Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Uyku ve ölüm

Ali BULAÇ'IN Yazısı;


 

I

 

Kur’an-ı Kerim dikkat çekici bağlamda uyku ile ölüm arasında ilişki kurmuştur. Konu En’am (6/60-62) ve Zümer (39/42) surelerinde ele alınmaktadır. Bu iki ayete Kur’an Dersleri/Tefsir’i esas alarak yakından bakmaya çalışalım:

“Sizi geceleyin öldüren (uyutan) ve gündüzün 'güç yetirip etkilemekte (yapıp kazanmakta) olduklarınızı' bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten (uyandıran) O'dur. Sonra 'en son dönüşünüz' O'nadır. Sonra yapmakta olduklarınızı size O haber verecektir. O, kulları üzerinde kahredici (kahhar) olandır. Size koruyucular gönderiyor. Sonunda sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun 'hayatına son verirler.' Onlar (bu işte, ne eksik ne fazla) kusur etmezler. Sonra gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler. Haberiniz olsun; hüküm yalnızca O'nundur. Ve O, hesap görenlerin en süratli olanıdır.” (6/Maide, 60-62)

1973 yılında Adalet Ağaoğlu’nun yayınlanan “Ölüme Yatmak” adlı romanını ilk duyduğumda, aklıma yukarıda meallerini verdiğim ayetler gelmişti. “Dar Zamanlar” üçlemesi (sülasiye)nin bu ilk romanında Ağaoğlu, uzun bir süreçten sonra sınıf atlamış ama mutlu olamamış roman kahramanı Aysel’in mutsuzluğuna rağmen doğacak çocuğunu büyütmek amacıyla intihardan vazgeçişini anlatır. Tabii ki roman kahramanı bilinçli olarak yani hayatına son verme kararlılığıyla ölüme yatmayı planlıyor, ama yukarıdaki ayetlerde insan ölümü düşünmeden aslında her gece yatağa girerken ölüme yatıyor.

İnsan hayatının en dramatik gerçeğine işaret edilen bu ayette, “uyku” ile “ölüm” arasında analoji kurulmakta, uykunun bir tür ölüm, uykudan uyanmanın “diriliş provası” olduğuna dikkat çekilmektedir. Aşağıda görüleceği üzere ayette anahtar terim olan “teveffa” v-f-y bir şeyi tamamlamak, tam olarak yapmaktır ki, ölüm de kişinin hayatını tamamlamasıdır. Kelime aşağıda göstereceğimiz üzere Zümer sûresinde de (39/42.) aynı anlamda geçmektedir.

Ölümden sonraki dirilişin, her gün tecrübe ettiğimiz provası uykudur. “Geceleyin öldürme”den maksat uykuya daldırma, “dirilme/diriltilme”den maksat uykudan uyanmaktır. Şu halde dünya hayatı uyku, ölümden sonrası ise diriliştir (ba’su ba’del mevt). Ayet uyku ile ölüm, uykudan uyanma ile diriliş arasında harikülade ilişki kurmuş bulunmaktadır. Gece uykuya daldığımız zaman, bir tür ölüme yatıyoruz; bizi fizyolojik olarak buna mecburi kılan Allah’tır. Bünyemiz belli bir süre uyumadığımız takdirde hücrelerini yenileyemediği için hayatımızı idame ettirmemiz mümkün olmaz. İnsan ne kadar sağlıklı, zengin, muktedir, despot, inkârcı mü’min veya ateist olursa olsun, uyumak zorundadır. Roma’nın kudretli Sezarları da uyumak zorundaydı, Allah’a meydan okuyan Nemrutlar ve Firavunlar da! Uyku cep telefonun şarj olması, pili tükenmiş bir saate veya radyoya yeni pil takılması gibidir. Her seferinde enerjimizi yenilediğimiz uykuya olan ihtiyacımız, bizim hakikatte ne kadar aciz olduğumuzu göstermeye yeter. Vakti geldiğinde uyumadığımız takdirde bünye güç kaybeder, gözlerimiz kendiliğinden kapanır, zihni melekelerimiz, algılarımız zayıflar ve bir noktadan sonra söner. Her gece uyur, sabah uyanırız. Bu insan hayatında süren ilahi adettir.

Sabahtan akşama kadar çalışır, iktisadi faaliyete katılır, geçimimizi sağlarız. Ayette geçen “cereha” fiili bizim gün boyu yapıp ettiklerimize işaret eder. Kelimenin kökünde yaralama, delme, yırtma anlamları dikkatten kaçmamalı. Yapıp ettiklerimiz iyi veya kötü şeyler olabilir. Her ne ise tümünü yüce Allah bilir; bize düşen gün boyu ilahi murada uygun yapıp etmek, tutum ve davranışlarda bulunmaktır.

Yapıp ederken de kozmik yaratışa ters düşmemek önemlidir. Kozmik düzene uygun olan, gecenin uykuyla dinlenmeye, gündüzün geçim için çalışmaya, ilim öğrenmeye ayrılmasıdır. Nitekim en kaliteli uykunun gece 23.00-sabah 05.00 arası olduğu bilinmektedir. Gecenin gündüzün, gündüzün gecenin yerini aldığı bir düzen fıtri değildir, kozmik düzenin tabiatına da aykırıdır. İnsana uykuyu mecburi kılan, gün içinde ne yapıp ettiğini bilen Allah’tır. Her gece ölür ve diriliriz. Bu bir süreye kadar öyledir. Süre bittiğinde yani vaade dolduğunda son nefesimizi veririz. Ömür sayılı nefeslerden ibarettir.

Hergün tekrar edip yaşadığımız bu prova günün birinde sona erer, ölüme yattığımız uykudan uyanmaz, böylelikle ruhumuzun zihin ve bilinç haliyle birlikte canımız da bedenimizden ayrılmış olur:“Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar.) Böylece kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı(n ruhunu) tutar, öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir” (39/Zümer, 42.) Uyku haline “geçici ölüm” diyebiliriz.

Uyku sırasında ruhun bedenden ayrılıp ayrılmadığı tartışma konusu olmuştur. Öyle de olsa, bedenden bir şeylerin ayrılıp aşkın varlığa karıştığı kesindir. Bize göre ruh tümüyle ayrılmaz en önemli türevlerinden biri olan “can”ı bırakır, onu da alıp götürecek olursa yatan bir daha uyanmaz. Ruh, ilahi bir emir, bir Nefha olması hasebiyle bedende çeşitli türevleri olan bir cevherdir veya filozof ve kelamcıların terimini kullanmasak bile,  mahiyetini tam olarak bilemediğimiz bir “varlık”tır. Can, nefis, akıl, düşünme, bilinç, zihinsel faaliyet, idrak/algı, hafıza, tasavvur, tahayyül, vehim, duygular vb. ruhsal ve entelektüel bütün faaliyetlerin toplamını ifade eder. Ağır uykusuzluk halinin zihni melekeleri zayıflattığını, bilincin üstünü örttüğünü deneysel olarak biliyoruz. Uyku halinde bize maddi tabiatla, duyular dünyasıyla ilişkili kılıp zihnimizi meşgul eden beş duyunun işlevleri yavaşlar; meşşai ve sufilere göre bu sayede ruh dağ tepe yolculuklara çıkıp farklı âlemlerde müşahedelerde bulunur.

Uykuda can bedende kalır. Uyku halinde bedenin ruhla ilişkisi neredeyse candan ibarettir. Çünkü beden faaliyeti dursa bile kalp atmaya devam eder, iç organlar çalışır, dış organlar asgari seviyede hareket kabiliyetlerini korur, nefes alınır verilir. (Bkz. 32/Secde, 7-9. ayetlerin açıklaması). Buna Meşşailerin kavramsallaştırmasıyla “bitkisel ruh” diyebiliriz ki, bu kemal mertebesi göz önüne alındığında ruhun en düşük seviyesi-türevidir. Eğer bu varsayım doğru ise, bu durumda uykuda yolculuğa çıkan ruh yani ruhun entelektüel-ruhsal türevi müteal/aşkın mertebelere, öte veya iç-batınî âlemlere yolculuklara çıkar. Buna mülk aleminin bilinmeyen bölgelerine, mülk aleminin anlam dünyasına veya rüyayı gören kişinin manevi ve ahlaki formasyonuna göre melekut alemine yolculuğa çıkmak denir. Bu sayede dünyanın beş duyu organımızla algıladığımız varlık biçimlerinin hakiki dünyalarına, dünyada müşahede edemediğimiz başka varlıklara uzanır ve bunları biz bambaşka bir âlemin temaşası olarak rüyalarımızda görürüz. İbn-i Abbas ve Said bin Cübeyr, uykuda ölenlerin ve dirilerin ruhlarının buluşup konuştuklarını söylemişlerdir. Rüya, özü itibariyle hayatın salt bu dünyadan ibaret olmadığını bize her gece öğretmekte, başka hayatların varlığını hatırlatmaktadır. Bu durumda uyku ölüm ise, rüya öbür dünyanın (ahiretin), uykudan uyanmak da ölümden sonraki dirilişin kanıtı, anlatımı, gösterisidir.

Uykunun ölümle ilişkili olarak “teveffi” ile ifade edilmiş olması, ölüm halinin sürenin, vadenin eksiksiz, tamı tamına dolmasıyla gerçekleştiğini ima eder. Borcunu tam ödeyene “Borcunu eksiksiz, kuruşu kuruşuna tam ödedi” denir. İnsana verilmiş hayat da eksiksiz yaşanır. Sayılı günler, nefesler biter, böylece ölüm gelir. Bu yüzden ölene “vefat etti” deriz. Ölümden sonra diriliş vardır. Herkesin dönüşü Allah’adır. Kim kendisine verilmiş hayatı yaşarken, iyilik ve kötülük adına her ne yapmışsa karşısına çıkacak, hepsini şanı yüce Allah kendisine haber verecek, önüne koyacaktır. (Ruh için bkz. 17/İsra, 85; 39/Zümer, 42. ayetin açıklaması).     

“O, kulları üzerinde kahredici (kahhar) olandır”. Ölümü ve hayatı yaratan Allah, insanın bütün hayati faaliyetlerini kontrol eder, kudret elinde tutar. Hz. Peygamber (s.a.v.), bir şeyi te’kid etmek istediğinde söze “Nefsim kudret elinde olan Allah’a” derdi. Bu kalıp cümlede Hz. Peygamber’in “nefsi ruh veya can manasında kullandığı açıktır, yani ölümüm ve hayatım Allah’ın elindedir. O kahhar ismiyle, kendisine ve dinine isyan edenin üzerinde hükümrandır, egemendir. Kulların üstünde kahhar olması cihet (yön) itibariyle olmayıp güç, hâkimiyet ve kudret dolayısıyla üstün olması demektir. İnsan yok iken yaratılmış, varlık âlem içine çıkarılmıştır. Ona hayat verilmiş, sonra kendisi için ölüm takdir edilmiştir, ölümden sonra diriltilecek ve yaptıklarının hesabını verecektir. Fizyolojik-biyolojik yapısı öylesine karmaşık unsurların, zıtların uyum içinde bir araya getirilmesinden müteşekkildir ki, bu iç ve bedensel düzeni, ahengi kendisinin var etmesi düşünülemez. Psikolojik olarak birtakım zihni yanılgılara, kibir ve gurura kapılıp yaratıcısına başkaldıracak olsa bile, iki-üç gün üst üste uykusuz kalamaz, bedeni tükenir, güçten düşer, zihni faaliyetleri durur. Bütün bunlar insanın üzerinde kahhar bir varlığın yani şanı yüce Allah’ın hükümran olduğunu göstermektedir.    

İnsan ne yapıp ediyorsa, onu kollayan, denetleyen, yapıp ettiklerini kaydeden koruyucu güçler (hafaza melekleri) vardır. Hayatını sürdürürken, bu varlıklar Allah tarafından kendisi için gönderilir. İnsanın dünya hayatındaki varlığıyla ilişkili olarak meleklerin iki fonksiyon gördüğünü düşünebiliriz: İlki, melekler insanın sarfettiği her sözü ve yaptığı her fiili kaydedip muhafaza altına alırlar (50/Kaf, 17; 82/İnfitar, 10). İkincisi, fizyolojik faaliyetlerinin gerçekleşmesini sağlar ve bedenini dış dünyanın ağır ve yıkıcı şartlarına karşı korurlar. Eli hareket ettiren yetimiz yani “meleke”miz aynı zamanda bir “melek”in elimizde gördüğü fonksiyon sayesindedir. Komutu beyin verir, ama elimizi hareket ettiren melektir. Göz kapaklarımızı açıp kapatıp dilimizi hareket ettiren, ayaklarımızı yürüten görevli meleklerdir, göz kapaklarımız olmasaydı, görme yetimizi toza karşı koruyamazdık. “Hafaza melekleri” ve organlarımız Allah’ın emri altında ve takdirine uygun olarak işlerini/işlevlerini yerine getirirler. Elimizin iyilik için mi, kötülük için mi hareket ettirildiğini kaydeden de yine meleklerdir. Gözlerimizin harama mı, helale mi baktığını, dilimizden hangi cümlelerin çıktığını onlar kaydederler. O kadar kontrol altındayız ki, Allah’ın kahhar ismi ve bilgisi meleklerin çok yönlü gördüğü fonksiyon sayesinde her an ve her hücremiz üzerinde caridir. Allah mutlak yaratıcıdır, bizim fiillerimizi melekler aracılığıyla O yaratmaktadır. Ancak iyi veya kötü (hayır ve şer) fiilin yaratılmasına karar  veren, şu veya bu yönde tercih koyan biziz, bu yüzden her neyi yapıyorsak ondan sorumluyuz.

Bizden istenen şudur: Nasıl Allah görevlendirdiği melekleri ve bize bahşettiği melekeler sayesinde bizi hayat sahibi kılıp tabiatın yıkıcı şartlarına karşı koruyorsa, bizler de organlarımızı, nefsimizi yasaklardan, hak ve hukuk ihlalinden, suç teşkil eden fiillerden, günah ve zulümlerden koruyacağız. Melekler bizi koruyor, biz de irademiz ve takvamızla ahlaki benliğimiz korumalıyız.     

“Sonunda sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun 'hayatına son verirler.' Onlar (bu işte, ne eksik ne fazla) kusur etmezler”. Burada ölüm-melek(ler) ilişkisi açısından önemli bir durum söz konusudur. Dört büyük melekten biri olan Azrail aleyhisselamın ölüm meleği olduğunu biliyoruz. Canları alan odur, hastalıklar, kazalar, musibetler, cinayetler ölüme birer vesiledir. Hatta insan ölümü Azrail’den bilmez, hastalık veya kazalardan bilir. Şu var ki, eceli gelen ölür. Bu her insanın değişmez gerçeğidir. Fakat elbette Azrail görevli bir melektir, kendi inisiyatifiyle, kendi takdiriyle kimsenin canını almaz; kimsenin ömrünü kısaltamaz veya uzatamaz. Zira ölümü ve hayatı yaratan Allah’tır (67/Mülk, 2); O diriltir ve öldürür (45/Casiye, 26). Can vaade dolduğunda, süre tam olarak bittiğinde alınır ki buna “ölüm anı” denir (39/Zümer, 42). Canı alan bu işle görevli ölüm meleğidir (32/Secde, 11). Bu ayette ise “hayata son veren elçiler”den söz edilmektedir. İbn-i Abbas’a göndermede bulunan müfessirler, sayısız meleğin Azrail aleyhisselamın emrinde çalıştığını, onun bildirmesiyle gelip süresi dolan insanların canlarını aldıklarını söylemektedirler. Azrail’in emri altında çalışan melekler tam zamanında -ne bir an ileride ne bir an geride- gelir, kişinin canını alırlar, görevlerinde hiçbir kusur işlemezler, ihmalde bulunmazlar (Bkz. 66/Tahrim, 6). Bu makul bir izahtır, doğrusunu Allah bilir.     

Ölümden sonra dirilişle beraber insanlar mevlaları, sahipleri olan Allah’a döndürüleceklerdir. Hakiki ve asıl mevla Allah’tır, çünkü dünya hayatında onları rızıklandıran, terbiye edip koruyan, tabiatı emirlerine musahhar kılan O idi. İnkârcılar sahte ilahlara, dost ve koruyuculara bağlanmışlardı, kendilerine yalancı mevlalar icat etmişlerdi. Bunların hiçbiri “hak” değildiler. Sûrenin 57. ayetinde değinilmişti, kıyamet günü son ve doğru hükmü verecek, haklıyı haksızdan, doğruyu yanlıştan ayırt edecek olan da O’ndan başkası değildir. Acele etmeye gerek yok, kim ne kazanmışsa karşılığını görecektir; O hesabını süratle görür (2/Bakara, 202).

120 günden önce ceninin kürtajla alınabileceğini öne sürenler, bir tür uyku halindeki insanın da öldürülebileceğini –zımnen- kabul etmiş olurlar ki, bu tamamıyla batıl bir hükümdür. (İnsanın yaratılış safhaları ve özellikleri için bkz. 23/Mü’minun, 12-14; 77/Mürselat, 20-23 ve 86/Tarık, 5-7. ayetlerin tefsiri). (Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, III, 157-161.)

II

“Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı(n ruhunu) tutar, öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten âyetler vardır.” (39/Zümer, 42.)

“Uyku-ölüm” ilişkisini En’am sûresinde (6/60-63); "ruh" konusunu da İsra sûresinde (17/85) ele almıştık. Surenin 42. ayette tekrar nazara verilen bu konu, insanın en temel gerçeklerinden birini, ölümü ele almaktadır.

Ayetler ilginç biçimde “iki ölüm”den söz eder: Biri uyku halindeki geçici ölüm, diğeri dünyadan kesin ayrılıma hali olan ölüm. İlkinde ruh alınır, ama uyku halindeki beden canlı olma vasfını, canlılığını korumaya devam eder. Kesin ayrılma halinde ise canla beraber ruh da bedenden ayrılır. İnsan bedenindeki hayatın ‘tek hücre ile başladığını” düşünen Prof. Dr. Âdem Tatlı şöyle der: “İnsanın ölümüyle ruh bedenden ayrıldığı gibi, insanın canlılık özelliği de sona ermektedir. Yani hayatı sağlayan özellikler, ruhtan önce insan bedenine gelmekte, fakat ruhla beraber insan vücudunu terk etmektedirler.”

En’am sûresinde belirtmeye çalıştığımız üzere bütün hayati faaliyetlerin merkezi ruhtur. Bir emr-i ilahi olan ruh "nefha" olarak bedene üfürülmüş olup ontolojik mayası toprak olan bedende içkin (mündemiç) bulunmaktadır. Razi’nin benzetmesiyle güneş ışığı gibi bedene ısı, parlaklık ve hareket sağlar. Ruhun bedendeki durumu kokunun güldeki, ısının kordaki durumu gibidir. Ruhun birden fazla –hayli çok- türevi vardır ki en yüksek düzeydeki türevi idrak, akıl ve iradedir. Bazı İslam bilginleri ve sufiler ruhun bu türevine “nefs” adını vermişlerdir, çoğunlukla da nefs ile aynı anlamda kullanmışlardır. Nefs aynı zamanda zat veya özvarlık yani benliktir. Zat kendini idraktir. Nefs kendi zatını idrak ettiğinde bilinç sahibi olur. Başka bir deyişle “bilinç”, nefsin kendi zatını idrak etmesi, kendi farkını fark etmesi, zatının farkına varmasıdır. Kendi zatını idrak bilinç ise, insanı diğer varlıklardan, mesela meleklerden, hayvanlardan ve bitkilerden ayıran temel fark bilinç değildir. Zira sözünü ettiğimiz üç varlıkta da bilinç söz konusudur. İnsanı diğerlerinden ayırt eden fark akıl ve iradedir. Meleklerden farkımız irademiz; hayvanlardan ve bitkilerden olan farkımız ise akıl ve irademizdir. Bizi Eşref-i mahlûkat mertebesine yükseltebilecek olan hasletimiz budur. Can ise bedene ilişkin hayat sağlayıcı türevdir. Bitki ve hayvanlarda da mevcut bulunmaktadır; filozoflar bitkisel nefs ve hayvani nefs tabirini kullandıklarında, nefs’i “can” manasında kullanmışlardır.

Uyku sırasında ruh tamamen bedenden ayrılmaz, onun can türevi kalır. Bu yüzden uyuyan kişi nefes alır verir, iç organları hareketlerine devam eder, yatağında sağa sola döner ancak iradi hareketlerde bulunamaz. Bedenden ayrılan ruhun veya nefsin kendini idrak eden bilincidir.

Bu yönüyle ruh gezer dolaşır, İbn-i Abbas’ın ve Said ibn-i Cübeyr’in dediği gibi ister ölmüş olanların ister hala yaşayanların ruhlarıyla buluşur, konuşur, diyaloglar kurar. Ölenlerin ruhları yüce Allah’ın kudret elinde tutulmaya devam ederler, henüz eceli gelmemiş yani ömrü tamamlanmamış olanın ise ruhu geri gelir, böylece uykudan uyanır. Bu açıdan uyku bir tür ölüm provası ve dünyadan başka dünyaların, melekut aleminin yani ahiretin en kesin kanıtıdır. Yüce Allah "gündüzü çalışma-maşeti temin etme, geceyi dinlenme" vakti kılmış bulunuyor (Bkz. 4/Nisa, 123; 78/Nebe', 10). Gece, kozmik düzenin ve tabiatın örtüsüdür, insan zihnen ve bedenen ancak bu örtü altında dinlenebilir. Tabii ve fıtri yasa, gecenin belli bir saatinden sonra dinlenmeye geçilmesini zorunlu kılar; gecenin gündüzle yer değiştirmesi tabii-fıtri düzenin altüst edilmesidir. Biyoritmik saat açısından iyi ayarlanmadığında uykudan beklenen fayda hasıl olmaz. Gece uykuya dalınca kalb atışları ve solunum yavaşlar; merkezi sistemle ilintili elektrikli etkiler azalır; kan basıncı düşer; beş duyu organları ve aslında modern psikologlarının iddia ettiklerinin aksine beyin pasif dinlenme sürecine girer. Uykusuzluğun baş ağrısına yol açması bundandır; kafasını bir eşarpla sıkıca bağlayıp beyin kapanacak şekilde uyuduğumuzda baş ağrısı geçer. Ruh bedenin her noktasında faaliyet halindedir, bedenin tamamı onun aletleri hükmünde iş görür. Bedeni etkinlikler azaldığında, ruh duyular yoluyla uğraşmak durumunda kaldığı meşguliyetlerden kurtulur, insanın daracık maddi çevresinin dışına-üstüne çıkarak yerine göre mülk, yerine göre melekut aleminde yolculuklara çıkar.

Melekut aleminin özelliği mülk aleminde açıkça ve somut olarak gözlemleyemediğimiz müteal/aşkın, bâtın/içkin ve öte boyutlara sahip olmasıdır; hakikatin tecelli ettiği bu aleme ancak “yakin” ile ulaşılabilir ki, yakinden kastımız ölümdür: “Ve yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Bkz. 15/Hicr, 99.)

Razi’nin tasnifini esas aldığımızda ruhun bedenle üç ilişkisi olduğunu söylemek mümkün görünmektedir:

a) Uyanıklık hali olan "yakaza": Yakaza durumunda ruhun diğer türevleriyle birlikte bilinç, idrak, akıl ve can bedende bulunmaktadırlar.

b) “Uyku” hali. Bu durumda bilinç, idrak, akıl ve irade bedenden ayrılmış, can bedende kalmıştır.

c) “Ölüm” halidir. Bu durumda ruh bütün türevleriyle bedenden ayrılmış, geriye bir süre sonra toprağa karışacak olan ceset kalmıştır.

Ayetten anlaşılan şu ki hayatımız, ölümümüz ve dirimimiz Allah’ın elindedir. Hiçbir zaman biz kendimizi mutlak manada kontrol edebilecek durumda değiliz. Yaşatan ve öldüren O’dur. Meleklerin Azrail aleyhisselâmın emri altında gelip ruhumuzu bedenimizden alması Allah’ın bilgisi ve takdiri dahilinde bir emr-i ilahidir. İster ölüm meleği Azrail aleyhisselâm ister onun emrinde çalışan başka melekler bizim ölümüz hakkında kendileri karar veremezler. Hakikat bu ise, Allah’tan başka tapılacak, emir ve yasaklarına uyulacak mâbud düşünülebilir mi? Hayatın, ölümün ve dirilişin bilincinde olan mü’min ölümden korkmaz, amellerinin tam olarak ilahi hoşnutluğa uygun olup olmadığından korkar ve fakat ruh dünyasını tümüyle korku istila etmez, “korku ile ümit” arasında yaşar.

Hz. Peygamber (s.a.), yatağa girip uyuyacağı zaman şu duayı okurdu: “Rabbim, Senin isminle yatağıma girdim, yine Senin isminle yatağımdan kalkarım. Canımı uykuda alacaksan, bana merhamet edip bağışla! Yok, eğer bırakacaksan, iyi kullarını muhafaza ettiğin gibi, beni fenalıklardan koru.” (Buhari, Deavat, 13; Müslim, Zikir, 64.) (Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, VI, 66-67.) (alibulac.net-16 Ekim 2019.)

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR