Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


TÜRK SİYASAL KÜLTÜRÜ, OTORİTERLİK, HUKUK DEVLETİ VE MAFYA

Yazarımız Yusuf Yavuzyılmaz'ın, "yeni" yazısı...


Türk siyasal kültürünün dayandığı felsefi ve ideolojik temeller, tarihsel birikim ve pratik uygulamalar, devletin merkezi değer olduğu bir siyaset üretmiştir. Bu anlamda, Türk siyasal kültürü, gücün tek elde toplandığı otoriter yönetim biçimine yatkındır.

Bir siyasal pratiği belirleyen, siyasal kültürün üzerine inşa edildiği parametrelerdir. Orta Asya otoriter siyasal kültürü ve Emevi yorumuyla itaati yücelten siyasal kültür, Türk siyasal kültüründe otoriterliğin yaslandığı iki kaynaktır.

Kemalist ulusalcılık ve muhafazakar siyaset, Emevi ve Orta Asya karşımı otoriter ve tek adamlık kültüründen beslenir.

Özetle Türk siyasal aklı;

1- Orta Asya pagan Türk anlayışından gelen siyasal kültür.

2- Emevi siyasetinden alınan siyasal kültür.

3- Selçuklu ve Osmanlı tecrübesinden alınan kültür.

4- Cumhuriyet modernleşmesinin Atatürk önderliğinde oluşan siyasal kültürün etkisi altında şekillenmiştir.

Bu siyasal kültür, güvenlik eksenli, devlet merkezli, lider kültüne dayalı, tek merkezli, dini devletin tekeline veren bir siyasal akıl üretmiştir. Bu siyasal akıl bütün partilere egemendir. Kuşku yok ki, yeni bir siyasal dil gereklidir. Bu dil, adalet merkezli, çoğulculuğa açık, insan hakları ve siyasal katılımı öne çıkaran, sözleşmeye dayalı bir hukuku benimseyen bir retorik olmalı.

 

Türkiye’deki tüm partiler çoğulculuğa açık olmayan ve itaat kültürünün egemen olduğu yapılardır. Bu Türk siyasal kültürünün yapısal bir sorundur. Atatürk'ten beri siyasal kültürümüzün baskın özelliği bu çerçevede olmuştur.

 

Siyasal kültürün Kemalizm etrafında şekillenmesi, diğer siyasal hareketleri de Kemalizm’e yaklaştırmıştır. Ortaya ideolojik olarak farklı Kemalizm yorumları çıkmıştır. Bu noktada tarihçi Şükrü Hanioğlu’nun analizi son derece yerindedir: “Süreç içinde değerlendirildiğinde, "Kemalizm"lerin çeşitliliği ve aralarındaki farklılık artmış ve zıt görünen hareketler ‘gerçek Atatürkçü’nün kendileri olduğunu savunmuşlardır. Bunun sonucu olarak günümüzde Kemalizmler arasındaki makas fazlasıyla açılmıştır. Ancak ilk bakışta farklı görünen bu hareketler ‘milliyetçilik,’ ‘otoriter siyaset’ ve ‘toplumu dönüştürmeyi hedefleme’ ortak paydalarında birleşmektedir. Bunun temel nedeni Atatürk'ün 1919-1938 arasında, bilhassa da İstiklâl Harbi boyunca pragmatik bir siyasetçi olarak çelişkili söylemler kullanmasıdır.

 

Bunlardan seçmeler yaparak "sosyalizm karşıtı" ve ‘Müslüman Milliyetçiliği’ni ya da "sosyalist" ve ‘seküler ulusçuluk’u savunan Kemalizmler üretmek mümkündür. Ama bunların hepsinin de "milliyetçi" ve "otoriter" karakterli olacağı gözden uzak tutulmamalıdır.”

           

Türk siyasal kültüründe, özellikle Tek Parti Dönemi pratiği dikkate alındığında, sistemin kurulması, yetkilerin tek elde toplanması, muhalif düşüncelere karşı tavır, otoriterlik ve tek adamlık konusunda bir sürekliliğin olduğu görülür. Bu anlamda Mustafa Kemal, Muaviye geleneğinin en yetkin temsilcisi olarak görülebilir.

Türk siyasal kültürünü, otoriter ve tek adamlığın beslediği tarihsel mirastan arındırmak hem zorlu, hem de uzun süreli bir çabayı gerektirmektedir.

Türk siyasal kültürünü demokratikleştirip müzakereye açık hale getirmek, hukukun içine çekmek ve adaleti merkezi değer haline getirmek; “Hilf'ul Fudul” ve “Medine Vesikası” gibi sözleşme ve şuraya dayalı bir zihinsel dönüşümle mümkün olabilir. Bu dönüşümün kaynakları tarihimizde fazlasıyla mevcuttur. Günümüz İslamcı entelektüellerin hedefi, özellikle “Medine Vesikası”nın siyasal ruhunu günümüze taşımak olmalıdır.

            Türk siyasal kültüründe etkin olarak kullanılan "vatan hainliği" ve "ihanet" suçlaması, iktidardan farklı çözüm önerileri üreten ve merkezi anlayıştan farklı siyasal- ideolojik- dini anlayışı dile getirenlerin maruz kaldığı dışlanmanın nedeni fitne kültürüdür. Buradaki zorluk, gerçekten ihanet içinde olanların da var olmasıdır. İşte bu noktada hukuk etkinleştirilmelidir. Peki, hukuk iktidarlar tarafından farklı düşünceleri susturmanın aracı hali gelmiş ise ne olacak? Bu da önemli bir sorun alanıdır.

Öte yandan gücün tek elde toplandığı yönetim biçimlerinin sakıncası, gücün dağıtıldığı yönetim biçiminden çok daha büyük ve tehlikelidir.

            Türk siyasal kültürünün bir özelliği de Özellikle ‘Ulusalcı Kemalizm’ ve Muhafazakar dindarlık’ arasında yaşadığı bölünmedir. Bu bölünme, yan yana yaşayan ancak aralarında derin uçurumlar bulunan şizofrenik bir kamplaşmaya dönüşmüştür. " İstanbul'da yaşarken bu şehrin ne kadar şizofrenik olduğu sık sık beni çarpmıştı. Her şeyin Müslüman ve seküler versiyonları vardı. Sanki iki şehir aynı mekanı işgal ediyordu; sanki iki kentsel nüfus bir kara parçasının aynı köşesini paylaşıyordu ve bununla beraber aralarında hemen hemen hiçbir etkileşim yoktu." ( Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida: Tasavvuf ve Yapısöküm, Çev: K.Filiz, Ayrıntı yayınları, s: 10)

Hukukun üstünlüğü siyasal müdahaleye ve hukukun siyasallaşmasına yer vermez. Hukuk, duyguların egemen olduğu bir alan değildir. Hukuk, yansız olarak delillere bakar yargılar ve ceza verir. Diğer yandan bir cezalandırma sürecine dönüşen, uzun süreli tutuklama hukuki değildir. Hukuk devleti, hukukun üstünlüğünü temel aldığından mafya düşüncesini asla kabul edemez. Bu anlamda, mafya ve terör örgütlerinin siyasete müdahil olması, yönlendirmesi, bir siyasal partinin genel başkanını tehdit etmesi asla kabul edilemez.

Türkiye’nin köklü sorunlarından biri de terör ve mafya tanımlaması üzerinde uzlaşamamaktır. Ne yazık ki, terör ve mafya tanımlaması hukuk, değerler ve ilkeler üzerinden değil, taraftarlık ve ideolojik konumlar üzerinden yürüyor. Bir kesimin ‘ Çete reisi’, ‘mafya’,’terörist’ dediğine diğeri ‘ülkücü yoldaşım’, ‘vatansever,  ‘özgürlük savaşçısı’ ve ‘gerilla’ adını veriyor. Bu ikircikli tanımlama terör ve terörü bulanık hale getiriyor.

HDP'nin PKK terörü, CHP'nin YPG ve DHKP-C terörü, MHP'nin Ülkücü Mafya terörü karşısındaki suskunluğu teröre karşı çıkmak konusundaki en büyük zaaftır.

Diğer yandan, mafyanın devlet içinde yer bulması da olayı daha da karmaşık hale getirmektedir. Topal Osman gibi devletin resmi görevlisi olarak Ali Şükrü Bey'i katleden bir katilin kahraman olarak görüldüğü bir ülkede, Alaattin Çakıcı'yı ve Abdullah Çatlı'yı kahraman görmek son derece anlaşılır bir tutum olarak karşımıza çıkıyor. Topal Osman'dan Alaattin Çakıcı'ya devlet içindeki mafyanın tarihsel bir sürekliliği var maalesef.

Bir diğer önemli bir konu da silahlı mücadele ve şiddetin siyasal ideolojiler tarafından bir araç olarak kullanılmasıdır. Şiddeti devrim adı altında rasyonelleştirmeye çalışan radikal sol düşünce de, ülkücü mafya gibi teröre yatkındır. Devletin belirli kurumlarıyla işbirliği açısından Deniz Gezmiş ile Abdullah Çatlı arasında hiçbir fark yoktur.

Kabul etmek gerekir ki, bir siyasi ideoloji olarak ülkücü milliyetçilik, komanda kampları deneyiminden beri hukuk dışı mafya yapılanmasına yatkın bir düşünce biçimidir. 12 Eylül öncesi sol eylemciliğe karşı vatanı savunmak olarak rasyonelleştirilmeye çalışılsa da, devletin meşru güçleri dışında bir yasadışı terör yapılanmasına işaret eder. 12 Eylül öncesi sol/sosyalist düşünce de, sağ ülkücü milliyetçilik de silahı bir mücadele aracı olarak kullanmışlardır. Daha da vahim olanı 12 Eylül sonrası devlet, eski ülkücü militanları Asala ve PKK gibi terör örgütlerine karşı ülkücü militanları kullanmıştır. Bu dönem devletin mafyalaştığı, hukuktan uzaklaştığı ve çeteleşmenin bizzat devletin içinde yuvalandığı bir dönemdir.

Hukuk devleti ve adalet açısından sıkışmanın yaşandığı bu dönemde,  sivil demokratik siyaseti ve hukuk devletini savunmak gerekir. PKK terörüne de ve Mafyaya da aynı uzaklıkta durmak tutarlılık açısından önemlidir. Terör yapılarından birini desteklerken diğerini eleştirmek samimi bir tutum değildir.

Öte yandan, terör örgütlerini ve mafyayı destekleyen bir kitlenin olduğu da açıktır. Bu yüzden terör ve mafyaya karşı sadece güvenlik eksenli mücadelenin tek başına yeterli olamayacağı açıktır. Aynı zamanda, teröre kaynaklı eden düşünce üzerine, sosyolojik ve psikolojik çalışmalar da yapmak gerekir.

Sonuç olarak belirtmek gerekir ki, terör ile mücadeleyi en çok zaafa uğratan etken, terör konusunda yaşanan zihin karışıklığı ve ikircikli tavırdır. Öyle görülüyor ki, kimin mafya ve terör örgütü olduğu konusunda bir anlaşma yok. Kimi mafya ve terör derken PKK, DHKP-C, FETÖ yü es geçiyor; sadece ülkücü ve İslamcı örgütleri hedef alıyor, kimi de sadece PKK DHKP-C ve FETÖ' yü terör örgütü görüyor ve kendi ideolojisine yakın olanları görmezden geliyor. Temel anlaşmazlık terörü koşulsuz reddetmek konusunda yaşanıyor. Ülkücü mafyayı reddederken PKK teröristlerine özgürlük savaşçısı olarak tanımladığı da hiçbir inandırıcılığın kalmaz. Öyle görülüyor ki, herkesin teröristi farklı. Bu ikilemden bir an önce kurtulmak gerekiyor.

Asıl amaç, şiddeti bir siyaset amacı olarak kullanıp, demokratik siyaseti yönlendirmeye çalışanlarla mücadele olmalıdır. Kuşku yok ki, bir mafya reisinin siyasetin bir bileşenini tehdit etmesi vahimdir. Daha da vahim olanı ise siyasetin bir diğer bileşeninin buna sahip çıkması ve desteklemesidir.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR