Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


TOPLUMSAL CİNSİYET VE CİNSİYET

Ali Bulaç'ın yeni yazısı;


 

 

İstanbul Sözleşmesi’nin aktüel değeri

İstanbul sözleşmesi” konusunda süren tartışma tarafları iki ana kutba ayırmış bulunuyor: Sözleşme’ye taraftar olanlar ve karşı olanlar. İki taraf da tutumlarında hayli ısrarcı bir resim veriyorlar. İki tarafta konuyu kendi hatırına (liaynihi önemli) tartışanlar var, bunlar azınlıktadır, tartışmada istisna teşkil etmektedirler. Ancak iki tarafın çoğunluğu ve mücadeleyi domine eden etkin aktörler ortak bir hedefe atış yapmaktadırlar. Siyasi mücadele yöntem ve tekniklerinin nasıl yürütüldüğünü bilenler, iki tarafın da ortak hedeflerinin R. Tayyip Erdoğan’ın şahsının yıpratılması olduğunu tespit etmekte zorlanmıyorlar. Laik kesim Erdoğan’la beraber AK Parti’yi hedef alırken, muhafazakâr/dindar kesim adına Sözleşme’ye savaş açanlar da AK Parti’den dolaylı ama gayet anlaşılır biçimde Erdoğan’ı hedef almaktadırlar.

Maalesef her iki tarafta konuyu kendi hatırına ve kendi bağlamında tartışanların görüş ve önerileri yeterince yankı bulmuyor, oysa bundan verimli bir tartışma çıkabilirdi. İstanbul sözleşmesi, artık aktüel ve yakın vade siyasetin mücadele aracına dönüştüğünden, iki tarafın tez ve argümanlarını bu çerçevede ele almak gerekir.

Muhafazakâr-dindar kesimin itiraz ve eleştirilerini ciddiye almamızı zorlaştıran birkaç sebep var: İlki, bu konu 2011’de gündeme gelmiş, 2014’te hayata geçmiş bulunuyor. Uygulamanın altı yıl gibi hatırı sayılır ömrü var. 9 senedir hiç bu kadar yüksek perdede ses çıkarmayan muhafazakar-dindarlar neden şimdi seslerini yükseltiyorlar? İkincisi, itirazcıların itirazlarının konunun özüyle ilgili olmaması dikkat çekici. Bunun iki sebebi olabilir: Ya konunun özüne vakıf değiller ya da zannettiğimiz gibi siyaseten konuyu araçsallaştırıyorlar. Sözleşme ile aile içi şiddet, kadın cinayetleri, boşanmalar vb. sorunlardan söz ediliyorsa, bunlar yeni değil, uzun zamandır istikrarlı bir artış göstererek devam ediyorlar. Elbette Sözleşme’nin bu sorunlarda payının olmadığını iddia etmiyorum. Ama Sözleşme’nin referans çerçevesi, dayandığı paradigma daha başkadır, hayati derecede sükunetle teşrih masasına yatırılıp irdelenmesi zarureti vardır. Muhafazakâr-dindar kanat işin bu yanında değil, yakın vadeye endekslenmiş muhtemel bir siyasi operasyonun enstrümanı olarak İstanbul Sözleşmesi etrafında yeri göğü birbirine katmaktadır.

Biz burada taraftar ve karşı olanların siyasi mücadeleleri içine girmeden, konuyu beslendiği paradigması çerçevesinden ele almanın daha elzem olduğunu düşünüyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin belki de ilk ele alınması gereken konusu “toplumsal cinsiyet” kavramıdır.

Toplumsal cinsiyet

Ameli düzeyde “toplumsal cinsiyet” ile hedeflenen şey kadın-erkek arasındaki eşitsizliğin giderilmesi, kadın eğitimi ve kadının iş piyasasına dâhil edilip istihdam alanı ve kapasitesinin arttırılması olarak öne çıkıyor. En azından ilk gündeme girdiği zaman böyleydi, şimdi kamusal görünürlülüğün engelsiz, hatta kınamasız ve eleştirisiz kabulü ve kamusal hak kaybına karşı önlemlerin alınması talebiyle öne çıkmaktadır. Görünürde bu hedefleniyorsa da, varılmak istenen nihai menzil bu değil. Her ne kadar bu iddiamız zahir olandan hareketle bir “niyet okuma” gibi algılanmaya müsaitse de, söz konusu olan temelsiz suçlama veya niyet okumadan çok belli sebeplerin belli sonuçları doğuracağı öngörüsüdür. Varlıkta kısmi ve izafi determinizm olduğu gibi toplumsal hayatta yasaların işleyişini mümkün kılan kısmi ve izafi yasalar söz konusudur.

Kadının siyasal katılımı, eğitimi ve istihdamını mümkün kılan yasalar, yasaların uygulanması için alınması gerekli tedbirler, toplumsal zihniyet dönüşümü vs. Aralık-2011’da “toplumsal cinsiyet” başlıklı katıldığım uluslararası bir toplantıda ele alınmıştı. Fatma Şahin’in bakan olarak katıldığı bu toplantı İstanbul Sözleşmesi’nin de piştiği mutfaktı. Toplantıda Iraklı bir hanım, ülke demokratikleşmedikçe cinsiyet eşitliğinin sağlanamayacağını söyleyip, demokratikleşmenin kriterini “toplumsal cinsiyet”e endekslemişti. Libya temsilcisi Fatiha A. Kadura, Kaddafi dönemini kastederek diktatörlük döneminde Libyalı kadının ezildiğinden söz etti, yeni dönemde kadın özgürleşecekti. Filistin temsilcisi Fadwa Allabadi, sorunun önündeki engellerin gelenekler olduğunu, geleneklerin de dine dönüştüğünü söylüyordu. Allabadi’ye göre Filistinli kadın bir yandan İsrail işgaline karşı mücadele verirken, öte yandan geleneklerin baskısını sürdüren Filistin erkeklerine karşı da mücadele ediyordu. Bana en çarpıcı gelen konuşmayı Afganlı kadın temsilci yapmıştı. Belirttiğine göre gelişme 2002’den beri Afganlı kadının lehine sürmekte, Afganlı kadın giderek özgürleşmektedir. Verdiği tarih Amerika’nın Afganistan’ı işgal ettiği tarihe denk düşüyordu. NATO güçlerinin peş peşe sivil katliamları sürdürdüğü yıllarda, koalisyon güçleri tepkileri yatıştırmak amacıyla işgalin “Afganlı kadının özgürleşmesi”ne yol açacağının propaganda ediyorlardı. Temel bir oryantalist bakıştır: Doğuda kadın örtünün altında ve evin içinde esirdir; erkek onu ezmektedir, batılı erkek gelip onu kurtaracaktır. Gerçekten de batılı erkek devasa askeri gücüyle Afganistan gibi dünyanın en yoksul ülkelerinden birini işgale gelmişti, Afganlı kadın bu işgali kadının özgürleşmesinin yolu sayıyordu. Bir Türk kadın yazara göre de İslam dünyasında kadın “duvarların arkasında” idi, haliyle duvarların arkasında tutulan kadının kurtarılması gerekirdi. Belki “duvar”ı “ev”in dört duvarı anlamak mümkündür.

Neredeyse iki yüz senedir Müslüman toplumların önüne şu üç postulanın konulduğunun farkındayız:

1) İslam dünyası geri kalmıştır, kalkınması gerekir. Kalkınmanın ve modernleşmenin ön şartlarından biri kadınların eşitliği, eğitimi ve istihdamıdır.

2) Bu stratejik hedefin önünde engeller var: Din, gelenek ve aile yapısı. Dini doğrudan hedef almayı işlevsiz bulanlar, dinin kendisinden çok dini anlayış ve dini yorumun nasıl büyük bir engel teşkil ettiğinden şikâyet ediyorlar. Söyleme göre “Müslümanların dini anlayışı ataerkildir, hiyerarşiktir. Tarih boyunca Kur’an’ı yorumlayanlar erkekler olmuştur, bu açıdan İslami külliyat ataerkildir. Gelenek ise bütünüyle kötü, hep erkekleri baskın ve üstün konumda tutmuştur. Verili aile yapısı kadını eziyor, ev kadının hapishanesi haline gelmiş. Kadın annelik ve ev hanımlığında kaldıkça yeteneklerini geliştiremiyor, onu evin dışına çıkarıp özgürleştirmek lazım.”

3) İslam ülkelerinde hükümetler ve yönetimler bir yandan toplumsal cinsiyet ayrımının kaldırılması için emredici politikalar takip ederken, diğer yandan ‘din, gelenek ve aile’yle ilgili radikal zihniyet dönüşümü ve reformun sağlanması için etkinlikler düzenlemeli. İşte İstanbul Sözleşmesi tam da bu amaca hizmet etmek üzere kaleme alınmış ve 2014’te yürürlüğe girmiş bulunmaktadır.

Bu iddia ve tedbir taleplerinde kısmi doğruluklar yok değil, ama asıl gözden kaçırılan bu konunun türümüzün ana dokusuyla ve ‘neslin emniyeti’yle ilgili olduğu hususudur.

Belki öncelikle şu sorulara cevap aramakla başlamalı:

Kadın-erkek arasındaki yaratılıştan gelen farkı ortadan kaldırmanın maliyetini yeterince hesaplayabiliyor muyuz? Başka bir deyişle “ontolojik farklılığı” ortadan kaldırarak, insanlık değeri bakımından erkekten herhangi bir farkı olmayan kadının “hukuki eşitliği”ni nasıl sağlayacağız? Eşitliği sağlarken erkeğin erkek, kadının kadın olma özelliğini nasıl koruyacağız? Ya da tabiatta erkeğin erkek, kadının kadın kalması keyfi mi? Erkek ve kadın arasındaki ontolojik farkı kaldırma süreci, hayvanların ve bitkilerin de eril ve dişil farkını ortadan kaldırma sürecine dönüşmez mi? “Cinsiyet ayırımcılığı” değil, “cinsiyet ayrımı” kötü mü? İki cins arasındaki zalimane ayrımcılıklara karşı tedbir alırken, kadını ve erkeği birbirlerine karşı özerkleştirmek ne kadar sağlıklı olacak?

Dinlerin, kadim geleneklerin ve genel olarak beşeriyetin ana örfünü kökten sarsıcı radikal bir gelişme ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu “durum” aileyi dağıtıyor, erkek ve kadını birbirine karşı özerkleştiriyor, gıdaların geni bozulduğu gibi türümüzün de geni temel bir bozulmaya uğruyor.

Köklü dönüşüm

Geldiğimiz noktada bu durum, türümüzün köklü bir dönüşüm geçirmekte olduğunun habercisidir. Üç alandaki değişim sosyo-ekonomik alandan ontolojik alana sıçrayan dönüşüme işaret eder:

a) Erkek ve kadın birbirlerine karşı “özerkleşerek” radikal bir kopuş hali yaşıyorlar.

b) Rol ve fonksiyon değişimi, rekabetçi piyasa ve genleriyle oynanan besin ve gıdalar cinsiyetlerin birbirine dönüşümüne yol açıyor. Kadın erkekleşiyor, erkek kadınlaşıyor; bunun sonucunda “üçüncü cins(iyet)” teşekkül ediyor.

c) Tarihte ve beşeriyetin sahih örfünde alternatifi olmayan aile dağılıyor.

İşin trajik yönü şu, sürecin aktörleri beşeriyetin tamamını sürece katıp insan ve canlı hayatın ontolojisini (fıtrat) dönüştürmeye çalışıyorlar. Tercihleri kendi bireysellikleri veya benzerlerinden oluşan cemaatle sınırlı kalsa, bir yere kadar süreç tolere edilebilirdi ama süreç yeryüzü tamamını hedeflemiş bulunmaktadır.

F. Capra, her üç bin senede radikal bir dönüşümün vuku bulduğuna işaret eder. Tezine göre üç bin yıllık süre doldu, yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Yeni üç bin yıllık dönemin somut belirtileri yerine ikame edilemez fosil kaynakların tükenmesi; eril kültürün yerini dişil kültürün alması ve köklü paradigma değişimidir. Capra, bize insan iradesini aşan ve fakat ne olduğunu bilemediğimiz tarihe ilişkin bir döngüden söz ediyor. Referansını Çinlilerin yeng ve yang adı verilen sarkacından alıyor. Sarkaç şimdilerde erilden dişile doğru kayıyor.

Tarih insan iradesinin ürünüdür, yapıp etmelerinin kaydıdır. Bu gezegende yapıp ettiğimiz her şey bizim irademizin dışında değildir. Bizi diğer şuur sahibi varlıklardan ayıran ana hasletimiz akıl değil, iradedir, bu yüzden sorumluyuz. Capra’nın dediği değişim doğrudur, ama sebepler mevhum güçler veya döngüler değil, insanın yapıp ettikleri olduğuna göre, olup bitenin bir açıklaması olmalı. Bunun için bir kavramsal çerçeveye ihtiyacımız var.

Perspektif, bakışımızın kendisinden ve muhtevasından daha önemli sayılır. Bize vuzuh kazandıracak kavramsal çerçevenin üç sacayağı var: Söylemin perspektifi; ilişkiler ağı; varoluşsal durum.

Söylemin perspektifinin dört kanaldan beslendiğini söyleyebiliriz:

a) Batı oryantalizminin Müslüman doğulu kadın üzerinde dil-söylem yoluyla kurduğu kültürel hegemonya,

b) Kadınların çok yönlü sorunlarını ele alır ve fetva verirken İslam’ın salt fıkhi perspektifini kullanıp kelami ve irfani-felsefi boyutunu hesaba katmayan; belki bunun kadar önemli sosyo politik faktörleri ve küresel ekonomik baskıları dikkate almayan modernist fıkıhçı söylem,

c) Batı ve küresel değişim programları çerçevesinde etkinleştirilmiş feminist söylem,

d) Popüler söylem ve bununla bağlantılı kadını medya üzerinden kamusal yollarla yeniden inşa eden söylem, eğitim, hukuk, akademik çalışmalar ve hükümetlerin takip ettiği politikalar.

Kavramsal çerçevemizin ikinci ayağında ilişkiler ağı var. İlişkiler ağından kastettiğim toplumsallığın en etkin ve doğru zemini olan aile bağlamıdır. Erkek ve kadın ancak aile ortamında soyut insan olmaktan çıkarıp somut insan kategorisine çıkar, kişiliklerini oluşturan toplumsal durumda somutlaşırlar. Aile olmaklığın ontolojik ve ilahi maksadı neslin devamını sağlamak, dolayısıyla anne-baba ve çocuklardır. Ancak aileyi sadece “çocuk” üzerinden tanımlamak da yanlıştır; aile icap ve kabul esasına göre nikahlanmış kadın ve erkeğin birlikteliğidir. Yani çocuksuz nikahlı kadın ve erkek de ailedirler.

 Hegemonik söylem kadını somut kimliğinden tecrit etmek suretiyle tekilleştirip yalnızlaştırıyor. Çünkü ancak bu sayede onu dinin, geleneğin ve ailenin  alanından çıkartıp yeni bir işleme tabi tutabiliyor. Söz konusu işlemle kadın fizyolojik varlık yapısı referans alınmadıkça erkekle eşitleştirilemez. Bu postmodern zamanın “birey ve beden” merkezli süblimasyonlarına denk düşer. “Salt soyut kadın”, salt “soyut erkek” gibi bize bir şey anlatmaz. Kadın; kız bebektir, genç kızdır, kız çocuğudur, bekardır, eştir, duldur, annedir, kızkardeş veya abladır, babaanne/anneannedir. Kısaca cinsiyeti ile somut bir durumdadır. Kadının iş hayatı, sivil etkinlikleri, siyasi davranışları vb. sosyal rolleriyle bu somut varlığından ayrı düşünülemez. Cinsiyet farkını ortadan kaldırdığımızda bütün bunlar anlamını kaybeder, bu toplumun da anlamını kaybetmesine yol açar. Erkekleşmiş kadın veya kadınlaşmış erkek veya ikisi arası üçüncü cinsten müteşekkil kalabalık “toplum” değildir, organizmalar sürüsüdür.

Çerçevemizin üçüncü ayağı varoluşsaldır. Kadın ya ontolojik olarak öne çıkar ki bu onun fıtratının altını çizer veya değerler alanında belirgin olur ki, burada öne çıkan antropolojik-kültürel yönüdür. Kadın veya erkek olsun, mutlak özgürlük veya bağımsızlık mutlak boşluktur. İnsan somut bir durumda varoluşunu yaşar, üreyip neslini devam ettirir. Bunu da sağlayan cinselliğin etkin rol oynadığı ailedir ki, toplumsal hayat, “medeni olmak”lık hali ancak bununla mümkündür. Yaşadığımız dönüşüm sadece fıtratı bozmuyor neslin dokusunu ve medeni olmaklık halini de dönüştürüyor.

Özgürlük mü, bağlılık mı?

Bu yargıya nasıl varıyoruz?

Bilebildiğimiz kadarıyla, daha doğrusu bugünkü gelişen teknoloji ve bilimsel birikimimizin bize söyledikleriyle varlık aleminde gezegenimiz biriciktir. Zaman zaman bizimkine benzer gezegenlerin ve burada hayat belirtilerinin varlığından söz edilir. Bu mümkündür, ne var ki henüz kanıtlanmış değildir.  Uzayın milyarlarca ışık yılına uzanan derinliği söz konusu, daha doğrusu algılarımızı aşan bir sonsuzluk söz konusu. Bu sonsuzlukta biricik bir noktada yaşıyoruz. Başkaları olabilir, başka yaratıklar belirebilir, UFO’lar olabilir, ancak dünyanın eşi benzeri olan bir gezegeni henüz daha bulmuş değiliz.

Yeryüzü gezegenini biricik kılan hayatın varlığıdır: Su, hava, hayvan, bitki ve insanın varlığı, bir arada yaşaması. Gezegenimizdeki ekolojik-tabii denge kozmik düzenin izdüşümü, devamıdır. Kozmik düzen, ekolojik denge ve canlıların fıtratı biri diğeriyle iç içe dairelerdir.

Gezegendeki hayatın devamı bizim tür olarak ürememize bağladır. Yüce Allah üremeyle varlıklarını devam ettiren canlıları çift yaratmıştır. Canlılar birbirine bağlı ve bağımlı yaşamaktadırlar. Söz konusu bağımlılık süreli olabileceği gibi hayat boyu da olabilir. Ve bu çerçevede İslam bilginleri demişlerdir ki, bütün dinler ve ilahi menşe’li hukuk sistemleri (şeraitler) beş hayati faaliyeti korumak üzere vaz’edilirler: Can, mal, din, akıl ve nesil. Sonradan ilave edilen hak ve özgürlükler bu beş alanı koruma gücünü arttırmaya matuf olabilir ancak. Bunları ihlal eden, tehdit altına sokan niteliklere sahip iseler “hak” olamazlar. Canı ortadan kaldırmaya matuf alet kullanma fiili; aklı yok edici mahiyetteki fiil (uyuşturucu-alkol vs.) kullanımı “hak” değil, “özgürlük”tür. Din, mal ve nesli tehdit altına sokan fiiller de “hak” kategorisine girmezler.

Konumuzla bağlantılı olarak bu bizi şu noktaya götürüyor: İnsan türünün devamı  kadın ve erkeğin birbirine bağlı ve bağımlı yaşamasını ve çift olarak bir arada bulunmalarını zorunlu kılar. Türümüzün devamı için kadın ve erkek, daha doğrusu dişil ve eril olan çiftleşir, bu da onların birbirine bağlı ve bağımlı yaşamasıyla mümkündür. Modern bakış açısı tam bunun aksine kadını ve erkeği birbirine karşı özerkleştirmeyi ve özgürleştirmeyi hedefler, bağlılığı ve bağımlılığı tercih alanı içine alır. Hakikatte bu bir tercih değil zorunluluktur. Üremeyi ve neslin devamını tehdit altına sokan her fiil, teşebbüs ve politika “hak” değil, sadece yanlış kullanılmakta olan özgürlüktür; niteliği itibariyle her yanlış kullanım ahlaki anlamı ve yetkin olma (kemal) amacı olan sahici özgürlük değil, serbesti yettir .

İkincisi türün devamı için doğan yavruların anne kucağında ve babanın koruyucu kanatları altında olması zarureti vardır. Aileyi meydana getiren iki element anne kucağı ve babanın kanatlarıdır. Ukrayna kültüründe ailenin “kanat”la ifade ediliyor olması, kanadın ailenin üstünde kapsayıcı bir çatı olarak algılanmasıyla ilgilidir. Babaya nispetle kanat evin himayesini, kadına nisbetle ailenin üstüne kapanmayı simgeler. Aksi durumda, yani anne kucağında ve babanın koruyucu kanatları altında olmayan bir yavru ya yaşayamaz, ölür ya da bir yanı eksik, sakat kalır. Modern çocuk bir yanı eksik ve sakat büyür; bedenen sağlıklı görünse de hakikatte ruhen hasarlıdır. Çünkü modern aile annenin kucağı ve babanın koruyucu kanatlarından yoksundur, tabii kanadın yerini kreş almış bulunmaktadır.

Üçüncü önemli nokta gezegendeki türümüzün, biz insanların topluluk halinin (toplumsallık) devamı için fıtrata uygun, yani “tab’an medeni” olmasıyla ilgilidir. İnsan kelimesinin iştikakında “nisyan” ve “ünsiyet” bulunur. Ünsiyet sahibi başkasıyla bir arada yaşayan varlıktır, daha doğrusu yaşama durumunda olan varlık demektir. İnsan Yunan filozofları ve İslam bilginlerinin ittifakla söyledikleri gibi “tab’an medeni”dir. Tabiatı, fıtratı, yaratılışı icabı bir arada yaşamak durumundadır. Ancak fıtri düzen tabii ve kozmik düzenle uyuma bağlıdır. Medeni olmaklık bir mahkemenin (hukuk) yetki alanı içinde bir arada yaşama iradesini beyan edip gerçekleştirmektir ki, irade “din”e dayandığında “medineler”in toplandığı ortak havzada “medeniyet” ortaya çıkar.

 “Dini”, dini hayatı mümkün kılan ve zaman içinde kendini yenileyebilen “geleneği”; annesinin karnından tek başına doğmuş insan tekini fiziki-tabii ve sosyal çevreye uyum sağlamak üzere koruyup hazırlayan “aileyi” etkisizleştiren serbestiyet talepleri, yücelttiği ideal ve iddianın aksine “birey”i imkansız kılar. Liberal felsefenin bireyi, kendi başına varolabilen şahsiyet değil, kitleye dönüşmüş sosyal sürünün tekil nesnesidir.

Dinin inşaına yardımcı olduğu “şahsiyet (kişilik)” mümkündür, ama birey mümkün değildir, çünkü birey ilk tasarımında “Tanrı’ya ve efendiye karşı özerk varlık” olarak tasarlanmıştır. “Efendi (mutlakiyetçi monark)” kalmadı, “Kilisenin tanrısı öldürülüp” uygarlığın mezarına gömüldü, ondan geriye kalan teolojik varsayımlar ve dogmalar hayatın dışına çıkarıldı; böylelikle dinin sosyolojik ve maddi zemini çökertilmiş oldu. Postmodernizmle hakikat gibi toplumu da parçaladı. Bu kaotik evrende aile dağıldı, ev barınak fonksiyonlu konuta dönüştürüldü. Böylelikle kadın ve çocuk, kışkırtılmış bedensel talepleriyle küresel piyasanın denetimine, kullanımına ve işlemine teslim edilmiş oldu.

Sahih gelenekte aile sevgi, merhamet, terbiye ve dayanışmaya açılan anne kucağı ve babanın koruyucu kanatları altında kurulmuştu. Tarihte ev, “mesken” merkezli inşa edilmiştir. Aileyi iskan eden “mesken”, modern “konut”tan farklıdır. Aile merkezli komşuluk; yakın ve uzak akraba (Zevi’l erham); komşu ve akraba merkezli sokak; sokak merkezli mahalle; mahalle merkezli semt; semt merkezli şehir; şehir merkezli halk (halkın meskun ve mukim olduğu ülke veya yurt); halk merkezli ümmet. Allah’ın iradesi –her bir mertebe ve halkanın O’nun hükümlerine göre şekillenmesi durumunda- işte böyle bir hiyerarşide tecelli eder.

Modern zihin söz konusu hiyerarşiyi “patriyarkal” tanımlar; varlık zincirinin önemli bir halkası olan aileyi de “erkek egemen (ataerkil)” görür. “Patriyarkal ve ataerkil” tanımlar Batı sosyolojisinin herhangi bir gerçekliğe tekabül etmeyen kurguları, zihinsel hurafeleridir. Söz konusu hiyerarşide ümmetin başında “halife-imam”, şehrin başında “vali”, evin başında “koca (kavvam erkek)” bulunur. Bu hakikati ve değeri değişmez bir hiyerarşidir, değişmemesi gerekir; çünkü beşeriyetin örfü, ailenin tabiatı ve eşlerin fıtratı bunu gerektirir.

 Varlık aleminde nasıl “iki tanrı”nın olması durumunda kozmik düzenin bozulması mukadderse, ülkenin çift eşit otoriteli, şehrin iki valili ve evin iki başlı olması durumunda da dirlik ve düzen bozulur. Erkek ve kadın ontolojik olarak eş ve eşittirler, bunda bir tereddüt yok, ancak fıtri ve fizyolojik varlık yapılarına uygun olarak eşitler arasında erkek birincidir (kavvam). Tıpkı halifenin (dört halife örneğindeki gibi) kendilerine biat edenlere göre eşitler içinde birinci oldukları gibi. Siyasette eşitler içinde birinciyi seçim ve biat (hukuki akid) belirler, evin düzeninde belirleyici temiz fıtrat ve beşeriyetin sahih örfüdür. Nikah yeminli bağımlılık değil, sözleşmeli bağlılıktır (sadakat). Bu fıtri düzeni değiştirmek suretiyle bir “gerçeklik” çıkarabilirsiniz, ama “doğruluk ve huzur” çıkaramazsınız.

İnsanın (kadın ve erkek) fıtratı köklü değişim geçirmektedir. Bu bir gerçektir, ama  doğru değildir. “Olan (gerçek)” başka, “olması gereken (doğru ve hakikat)” başkadır. Doğruluk hak ve hakikatten neş’et eder, gerçeği dilediğiniz gibi inşa edebilirsiniz ama hak ve hakikati asla değiştiremezsiniz; çünkü hak ve hakikatin kaynağı bizden bağımsızdır, bizim üstümüzdedir ve ilahidir.

 Kainatın tevhide dayalı düzenine uygun bir ülke ve ev düzeni ne patriyarkaldır ne erkek egemendir. Buradan totalitarizm, otoriter yönetim, despotizm, tahakküm çıkmaz, çünkü hiyerarşinin en tepesinde mutlak varlık, yani Vacibu’l Vücud Allah vardır. Diğerlerinin, ülke başkanı, vali ve aile reisinin irade ve yönetimleri izafidir, O’nun hükümlerine bağlıdır. Allah zulmetmediğine göre, O’nun hükümleriyle sınırlı yönetici de despot olamaz. Zulmediyorsa hak ve hukuk ihlal etmiş olur. Mücadele inşa edilmiş, kurgulanmış antropolojiyle ontolojiyi tersine çevirmek değil, erkeğin hukuk ihlaline karşı mücadele verip gerekli tedbirleri almak olmalıdır.

(Haksöz Dergisi, Ağustos-Eylül 2020, Sayı: 253-254./alibulac.net 5 Eylül 2020)

 

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR