Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Faysal Mahmutoğlu


ULUS DEVLET

Faysal Mahmutoğlu'nun yazısı;


 

Devlet felsefesini ilk tanımlayan Platon’dur. Platon’a  göre devlet, filozof kralın bilgisinin ve insan ruhunun ideal bir şekilde somutlaşmasıdır.

Aristotales ise devleti bireyin siyasal olarak üyesi olduğu yapı olarak, Hobbes ise insanın varlığını güvence altına alan bir siyasi güç olarak değerlendirir.

Ulus devletin babası olarak kabul edilen Hegel ise devleti, Tanrının yeryüzündeki yansıması olarak görür.

Birleşmiş Milletler ifadesinden de  anlaşılacağı üzere, günümüz dünya siyasi toplumu ulus-devletlerden oluşmaktadır.  Günümüzde en yaygın devlet şekli olan ulus-devlet modeli, ortaçağın sonunda özellikle milli monarşilerin ortaya çıkmasıyla görülen bir devlet örgütlenmesidir. Bu örgütlenme modeli, günümüz anlamındaki yapısını 19.yüzyılda kazanmıştir. 20. yüzyılın ilk yarısından sonra sömürge ulusların bağımsızlıklarını kazanmalarıyla yaygınlaştı. 

Ulus-devlet olgusu, 19. yüzyılda özgürlük ve kurtuluş harekatının bir kazanımıdır. Ulus-devlet, esas itibarıyla Fransız Devrimi’nden miras alınan demokratik ve evrensel değerlere bağlı, devrinin en ilerici hamlesidir.

Ulus-devlet, yüzyıllardır savaşlara neden olan imparatorlukların ve kişi keyfiyetine dayanan tek kişi otoritelerinin etkin ve yetkin olduğu ulusların yüzyıllardır sürdürdükleri mücadelenin sonucudur. Ulus -devlet insana anlamlı bir aidiyet duygusunu yaşatan bir olgudur.

Burada devlet öznedir. Ortak bir kimlik duygusunu ortaya çıkardı.Vatandaşlık sadakati denilen olgunun gelişmesini sağladı.” Massimo d‘Azeglio ‘nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi İtalyanları yaratmalıyız” sözü tam da bunu tanımlıyor. Basitçe ulus-devlet eşittir “ulusunu yaratmış devlettir”. Ulus-devlet, bir ulus yaratmak veya ulusların kendi farkına varmaları için icat edilen önemli bir etkendir.

Ulus-devlet, sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde yasal güç kullanma hakkına sahip ve yönetimi altındaki halkı devletleştirerek, ortak kültür ve kutsal değerler yaratarak gelenekler ile köken mitlerini canlandıran modern bir olgudur.

Feodalizme özgü mutlakiyetçi devlet aygıtı monarşinin bir mülkü olarak tanımlanıyordu. Bu hegemonyanın ana teması, din ve devleti yönetenlerin tanrının temsilcisi olduğu (Halife-i ruy-i zemin) şeklindeki teolojik inançtı. Bu nedenle halktan krala, imparatora veya halifeye tam itaat isteniyordu. Ortaçağda milliyetçilikten önce birlik-beraberlik ideolojisi, devrin en güçlü sınıfı olan Ruhban’ın formüle ettiği “din”dir. Din, bir birlik-beraberlik ideolojisi olarak burjuvazinin aydınlanma dönemi yaratmasıyla konumunu  kaybetti ve yerini milliyetçiliğe bıraktı.  

 Milletlerin,insanları sınıflandırmanın doğal, Tanrı vergisi bir yolu olduğu,  doğuştan gelen bir politik kader olduğu iddiası bir mittir; bazen önceden var olan kültürleri alıp onları milletlere çeviren milliyetçilik, bazen de milletleri yoktan icat eder ve genellikle önceden var olan kültürleri tamamen yok eder: bu bir gerçekliktir.  Kısacası , analitik düzlemde milliyetçilik milletlerden önce gelir, milliyetçilikleri yaratmaz. Milletleri yaratan milliyetçiliktır.

Milliyetçilik, açıkça öyle olmadığı bilinen bir şeye sıkı sıkıya bağlanmayı gerektirir. Renan’ın dediği gibi “tarihi yanlış yazmak bir millet olmanın parçasıdır.(1)

Ulus-devlet ilk olarak 18. asrın sonunda Fransa’da uygulama alanı buldu. İlk kez Nation (ulus) kavramını insanlığa Fransa sunmuştur. 1795’te yayınlanan Fransız halklar bildirgesinde şöyle denmekteydi: Kendisini oluşturan bireylerin sayısı ve üzerinde yaşadığı toprağın büyüklüğü ne olursa olsun , her halk bağımsız ve egemendir. Bu egemenlik başkasına devredilemez. (2)

1789’da Fransa’da yalnızca halkın yüzde 12’lik bir kısmı Fransızca konuşabiliyordu, aynı şekilde İtalyan birliği 1861’de kurulduğunda halkın sadece yüzde 2’si İtalyanca konuştuğu da bir gerçek. Bütün bunlar devletin ulus için ne derece önemli olduğunu gösteriyor. Fransız Devrimi’yle yayılan ulus-devlet egemenliğin cisimleşmesini sağlamıştır. Egemenlik, yurttaşlar topluluğunu temsilen devlette toplanmıştır.  Böylece iktidar yapısında bir merkezileşme , kültürde standartlaşma, hukukta eşitlenme sağlanmıştır. Küreselleşmenin de ulus-devletler için bir tehdit oluşturduğu notunu da düşmeliyim.  İbn Haldun; devletlere de insanlar gibi bir ömür biçiyor. Ayrıca ezeli olamayan hiçbir şey ebedi olamaz.

Gerek geçmişte ve gerekse günümüzde siyasi bağımsızlık elde etmek amacıyla mücadele eden bir çok ulusçu akımın da ulus-devlet kurma hedefine yöneldiğini görüyoruz. Bunun en somut örneği KÜRTLERDİR. Birleşmiş milletler verilerine göre dünyada devletleşmemiş en büyük halktır Kürtler.

Osmanlı yönetimi; sırf imparatorluk parçalanmasın diye “Türk” kavramını kullanmaktan imtina ederek, toplumu  “Osmanlı” üst kimliğinde birleştirmek istemişti. Bunu da uzun bir süre başarılı bir şekilde sürdürdü. Osmanlı’da çok sayıda alt kimlik vardı: Türk, Kürt, Gürcü, Abhaz, Ermeni, Arnavut, Rum, Musevi, Boşnak v.b.  Bütün bu alt kimlikler Osmanlı tarafından tanınarak; hiçbirinin diline, dinine, eğitimine, geleneklerine karışılmazdı. Bunun karşılığında alt kimlikler de üst kimliğe saygı göstermiştir. Padişaha sadakat esastı.  

Balkan hezimetinden sonra  ayrılıkçı milliyetçilikleri gelişmiş Sırplar ve Bulgarlar ilk ayrılanlar oldu, bunu Yunanistan ve Karabağ izledi. Akabinde bütün Rumeli kaybedildi.  1912 yılında Libya, İtalyanlara bırakıldı, Birinci Cihan Harbi sonunda  tüm Arap ülkeleri Osmanlı’dan ayrıldı. Böylece Kürtler dışındaki  tüm etnik unsurlar ayrılmış oldu. Kürtlerin diğer etnik unsurlardan farkı, Türklerle yaşadıkları bin yıllık  kader birliği vardı, Malazgirt’ten, Çaldırandan  gelen bir birliktelik. Osmanlı’nın en üst ruhani liderlerinin bir çoğu Kürt’tü.  Ebu Suud efendi, Molla Gürani, İdris-i Bitlisi bunlardan birkaçıydı. İmparatorluk dağılırken kürtlerin liderlerinin tamamına yakını ulema sınıfından Seyyid-Şeyh diye anılan kişiliklerdi, bunlar da ümmet bilinciyle hareket edip imparatorluktan ayrılmayı düşünmediler. Bir başka faktör de Kürt halkında ulusal bilincin yeterince gelişmediğidir.  Özellikle kurtuluş savaşı esnasında Mustafa Kemal’in kürtlerle kurduğu ilişkinin payı da azımsanamaz.

Yıllardır bazı çevreler, Mustafa Kemal’in Kürtlere milli mücadeleyi kazanmak için özerklik vaadinde bulunduğu, ancak Lozan’dan sonra bundan caydığını iddia eder. 18-22 Ekim 1919’da hazırlanan Amasya Protokolu’nda  (protokolü Padişah adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ile başyaveri Naci Paşa ile Mustafa Kemal, Rauf bey ve Bekir Sami Bey imzalar) şu cümlelere yer verilir: Osmanlı İmparatorluğu’nun düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkansızlığı izah edildikten sonra bu sınırın en asgari bir talep olarak kabul edilmesinin temini lüzumu müştereken kabul edildi. Bununla birlikte Kürtler’in gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesi ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olan kışkırtıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü. (3)

“Kürtlere özerklik” konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek belge, Büyük Millet Meclisi Heyeti’nin El Cezire cephesi Kumandanlığı’na  27 Hziran 1921 tarihinde yazdığı talimattır: Oldukça uzun bu talimatın Kürtlere özerklik bölümünde “milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı uyarınca” Kürdistan bölgesinde, doğrudan halkın oluşturacağı yerel yönetimlerin kurulması konusunda El Cezire Komutanlığı yetkili kılınıyordu. Talimatı Mustafa Kemal imzalamıştı.

Kürtlere özerklik verilmesiyle ilgili en açık belge ise  İzmit Kasrı’na davet ettiği, dönemin ünlü gazetecilerle yaptığı söyleşide Ahmet Emin Yalman’ın bir sorusu üzerine verdiği cevaptır. Teferruatlı bir açıklama yapıyor: “Dolayısıyla başlı başına bir kürtlük düşünmektense, bizi Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklik oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir.  Bundan böyle Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. (4)

Milli mücadeleden sonra kurulan ulus-devlet, tarihin getirdiği bir zorunluluktu. “Misak-ı Milli” imparatorluk siyasetinin reddidir. Müslüman Arapları da ayrı sayarsak Türkler ve Kürtlerden oluşan  “camia-yi Osmaniye” ye dayalı bir milli devlet amaçlar. (5) denildiği halde Türkiye Cumhuriyeti ulus-devlet olarak kurulunca üst kimlik de “Türk” olarak değişti. Osmanlı’nın aksine biraz da Birinci Cihan Harbi’nin getirdiği zorunluluklar karşısında Gayrımüslimlerin nüfusu göç, tehcir ve mübadele yoluyla ciddi oranda azaltıldı. Osmanlı’nın ulus-devlete dönüşmesiyle Ümetten millet, kul’dan yurttaş yaratıldı.

 Lozan’dan sonra bunların hepsi unutulur.  8 Aralık 1925’te bir genelge yayınlayan maarif  vekaleti  “Lazistan” ve “ Kürdistan” kelimelerini yasaklar.

Ve Cumhuriyet’in adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt 17 Eylül 1930 da şunları söylüyor:  “Bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında  bir hakkı vardır; o da hizmetçi  olmaktır, köle olmaktır. Bu konuşmayı büyük bir hatanın dışa vurumu olarak değerlendirir Taha Akyol. İktisat vekili Celal Bayar da Kürtlere yapılan bu davranışların tepki doğuracağı kaygısını  Ekim 1936 raporunda belirtiyor. Hoybun Örgütü’nün bu metni dağıtarak İhsan Nuri Paşa liderliğindeki Ağrı isyanını bu konuşmadan sonra  başlattığı iddia ediliyor.

Sonuç olarak ulusu yaratan devlettir. Dili yaratan, gelişimini sağlayan da devlettir. Devleti olmayan ulusların tarihi, kültürü, dili, geleneği ve sanatı olmaz.  En önemlisi geçmişi olmaz. Geçmişi olmayan halkların geleceği de olmaz. Günümüzde  İslam coğrafyasında 55 tane ulus-devlet gerçeğiyle karşı  karşıyayız . Bu tablo ortadayken ümmet saikiyle ulus-devlete karşı çıkmak sadece bir fantezi olarak kabul görür. Dünya pratiği ile, sosyal ve siyasal gerçeklikle bağdaşmaz. Sait Halim Paşa’nın “Bir Müslümanın vatanı şeriatın hüküm sürdüğü yerdir” sözünün de pratik bir karşılığı yoktur. Ulus-devlet Ortadoğu’ya mutluluk getirmediği de bir hakikat. İbn Haldun’a atfedilen “coğrafya kaderdir” ( Türkçede ilk Tanpınar dile getirir) sözü “ coğrafya kederdir” e dönüşmüştür.  Ümmetin yetimleri olarak kabul edilen Kürtler ise bu coğrafyanın ezeli mağdurları ve ezeli mağlupları.

                    Kaynakça

                 1- Millet ve milliyetçili / E.J. Hobsbawm

                           2- A.g.e

                   3- Öteki Tarih/ Ayşe HÜr

                 4- Öteki Tarih / Ayşe Hür

                5- Hangi Atatürk/ Taha Akyol

 

 

 

 

           

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR