Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


Tekfir Kültürü Tarih Tartışması Saltanat ve Demokrasi Üzerine

Yusuf Yavuzyılmaz'ın "yeni" yazısı...


İslami camianın hala tekfir kültürünün etkisinde olduğunu ve bu kültürün yeni düşünce üretmenin önündeki en büyük engeli oluşturduğu açıktır. Gazali, Farabi ve İbn Sina gibi filozofları küfürle tekfir ederken, kendi eserleri de sakıncalı görülerek Endülüs’te yakılmıştır. Tekfir kültürünü ortadan kaldırmadan sağlıklı bir müzakere ortamı oluşturmak mümkün değildir. Bunca tarihsel tecrübeye verilen tüm kurbanlara karşın bugün tekfir kültürünün bu kadar yaygın olmasının sebepleri olmalı. Bu durum tartışmaların içeriğinden çok daha önemlidir. Bu kültür yeni fikirlerin ortaya çıkmasını önlediği gibi, farklı fikirde olanların yaşayacağı ortamı da engellemektedir.

Bir konuda düşünce beyan ederken entelektüel bir donanımın ve ahlaki bir kaygının oluşması şarttır. Öyle kişilere rastlıyorum ki, din -felsefe ilişkileri üzerine tek bir metin okumadan, felsefeyi yargılamaya çalışıyor, İslam hukuku üzerine ciddi bir birikimi olmadan fikir beyan ediyor; anarşizm, komünizm, liberalizm, İslamcılık konusunda temel metinleri okuma kaygısı duymadan ahkâm kesiyor; Kemalizm’in temel felsefi varsayımlarından habersiz Balıkesir Hutbesi üzerinden yeni bir Kemalizm inşa ediyor; Ali Şeriati, Seyyid Kutub, Hasan Hanefi, Cabiri’den tek bir kitap okumadan onları kulaktan dolma bilgilerle yargılamaya çalışıyor. Dahası önüne gelen her iddianın, gerçekliğini hiç araştırma ihtiyacı hissetmiyor. Böyle bir zihinle entelektüel bir tartışma yapmanın imkânı var mı? Unutmayalım ünlü âlim İmam şafi sorulan 40 sorunun 39’una bilmiyorum cevabını vermiş. Âlim bilmediğinin farkında olandır. Avam ise her konuda konuşmasının faziletine inanır. Hâsılı bu ortamda gelenekten farklı bir düşünce üretenlerin işi zor.

Sağlıklı bir entelektüel ortamın oluşmasını engelleyen en önemli faktörlerden biri de milliyetçi ideolojinin etkisidir. Türk milliyetçilerinin “Arapların bize ihanet ettiği” tezine koşut olarak, Arap milliyetçileri de Türklerin kendilerini sömürdüklerini iddia ederler. Aslına bakılırsa bu Cumhuriyet dönemi resmi ideolojisinin, kendi tezlerini meşrulaştırmak için, modernliğin felsefesine uygun olarak, büyük ölçüde uydurduğu bir tezdir. Tezin amacı, batılılaşma retoriğine uygun olarak batıyı ve onun bilim ve felsefesini yüceltmektir. Pozitivist bilim anlayışı (Hayatta en hakiki mürşit bilimdir, fendir) ve milliyetçilik felsefesi (Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur) Arapların ihaneti üzerinden temellendirilmiş, gerçekte ise İslam’a karşı bir sekülerleşme projesinin öncülü olarak kullanılmıştır. Batılılaşmanın dayandığı değerlerin başarı şansı ancak Arap ihaneti üzerinden İslam’ı tanımlamakla meşrulaştırılabilir. Burada amaç Arap ihaneti üzerinden İslam’ın toplumda oynadığı baskın rolün önlenmesidir. Oluşturulmaya çalışılan çağdaş kültürün (modern, laik, çağdaş) başarısı İslam’ın toplumu yönlendiren değerlerinin edilgenleştirilmesine bağlıdır. Bunun için irtica ve gericilik kullanılan retoriğin merkezi kavramlarını oluşturur.

Yeni düşüncelerin ortaya çıkmasını engelleyen faktörlerden bir diğeri fanatizmdir. Fanatizm şurada başlıyor: “tek doğru benim bildiğimdir, diğer herkes yanlıştır” dini anlamda ise “dinin en doğru yorumu benim yorumladığım biçimdir, diğer herkes düzenin adamıdır, sahtekârdır, Amerikan uşağıdır, piyondur. Oysa İslami hassasiyetin ölçütü açık “:kalbini yarıp baktın mı?” Türkiye’deki Müslümanların çoğu bu soruyu sormazlar. İrfani bilgiye, tasavvufa, mezheplere, tarihsel duruma, İslam’ın farklı bölgelerde ki farklı uygulamalarına… Yani kendi düşüncesinden başka tüm birikimlere karşıdır, sevgisizdir, hoşgörüsüzdür, öfkelidir. Başarısızlığını bireysel öfke olarak dışa vurur. İslam’ın derin ve ahlaki irfanından eser yoktur onda. Kendi dışındaki herkesi aşağılamaktan özel bir zevk duyar. Bu yüzden marjinaldir, yalnızdır, mutsuzdur. Sarığıyla, cübbesiyle, sakalıyla ekrandadır. Hedefi kendinden farklı düşünen Müslümanlardır. Yusuf El-Kardavi gibi bir fıkıh âlimini tekfir etmekten kaçınmaz. Sevimsiz, itici ve inciticidir.

Müslümanlar arsında fikir ayrılıkları doğaldır. Bu fikir ayrılıklarını küfür diye nitelemek ahlaka, insafa ve Müslümanlığa sığmaz. Kendisi gibi düşünmüyor diye başka Müslümanları küfürle itham etmek Harici mantığın günümüzdeki versiyonudur. Haricilik sadece kendi yorumunu ve anlayışını meşru gören, bunun dışındaki yorumları reddeden, saldırgan, hoşgörüden yoksun, farklı düşünenleri öldürmekten çekinmeyen fanatik ve sevgisiz bir dindarlığın adıdır.

Kimler benzer nedenlerle tekfir edilip cezalandırılmadı ki. Ebu Zer, Ebu Hanife, Ahmed ibn Hanbel, İbn Mesud, Cuheyni, Farabi, İbn Rüşd, Gazali, Taberi, Buhari, İbn Teymiye, Garaudy, Fazlurrahman, Seyyid Kutub, Mevdudi, Ebu Zeyd, Hasan Hanefi, A. Sürus… Tekfir baltasını gömmenin zamanı gelmedi mi?

Özgür bir düşünce ortamının oluşmasını engelleyen önemli bir sorun da Harici yorumcuların varlığıdır. Kendi düşüncelerine uymayan her görüşü küfür diye niteliyorlar. Bir anlamda yorum tekfirciliği yapıyorlar. Onlardan uzak durmak gerekir. Farklı düşüncelere saygıları yok; tek boyutlular, belirli kaynakların dışına çıkamıyor, çok boyutlu düşünmüyorlar; sahip oldukları dini yorumun tek doğru yorum olduğuna inanıyorlar, ezberledikleri bir kaç ayetini Kur’an bütünlüğünden kopararak rakiplerine karşı silah olarak kullanıyorlar.

Tarihsel İslam siyasal teorisinin içerdiği ilkeler de özgür düşüncenin önünde engel oluşturmaktadır. İslam siyaset tarihinde Saltanat modeli iki kanaldan ilerlemiştir. Muaviye’den itibaren Sünni kanalda, Hz. Ali’nin oğullarından başlayan İmamet anlayışında Şii kanalda saltanat modeli başlamıştır. İki tarafta da babadan oğula geçen bir sistem söz konusudur ve teknik olarak bir farkları yoktur.

İşte bu iki model de aşılmalıdır.

Demokrasinin tümüyle reddedilmesi ve buna karşı tarihsel pratiklerin çıkarılması önemli bir sorun alanıdır. Halkın oylarıyla iktidarın belirlendiği demokratik modele karşı, babadan oğula geçen hilafet/ saltanat modelini savunmak tutarlı değildir. Çünkü Dört Halife Devri hariç, Muaviye’den sonra başlayan hilafet/saltanat modeli demokrasiye göre çok daha geri bir modeldir. Demokratik modelin eleştirilecek yönleri çoktur. Ancak ona karşı saltanat modeli asla önerilemez.

Muhammed Abid Cabiri’nin işaret ettiği gibi İslam siyasal aklının ürettiği, Şii imamet mitolojisi ve Sünni Saltanat ideolojisi mutlaka aşılmalıdır. Demokrasinin eksiklikleri saltanat modelini onaylanmasını gerektirmez. Halkın oylarıyla iktidarın belirlendiği demokratik modele karşı, babadan oğula geçen hilafet/ saltanat modelini savunmak tutarlı değildir. Çünkü Dört Halife Devri hariç, Muaviye’den sonra başlayan hilafet/saltanat modeli demokrasiye göre çok daha geri bir modeldir. Demokratik modelin eleştirilecek yönleri çoktur. Ancak ona karşı saltanat modeli asla önerilemez.

            Şia ve Sünnilerin tüm iddialarının aksine Kur’an ve Hz. Peygamberin sünnetinde kendinden sonra ümmeti yönetecek kişi belirlenmemiştir. Aksi durum Hz. Ebubekir döneminde yaşanan tartışmaları anlamsız kılar. Hz. Ebubekir’in halife seçimi sırasında yaşanan tartışmalarda hiçbir sahabe, Kur’an ve Hz. Peygamberin yerine halife bıraktığından söz etmemiştir. Öyle görülüyor ki, bu konu ümmetin tarihsel tecrübesine ve içtihada bırakılmıştır. Nitekim ilk dört halife farklı yöntemlerle seçilmiştir.

Kur’an ve Sünnet yönetimde uyulması gereken ilkelerden söz eder. Yönetimin biçimi ve yöntemi hakkında kesin bir belirleme yoktur.

Siyaset felsefesinin temel soruları şunlardır:

1- Kim yönetecek?

2- Ne adına yönetecek?

3- Görev süresi ne olacak?

4- Nasıl denetlenecek?

Bu sorular, ümmetin Kur’an ve Sünnetin temel değerlerinden yola çıkarak temellendirilecek, tarihsel tecrübesini dikkate alarak sonuçlandırılacaktır. Bu konuda Hz. Peygamberin en büyük sünneti ‘Medine Vesikası’dır.

Siyaset alanında yeni bir bakış açısı ortaya koyabilmek için yeni yorumlara açık olmak gerekir. Bu konuda Şii imameti, Selefi ve Eser ehline karşı Mutezili, Ebu Hanife ve Maturidi reyciliği desteklemek gerekiyor.

Demokrasi konusunu değerlendirirken sağlıklı bir analiz yapmamız gerekmektedir. Demokrasi iyi, doğru ve ahlaklı olanı seçmez. Çoğunluk üzerinden sorumluluğu dağıtır. İki nedenden dolayı periyodik olarak seçim tekrarlanır:

1- Seçilen iktidar vaatlerini gerçekleştiremez ve başarısız olur.

2- Seçmen çeşitli nedenlerle(ideolojik, ekonomik) fikrini değiştirir.

Demokrasi eleştirileri, demokrasiden daha geri modeller üzerinden yapılıyor. Oysa demokrasi Batı dünyasında demokrasi öncesi krallık, monarşi, faşist, sosyalist, askeri diktatörlükler; İslam dünyasında Şii İmamet, Muaviye sonrası hilafet saltanat, padişahlık, askeri ve yarı askeri tek parti rejimlerine göre, bütün kusurlarına karşın daha iyi bir modeldir.

Demokrasi, müzakereye dayalı, azınlık haklarını garanti altına alacak, din ve vicdan özgürlüğünü daha da genişletecek bir model üzerinden eleştirilebilir.

Demokratik yönetimlerin en büyük özelliği yargı bağımsızlığıdır. Yargı bağımsızlığı yoksa bireyi iktidara karşı koruyacak hiçbir bariyer yok demektir. Öte yandan bir yargıçlar yönetimi de meşru görülemez. Aslında iktidar ve yargıçların ideolojik tercihlerinden ve zorbalığından bizi koruyacak olan hukukun üstünlüğü kavramıdır.

Öte yandan kanun devleti ile hukuk devleti arasında da büyük bir fark vardır. Türkiye her zaman kanun devleti oldu ancak hukuk devleti olamadı. İstiklal Mahkemeleri, 27 Mayıs, 12Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat yargılamaları, hukuk devletinden çok kanun devletine yakın olduğumuzu gösteriyor.

Asıl sorun demokratik hukuk devleti olamamaktır. Demokratik hukuk devletinin ön koşulu ise sözleşmeye dayalı yeni bir anayasadır. Bu anayasanın mantığı Medine Vesikası’nda fazlasıyla mevcuttur.

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken kendine uygun bir dini kimlik arayışına da girmiştir. Alevi ve Caferilerin İran’a yakınlığı(Osmanlı – Safevi çatışması), Kürtlerin de Şafi olması, kurulacak ulus devletin dini kimliğini belirlemişti: Türk, Müslüman, Sünni ve Hanefi.

Türkiye Cumhuriyeti geçirdiği bunalımlara karşın, devleti onaylayan bir Sünni/Hanefi yorumdan vazgeçmemiştir. Türkiye’de askeri darbelerin bir gerekçesi de irtica ve laiklik olarak ortaya konmasına karşın, dini kimlikten tümüyle vazgeçme yoluna gitmemiştir. İlk olarak laikliğin ne olduğu tartışma konusudur. Din ve devlet işlerinin ayrılması olarak tanımlarsak bu tip bir laiklik uygulaması Türkiye’de asla olmamıştır. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı devletin resmi kurumudur. Kaldı ki, bu kurum 1924 yılında Sünni Hanefi geleneği üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla Caferiler, Aleviler, Şafiler sistem dışıdır. Hatta cumhuriyetin ilk yıllarında devlet projesi olarak Elmalılı Hamdi Yazır’a verilen tefsir projesi sözleşmesinin bir maddesi, yazılacak tefsirin Sünni Hanefi geleneğine uygun olarak yazılması idi. Peki, Mustafa Kemal neden böyle bir tercih yapmıştır? Çünkü kurulan devletin kültürel alanda olsa dahi bir dini anlayışa ihtiyacı vardır.

Türkiye’de demokrasi sürecinin, Cumhuriyetin kurucu değerlerinden uzaklaştırmak retoriği ile sık sık kesintiye uğraması, ideal bir dönemden uzaklaşmanın yanlışlığı ile gerekçelendirilmektedir. Şimdi soru şu: “Bu değerlerin ideal olduğunun garantisi nedir, bu değerler ideal ve değişmezliğini aklın temel aksiyomlarına uygun olmasından mı alıyor, yoksa ideolojik bir tercih olmasından mı? “

1950 yılına kadar yaşadığımız tecrübe önemlidir. Ancak demokratik hukuk devleti ideali için bu tarih kesitinden alacağımız son derece sınırlıdır. Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu seçimdir. Seçimsiz bir demokratik rejimden söz edemeyiz. Kuşkusuz seçim tek başına yeterli değildir. Halk iradesi kavramının bu kadar öne çıkarılması ve kutsanması tartışılmalıdır kuşkusuz.

Sosyalist, faşist, otoriter yönetimler Cumhuriyet yönetimleridir. Demokratik cumhuriyet ise, 1950 yılından bu yana bunca yaşanmış tecrübeye karşın, tam manasıyla hala oluşturulmuş değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğundan 1950 yılına kadar olan bölümü cumhuriyettir ancak demokrasi değildir. Sanıldığının aksine Cumhuriyet tipi yönetimler zorunlu olarak demokrasiyi içermez. Dünyada Cumhuriyet olan ancak demokrasi ile yönetilmeyen çok sayıda devlet vardır.

Türkiye’nin siyaset açısından geçirdiği tecrübe elbette eleştirilmelidir. Ancak bu eleştiri milliyetçi ve muhafazakâr tezler üzerinden temellendirilmemelidir. Bu anlamda Kadir Mısıroğlu tarihçiliği ve Necip Fazıl milliyetçiliği üzerinden yapacağımız bir tarih okuması ve varacağımız demokrasi karşıtlığı bizi olumlu bir noktaya taşımaz. Öte yandan Turgut Özakman ve Celal Şengör benzeri ulusalcı tarihçilerin ve bilim adamlarının Osmanlı karşıtlığı da yüzeysel bir niteliktedir. Daha derin okumalara ihtiyaç var. Ahmet Yaşar Ocak bu isimlerle kıyaslanamayacak ölçüde derin ve analitik bir anlayışa sahiptir.

Tarihimizi cesur bir şekilde eleştiri süzgecinden geçirmek, olumsuz yönleriyle hesaplaşmak gerekiyor. Kuşkusuz bu da derin bir entelektüel çabayı gerektiriyor.

 

Kaynak: farklı bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR