer yer –yine kendisi adına- aksatmış bulunmaktadır.

Bu aynı zamanda, eğitim felsefesine vakıf entelektüel kadrolardan da yoksun kaldığını göstermektedir. Batıda hemen her konuda olduğu üzere, eğitim konusunda da yeni teoriler, görüşler ve yaklaşımlar birbiri ardına hayat bulurken, böyle bir yaklaşımın Türkiye’de pek makes bulmadığını söyleyebilirdik. İşin felsefesini yapmak, eğitime dair yeni teoriler, görüşler ve yaklaşımlardan ziyade, her konuya yaklaşımda uygulanan “illa da laiklik!” dayatması öne çıkmaktadır.

Laik kesimin bu açmazı yanında Müslüman, muhafazakâr hatta milli/yetçi kesimlerin, kendi ruh köklerinin oluşumunda başat rol oynamış bulunan bir felsefî temeli ve görüşü var mıdır; diye sorulduğunda, maalesef pek de işe yarar bir şeyler söylenmeyecektir. Onun yerine, bürokratik anlamda ‘idarî’ tasarruflar daha ağırlık kazanmaktaydı. Özellikle de Ak Partili iktidar dönemlerinde iş başına getirilen birçok Milli Eğitim Bakanı’nın, tabiri caizse ömründe “tebeşir tozu yutmadığı düşünülen” ve farklı alanlarda eğitim almış bulunan teknokratlardan oluşması bir handikap olarak telafi edilmeyi beklemektedir.

İşte eğitimde bir felsefemizin olması için onu bir amaç değil de, araç olarak ele alıp değerlendirmesi ve toplumun aslî ihtiyaçlarının karşılanması adına, ama gerektiği kadar bürokrasiye yer veren, ama genel anlamda ise temelli bir görüşe sahip sahiciliği ön plana çıkacak olan bir çerçeveyi gerektirmektedir.

Mantıkta ve sıralamada değişiklik…

Klasik dönemlerde ‘İslamî’ eğitim müessesesi olan ‘medrese’ye koşut olarak antik Yunan’da ve Roma’da ise ‘akademi’ ön plana çıkmaktaydı. Günümüzün aksine, birçok doğal engelin gölgesinde eğitimden arzulanan şeyin Hakka vasıl olma ve hikmeti elde etme düşüncesini dikkate aldığımızda; klasik eğitim modelinde -İslami eğitimde de- istisnalar dışında, öğrenci gidip hocasını aramakta iken, modern eğitim sisteminde –buna ‘çağdaş din eğitimi de dâhil-bir kurul tarafından belirlenen müfredat çerçevesinde, çoğu kezde otoriter biçimde “merkez” tarafından belirlenmektedir.

Bu mantık ve sıralamada varolan değişiliğe bakıldığında, konu eğitim olunca öznelerinde fazlalaştığı gözlemlenmektedir. Eskiden, talip talep edilen bilgiyi elde etme adına diyar diyar gezmekte, ekoller arası farkı görmekte, onu incelemekte ve son raddede kendi kararını vermekteydi…

Günümüze ise, yer yer ve sınırlı sayıda talipli bazında talep edilenin peşine düşme olgusunun yanında, ‘verilmek istenen bilgi’ bir süzgeçten geçirildikten sonra, onu süzen kanal tarafından verilmektedir. Bu hem materyalist temelli seküler eğitimle birlikte, din eğitimini de kapsamaktadır. 

Sadece, esastan vazgeçmeden, özgürlükçü eğitim temelinde verileni, bu kez başka süzgeçten geçirme düşünce ve istidadı da giderek ağırlığını ortaya koymaktadır. Bu tarza Avrupa’da ve Amerika’da son dönemlerde rastlanılmakta olup İvan İllich örneğinde karşımıza “okulsuz toplum”modeli olarak çıkmaktaydı.

Hatta, çocuğu baz alan, ama her çocuğa aynı eğitimi vermeyi amaçlayan klasik eğitimin yerine İtalyan bir doktor ve eğitimci olan Maria Montessori tarafından geliştirilen ve serbestlik, sınırlar içinde özgürlük ile bir çocuğun doğal psikolojik, fiziksel ve sosyal gelişimine verdiği önem ile tanımlanan eğitim sistemi olan ve giderek ülkemizde de dikkate alınan Montessori eğitimi bu meyanda akla gelebilirdi.

Bu farklı ve öznel durumlarla birlikte, eğitimin, çoğu kez karar vericileri ve uygulayıcıları tarafından karşılanmaz duruma geldiğinde, bizde örneği görülen“okul-aile birliği” benzeri bir formla, mantıktan ziyade özneler arası bir değişiklik göze çarpmaktadır.

Bunlar; En başta çocuğun durduğu noktadan bakıldığında okul ve aile unsuru olarak ortaya çıkardı. Daha sonra ise, mantık ve sıralamada oluşan değişikliğe binaen;  a) öğrenci-öğretmen-veli; b) öğretmen-öğrenci-veli ve c)öğretmen-veli- öğrenci sıralaması şeklinde öne çıkmaktaydı…

Okul-Aile Birlikleri’nin STK’ya dönüşme ve ‘müfredata etki sağlama’ düşüncesi…

Bu özneler arası sıralama değişikliğine rağmen, görünürde öğrenciye ve velisine eğitim içerisinde yer verme durumu, yer yer onları da dikkate alan yeni ve’çağdaş’ bir yaklaşım içeriyor olsa da, esas planda ‘ücretsiz’ olan ilk ve orta dereceli eğitim ve öğretimde, eğitim kurumunun malî masraflarının büyük oranda karşılanmasına yönelik finans sorununu halletme düşüncesine dayanmaktadır.

FETÖ’nün darbe ve işgal girişimi sonrasında gelinen noktadaki toplumsal birlik ve ‘devlet millet kaynaşması’ bir yanılsama olup olmadığı, şimdilik ‘anlamlı görüldüğü halde, tam manasıyla sahihliği ileri ki dönemlerde belli olacaktı…

15 Temmuz atmosferinde olaya bakıldığında, kuruluğu açısından ‘toplumsuz’ ve jakoben bir anlayışa sahip bulunan devletin, 2002’den buyana kısmen kendini yenileyip değiştirmeye çalıştığı, tabiri caizse toplumla bütünleştiği görülmektedir. Buna rağmen, topluma yönelik anayasal bir temelde ‘meccanen’ verilen devlet/iktidar hizmeti, büyük oranda onlarca yıldır süregelen eğitimde bir yönsüzlük ve felsefesizlik haline bakıldığında, bu durumun, eskisine kıyasla farklılaşmasına rağmen MEB’de varolan anlayış, bu işin salt bürokratik açıdan ele alındığını ele veriyordu.

Eski rejimden kaynaklanan bu meşum uygulamanın toplumun büyük kesimi açısından Ak Parti iktidarı döneminde ortadan kalktığı düşüncesi ağırlık kazanmış bulunmaktadır.  Bu düşünceye ‘iyi niyet’le ve olası bir temkinle yaklaşmamız icap etmektedir. Okul-Aile Birliği formu devlet-millet birlikteliğinden ziyade, Özalizm rüzgârıyla hemen her şeyin piyasaya kurban edildiği ve maddi bir değere irca edildiği bir vasatta eğitim de ‘masraf’ bazında değerlendirilmeye başlandı.

Devlet bir kamu elemanı olan öğretmen dışında, okullarda ‘hizmetli/hademe^olarak çalışan elamanın maddi yükünü  okullara tevdi etti. Bu da, o grubu oluşturan çalışanların maaş, sigorta prim ücretleri gibi bazı giderlerin maddi karşılığını, öğrencisi üzerinden, velisine tevdi etmeye çalıştı. 

Yine bu da ister istemez oluşan yükün paylaşılmasını, bir nevi ‘mecburi bir gönüllülük’ içerisinde veliye bağlamasına sebep oldu.

Burada işten kaynaklanan uygulamayı bahane etmeden ve fırsata da çevirmeden, veliyi devre içerisine alan bu durumdan hareketle, tek tek okul aile birliklerini daha da güçlendirip, ülke genelinde bulunan tüm okul aile birliklerini kapsayan ve müfredata etki ve katkısı olabilecek ve aynı zamanda ‘kamu yararına çalışan’ büyük ve önemli bir STK’ya dönüştürülmesi gereklilik kazanmaktadır.

Okul aile birliklerinin külllî bir STK’ta dönüşmesi belki İmam Hatip Lisesi dışındaki okul çeşitlerini kapsamada pek mümkün olmayacaksa bile, en azından, gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sürekli dile getirdiği ve bizzat önayak olduğu ve MEB’inde uygulamak istediği, uyguladığı İmam Hatip okulları çerçevesinde hayata geçmesi ve müfredatın elde bulunan kaynaklar açısından aslında mümkün olabilecektir.

Bu olması gereken, umut edilen ve yürürlüğe girmesi gereken uygulama, aynı zamanda 15 Temmuz sonrası oluşan devlet-millet kaynaşması ve birlikteliğini de elzem kılmaktadır.

Tevhid-i Tedrisat;  ne kadar doğru ve ona yönelik eleştirler ise ne kadar sağlam bir temele sahipti…

Bize yansıyan yüzü açısından modern ceberut devletin bir alâmet-i farikası olan ‘eğitimin birleştirilmesi’ meselesi, belki en başta sistemin kendisini sağlama alma açısından önem arzetmekte iken, daha sonraki dönemlerde, yine devletin arzu ve istikametinde, yapıla gelen bazı haksızlıkları az da olsa izaleye çalışılan bir vasatta fırsat eşitliği ilkesine işlevsellik kazandırıldığı, bununla birlikte sistemin daha da güçlenmesi arzulanarak ve aynı zamanda Tevhi-i Tedrisat ilkesinin sapa sağlam kalmasını da kapsama düşüncesini içeriyordu.

Bu konuda süregelen ve çoğu kezde bağlamından kopuk ve yer yer seviyesi düşük seyreden tartışmalara takılmadan söylersek; bu kanun, görünürde öteden beri varolan klasik temellere dayanan Osmanlı eğitim sistemine bir karşılık olarak görünmesine rağmen, bağlam kopukluğu, dil ve mantık farklılığı göz önüne alındığında seküler eğitimin salt ideolojik olmasına rağmen, tüm toplumu ilgilendiren, eğitimi hayatın her alanda temellendiren ve giderek toplumsallaştıran yönü önem kazanmaktadır.

Osmanlıda ise, -kendi şartlarını da ıskalamadan söylersek- eğitim tamamen toplumsallaşamamış, şehirli ve elit zümrelerle sınırlı kalmış ve aynı zamanda devletin ihtiyacı oranında, eğitim belli sayıda talebeye –öğrenci-talep eden-verilmiştir. Bu durum, devletin batılılaşma trendine dâhil olduğu zamana kadar devam etmiştir.

Osmanlının son döneminde yapılan tartışmalara bakıldığında, eğitimin laiklik temeline irca edilmesi düşüncesi ile o dönem İslamcı kadroların her alanda olduğu üzere eğitim konusunda yaptığı eleştirileri bir araya getirdiğimizde, ulus devlet formunu ve Tevhid-i Tedrisat’ın kendisini ‘masum kılmadan’ söylersek; batılılaşma anına kadar bir ‘reorganizasyon’un Osmanlı tarafından behemahal, ivedi ve hiçbir istifhama da yol açmadan yapılmış olması gerekmez miydi?

Tevhid-i Tedrisat’ın izalesi birçok kesim tarafından arzulanmakla birlikte, FETÖ örneğinde ve birçok ‘gelenekçi’ Müslüman yapının köhnemiş ve İslam’ın kadim mesajını çağın idrakine kabul ettirme düşüncesi ve işin eğitim yönü  eğer bir eğitim müessesesi tarafından verilecekse, bu müessesenin, kendi zamanında bile hantallaşan medresenin değil de, 'ilahiyat fakülteleri' ayarında münevver temelli ‘çağdaş’ kurumlar tarafından verilmeliydi…

Aslında bu medreseyi hafife almak değil, bilakis onun yerine, şartlar açısından başka eğitim kurumlarının gelip yerleştiği ile ilgiliydi. Medrese formunu sürdürmek isteyen insanlar ve çevreler de olabilirdi, ama bu yapılacaktı ise eğer, o zaman medrese içi bir yenilenme gerekecekti. Bu yenilenme söz konusu olacaksa, eğitimde tekllk olgusu da eleştirilebilecekti…

Sonuç olarak eğitim konusunda tek tip insan yetiştirme düşüncesini deruhte ede gelen Kemalist anlayışa karşı Özal döneminde başlayan ve hemen her konuda olduğu üzere bu konuda da ‘İngiliz usûlü’ liberal politikaların itkisiyle oluşan kaos ve krizin Ak Parti döneminde de atlatılamaması, aksine giderek artmasına koşut olarak, yaz-boz misali birçok yanlış sonucunda Türk eğitim/maarif sistemi yamalı bir bohçaya dönmüştü.

Bu manzaradan kurtulmak yapılabilecek şeyler; ne geriye dönük Kemalizm’e yönelmek, ne İngiliz usulü liberal bir kulvara çıkmak, ne de birçok  şeyden sadır olan ortak değerleri görmezden gelmek. Yapılacak olan şey, devleti ve toplumu farkılaştırmadan, iki unsuru, kaygıları, dinî ve millî değerleri de işin içerisine katarak, özgürlükçü ve ‘sorumluluk’ gerektiren bir eğitim sistemi üzerinde uzlaşmak…

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR