Kadim medeniyetlere, devletlere ve halklara ev sahipliği yapan engin bir coğrafya Anadolu toprakları. Bu özelliği ile cazibesini asırlar boyu her daim kalıcı kılmıştır. Her daim bilinir ki zenginliğin olduğu yerde buna kasteden ve ele geçirmeye çalışan odakla rmevcuttur. İlkokul yıllarından bu yana Türkiye’nin coğrafi konumu hakkında belirtilen “üç tarafı denizlerle çevrili” tezi bence teoride gerçektir, ancak pratikte herhangi bir karşılığı yoktur. Bu tabirin son yüzyılda yeniden revize edilmesi gerektiği kanısındayım. Öyleki yaşadığımız dönemlerde adeta ateş çemberine dönen Anadolu coğrafyası üç taraftan saldırı ve işgal girişimlerine şahit olmaktadır. Güneyde 70’li yılların sonunda hayata geçirilen bölücü ve yıkıcı terör hareketleri, Irak, Suriye ve Kıbrıs’a kadar uzanan kara ve deniz sınırlarımızı çepe çevre kuşatmış durumda. Rum çeteleri Kıbrıs’ta faili meçhul suikastlar ve adada yaşayan Türklere işkence ve baskılar düzenlemişti. Irak’ta birçok etnik grup Leninist ve Marksist ideolojinin peşinde sürüklenen Ermeni ve bazı yabancı istihbarat ajanları tarafından kışkırtıldı. Uzun yıllar boyunca Türkiye’ye karşı amansız bir kavganın aktörü durumuna evirildi. Yine günümüzdeki Suriye topraklarında önceki dönemlerde olduğu gibi yabancı istihbarat faaliyetleri ile birçok aşiret ve ideolojik grup farklı ülkeler eliyle namlularını içerdeki hain Esad’a karşı değil de, kendilerine her daim kucak açan ve meşru taleplerin yerine getirilmesi için Esad’ı uyaran Türkiye’ye doğru çevirmiş vaziyette. Güney sınırlarımızda tam bir abluka ile karşılaştığımız son çeyrek yüzyılda çatışmalar ve egemenlik mücadelesi diğer sınır komşularımız ile de devam etti. Batı sınırlarımızı çepeçevre kuşatan ege denizinde Yunanistan’ın hak iddia etmesi bir mücadele sahasının açılmasına kapı araladı. Kimi zaman tektonik hareketler ile ortaya çıkan bir ada için mücadeleye girdiğimiz, kimi zamanda deniz yetki alanlarının tam olarak muallakta kaldığı sınırlar için çatışmaların ortaya çıktığına şahit olduk. Bunların dışında Doğu Akdeniz’de zengin hidrokarbon yataklarının varlığı, Türkiye ile Yunanistan arasında yeni bir diplomatik ve ekonomik savaşın başlamasına sebep oldu.
Türkiye’nin güney ve batı sınırlarında verdiği bu mücadeleye birde Kuzey doğu sınırlarında Ermenistan’ın kardeş ülke Azerbaycan’a saldırması ile bir yenisi daha eklendi. Türki cumhuriyetlerle olan kara sınırlarını kesmek adına kurulan kukla Ermenistan devleti Türkiye için dört bir taraftan ablukaya alındığının tam bir ispatı olmuştur.
Tüm bu stratejik sınır planları ve çatışma merkezleri, uzun yıllar önce ortaya atılan hâkimiyet teorilerinin hayata geçirilerek Türkiye’nin kıskaca alınması girişimidir. Alfred Mahan’ın deniz hakimiyet teorisi Yunanistan gibi bir devlet eliyle yürütülürken, Mackinder’in kara hakimiyet teorisi ile Doğu Avrupa’dan başlayarak Türkiye’nin de içinde olduğu bir sınır hattını kontrol altına alınma projesidir. Bu sınırların her daim bir çatışma ortamı ile bütünleştirilmesi ile başta Amerika olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin jeopolitik ve jeostratejik çıkarları korunmaya çalışılmıştır. Ermenistan, Yunanistan ve güney sınırlarımızdaki savaşçı emperyal ordular eliyle coğrafyada sulh içinde yaşayan milletlere sıcak çatışma ortamları yaratılmıştır. Bu sayede Azerbaycan’ın dağlık Karabağ’da Ruslar zengin altın yataklarını sömürmüş, Irak ve Suriye’deki mücadelede Amerika petrol kaynaklarına egemen olmuş ve son olarak Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ın piyon olarak kullanılması ile de zengin hidro karbon yatakları Avrupa ülkeleri (Fransa, Almanya, İtalya…) tarafından yağma edilmek istenmektedir.
Sonuçta coğrafyamızda diri tutulmaya çalışılan çatışma ortamları Hıristiyan devletlerin çıkarları ve menfaatleri için bir araç olarak kullanılmıştır. Müslüman milletlerin sahip olduğu bu zenginlikler kendi coğrafyaları için bir zenginlik olma vasfını kaybederek kan ve gözyaşından başka bir şey getirmemiştir. Azerbaycan’da üzerine bomba düşen annenin, Irak’ta tecavüze uğrayan kadınların, Suriye’de varil bombası altında can veren körpe çocukların tek suçu zenginliklerin üzerinde yaşamış olmalarından ibarettir. Bu makus tarihi yeniden tersine çevirmek bu coğrafyanın kadim milletlerinin bir arada barış ve adil paylaşımının sağlanması ile mümkündür. Yoksa üstünlerin hakim olduğu ve zenginliklerin adil bir şekilde dağıtılmadığı bir memleket dış odaklı yamyam sürüsünü kendi ülkenize çekerek vahşetin biraz daha kalıcı kılındığı ülkeler peydah edecektir. Kafkaslardan Balkanlara ve Ortadoğu’ya geniş bir sahada hayata geçirilen kaos iklimide yamyam sürüsünün biraz daha fütursuz şekilde saldırmasına kapı aralayacaktır.