Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


Tartışma Üslubu, Mültecilik ve Ahlak

Yazarımız Yusuf Yavuzyılmaz'ın "yeni" yazısı...


“Bütünü görme çabası, epistemolojik ve etik bir çabadır; parçayı görmek ise salt epistemolojik bir çabadır.”

(İlhami Güler, Aklımın Erdiği, Ankara Okulu yayınları, s: 32)

           

Galiba mülteci sorununa sadece epistemik bir pencereden bakıyor, ahlakı ihmal ediyoruz. Bu yüzden kapsamlı bir bakış sunamıyoruz. Mülteci karşıtlığı ile tanınan Ümit Özdağ da mülteci sorununa sadece epistemik açıdan bakıyor ahlakı ihmal ediyor. Burada asıl sorun Ümit Özdağ’ın bağlı bulunduğu ideolojik paradigmadan kaynaklanıyor. Milliyetçiliğin mülteci sorununa bakışı sorunludur; çünkü ahlaki evrensel değerleri barındırmaz. Ahlakı barındırmadığı için insani, İslami ve ahlaki bir çözüm üretme kapasitesi yoktur.

Milliyetçiliğin davranış biçimi olan fanatik ve militan taraftarlığın ruhunu teslim aldığı insanlar, karşıdakini de aynı değerler etrafında algılamaya müsaittir. Milliyetçiler, düşünce sistemlerini indirgemecilik ve genellemecilik esir aldığı için toptan değerlendirme yapmaya yatkındırlar. Konumu, bilgisi, birikimi ne olursa olsun hiç bir beşerin hatasız olamayacağını kavramakta zorlanırlar. Bu yüzden insanlar entelektüel tartışmada fanatik futbol taraftarı gibi davranmaktan kendilerini alamazlar. Bundan dolayı tavırları keskin ve serttir.

Ümit Özdağ ve Süleyman Soylu arasındaki ahlak sınırlarını aşan tartışma, milliyetçi fanatizmin en uygun örneklerden biridir. Türkiye’de milliyetçilik, entelektüel düzeyi en düşük fikir akımıdır. Çeşitli derece farklılıkları olmak üzere bütün milliyetçilik çeşitleri (gerek Ümit Özdağ’ın seküler ve gerekse Süleyman Soylu’nun muhafazakâr milliyetçiliği) bilim, felsefe ve sanat anlamında zayıftır. Bilinen sosyolojik gerçektir; entelektüel seviye azaldıkça şiddete eğilimi artar. Bu yüzden milliyetçiler çatışma ortamlarında en çok kullanılan kişiler olur. Bu durum 12 Eylül öncesi çatışmanın aktif taraflarından birinin milliyetçiler olmasını açıklar. Muhafazakâr milliyetçilik halk katmanlarında, seküler milliyetçilik ise devlet siyasetinde egemendir. Devlet siyasetine egemen olan seküler milliyetçiliğin, insan hakları ihlallerinde ne kadar vahşileşeceği, 28 Şubat sürecinde bütün boyutlarıyla görülmüştür. Milliyetçiliğin egoist yapısı, devlet katmanlarında kolaylıkla faşizme evrilebilmektedir. Devleti bütün hak ve özgürlüklerin önüne koyan güvenlikçi anlayışın temelinde de bu düşünce vardır.

Türkiye siyasetinin en büyük sorunu iktidar ve muhalefeti milliyetçi düşüncenin konsolide etmesidir. İnsan hakları, demokrasi ve hukuk devleti anlayışı konusunda en zayıf akım milliyetçiliktir. Bundan dolayı milliyetçiliğin egemenliğini kıracak bir anlayışa ihtiyaç vardır. Milliyetçiliğin kavgacı, ötekileştirici şiddete çağrı yapan diline teslim olmamak gerekir. Daha da vahim olanı bu dilin halk katmanlarında karşılık bulmasıdır. Yolumuz uzun, çetin ve yorucudur. Çünkü zihniyet değişikliği kolay bir süreç değildir.

Fanatizm, ötekileştirme ve etnisiteyi öne çıkarma; tarih, gelenek ve kültürü kutsama; milli devleti bütün değerlerin önüne koyma; yabancı düşmanlığı ve diğer etnisiteleri düşman olarak algılama milliyetçiliğin kaçınılmaz sonuçlarıdır.

Mülteci sorununun iyi yönetilmediği konusunda eleştiri yapmak meşrudur. Ancak mülteciler üzerinden Arap karşıtlığı yapmak faşizan bir yaklaşımdır. Türkiye’de mülteci karşıtları arasında en sert davrananların mülteci olması da ayrı bir sorun alanı. Farkları sadece zamansal olarak daha önce gelmiş olmalarıdır. Buna en sert mülteci karşıtlığı yapan Ümit Özdağ da dâhildir. Öte yandan gelen mültecileri Türk ve Türk olmamak ekseninde değerlendirmek milliyetçiliğin en ilkel şeklidir.

Ekonomik sorunların derinleştiği zamanlarda mülteciler konusu daha hassas hale gelir. İnsanlar mültecilere ekmeğini elinden alan kişiler olarak bakmaya başlar.

Mülteci sorununa bakışımız derin bir ahlak kriziyle yüz yüze olduğumuzu gösteriyor. Bu duyarsızlık evrensel ahlakın, hukuk, adalet ve eşitlik gibi değerlerin yerine ulus devletin parametrelerinin geçtiğini gösteriyor.

Mülteciler karşısındaki biz ve onlar ayırımı ahlaki değil çıkarcı bir yaklaşımın ürünüdür. Buradaki temel sorun bizim kim olduğumuz sorunudur. Biz kimiz? İnsanlar mı, Müslümanlar mı, yoksa Türkler mi? Eğer İslami bir paradigma ile bakıyorsak biz, zulme uğrayanlar, yoksul bırakılmışlar, kategorik olarak ezilenler, hak kaybına uğrayanlardır.

Mülteci sorununun diğer bir yönü de devletçi siyasal kültürdür. Devletin güvenliğini ve çıkarlarını en üst değer kabul eden anlayış, sonunda devleti hukukun üstünde bir güce, canavara dönüştürdü. Bu canavar her kesimin üzerine dönem dönem bir yumruk gibi indi. Bu zihniyetin asıl sorun olduğunu göremeyen insanlar asıl sorunumuzun iktidar değil, sistem olduğunu da göremiyorlar. Devleti ve çıkarlarını hukukun üstüne koyan paradigmanın mülteci sorununa sağlıklı bakması mümkün değildir.

Ötekini anlama ve dinleme konusunda derin bir ahlak krizimiz var. Trafikte karşılaştığı en basit sorunu levye ile çözmeye çalışan bir toplumda hukuk bilincini yerleştirmek zaman alacak.

Mülteci sorunu temelde ekonomik bir sorun değil, ahlak sorunudur. “Mülteciler neden geliyorlar” sahte bir sorudur. Gerçek soru, mültecileri yerinden yurdundan eden sömürge ve hâkimiyet politikalarının ne olduğu sorusudur. Yani temelde mülteci sorununun kaynağı zayıflar değil, güçlülerdir.

İnsanların güce tapma ve kendini koruma eğilimi, mülteci düşmanlığına dönüşüyor. Bazı Müslümanların konuya yaklaşımı örtük bir Ümit Özdağ yaklaşımının yansıması olarak ortaya çıkıyor.

Belki de mülteci sorununa en temel yaklaşım farkını irfan ehli ortaya koymuştur. Bizim dediğiniz şey aslında sizin değildir ve hepimiz bulunduğumuz yerde mülteciyiz. Çünkü irfan ehline gire bizim dediğiniz şey, hakiki olarak mülke sahip olana karşı isyandır. Ta ilk atamız Hz. Âdem’in yeryüzü sürgününden beri hepimiz mülteciyiz. Müslümanların asıl sorunu mülteci olduklarını kabul etmemektir. Mülteci belli bir yere kök salmamayı ifade eder. Belki de bütün anlaşmazlıkların kaynağı kök salmadaki ısrarımızdır.

Mülteci krizi ve karşısındaki tavrımız, yeniden inanma ve zihnimizi arındırmaya olan ihtiyacımızın ne kadar derin ve acil olduğunu da ortaya koyuyor.

Mülteci sorununu indirgemeci ve aşırı genellemeci bakış açılarıyla çözülemez. Konuyu bütün yönleriyle ele almaya çalışmak gerekir.

Batı, mülteci sorununu kendini rahatsız ettiği ölçüde sorun kabul ediyor. Kuşkusuz burada derin bir ikiyüzlülük var. Türkiye’de de bazı kesimler mülteci sorununa salt ekonomik sonuçları açısından bakıyor. Onlar için bu sorun mültecileri sınırlarımızın dışına taşımakla çözümlenecek. Oysa sorun sınır dışına taşında da bitmeyeceği unutuluyor. Kendi evi yanmadıkça komşunun evindeki yangınla ilgilenmiyor. Burada temel sorun sorunu anlamlandırdığımız paradigma ile ilgili. Öyle görülüyor ki İslami paradigma belirlemiyor bakışımızı. Uzun yıllar ulus devlet sistemi içinde yetişmiş insanların evrensel bir ahlaki düşünceye sahip olmaları oldukça zordur. Bu köklü insanı sorunu salt ekonomiye indirgeyerek çözebileceğimizi düşünüyoruz.

Mültecilerin suç işlemeleri üzerinden değerlendirme yapanlar da ahlaki bir çelişkiye düşüyor. Öncelikle suç oranı, sanıldığının aksine,  mülteciler arasında mülteci olmayanlara göre yüksek değildir. İkincisi, suç bir hukuki meseledir ve insanların mülteci olup olmamasına göre değişmez. Suç ve karşısındaki tavır hukuki bir meseledir ve doğrudan mültecilikle alakası yoktur. Kaldı ki suç işleyen kişinin kimliği öne çıkarmak ve bunun üzerinden değerlendirme yapmak doğru değildir.

Öte yandan salt mültecilerle uğraşmak bu kapsamlı sorunu çözmekte yetersiz kalır. Asıl sorun insanları doğduğu topraklardan uzaklaşmak zorunda bırakan politikalardır. Sorunu temelden çözmek için mülteciliğin kaynağını kurutmak gerekir. Dünyanın yarısını sömürerek açlığa mahkûm edenler, zalim diktatörleri destekleyenler, yüzyıllardır ekonomik kaynaklarını sömürenler sorunun mağduru değil, failledirler. Sonuç olarak mülteciliğin sebebi Batı’nın sömürgeci politikalarında aranmalıdır.

Mülteciler konusunda temel bir yanlışa düşüyoruz. Düşüreni, sömüreni, faili ıska geçerek düşene, mazluma, mağdura vuruyoruz. Sorunun diğer boyutlarını ihmal ederek sadece mülteciler üzerinden değerlendirmek en büyük ahlaki zaaftır.

Diğer yandan, mülteci karşıtlığı sadece Suriyelilerle sınırlı kalmayarak Türkiye’de yaşayan ve Türk olmayan etnik gruplara yönelebilir. Suriye karşıtlığı bir beka sorunudur bu anlamda. Dolayısıyla mülteci karşıtlığı mutlaka önlenmelidir.

 

Kaynak:f arklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR