Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Tansu Çiller AK Parti’ye İlaç Olabilir mi?

Yazarımız Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


Demokratik teamüle göre, yasamanın halk tarafından belirlendiği ve iktidarın seçimle başa geldiği ülkelerde hangi ideolojik formasyonlara sahip olursa olsunlar, işin perifesinde kalan siyasi partilerden farklı olarak; merkez sağ ve merkez sol partiler olur.

Arada ve yine merkeze yakın duran sosyal demokrat, salt milliyetçi ve “muhafazakâr” partilerde bulunur. Ki, sonuçta, bunları da ideolojileri gereği merkezden saymak gerekir.

Türkiye’de 1950 sonrası merkez sağı Demokrat Parti(DP) merkez solu ise –birçok sosyalist kesim haklı olara kabul etmese de- CHP -bir ara SHP- temsil etti.

Seksenlerde ise, sağda ANAP ve DYP; doksanlarda ise DYP ile yine ANAP temsil etti.

Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı makamına seçilmesi sonrasında DYP Genel Başkanı olan Tansu Çiller’in güttüğü siyaset sonrası -ve tabii ki Kürt sorununu reddetme de işin içerisinde idi- merkez sağ tuzla buz oldu.

Bu arada merkez sağ ve merkez solun(SHP); daha sonra merkezde bulunan sağ, milliyetçi ve sol partilerin kurduğu iktidarda(ANASOL-M) merkez sağı kurtaramamıştı.

Bunların yapageldikleri yanlışlar sonucu iki binlerin başında Mili Görüş çizgisinden ayrılanlar ile farklı ideolojik kesimlere mensup insanların kurduğu AK Parti, aslında merkez sağında adresi olmuştu.

AK Parti, en başta devlet’i tüm yönleriyle tanımadığından olsa gerek, var olan teamüllere göre değil de, kendine has yöntemlerle ilk başta “halka iyi gelen” daha sonra “devlet”in görünmeyen,ma varlığı bilinen duvarına tosladıktan sonra değişik politikalar izledi ve devlet’in gölgesini arkasında hissederek tamamen günü kurtaran politikalar izledi.

Doksanların ilk çeyreğinde başlayan ve 28 Şubat dönemini de içerisine alan, adına “örtülü darbe” dönemi denen süreçte, en milliyetçisinden, en sağcısına kadar sağ kadroların, en azından toplumun kendilerinden beklenen performansı sağlayamamaları sonucu, gözden düşmeye başladıkları söz konusu idi.

O dönemde, direkt olmasa da, en direkt yollardan geçip darbecileri kınamayıp, ortamdan nemalanmak isteyen merkez sol partilerinde, ne devlet adına ve ne de millet adına umut olmadığı düşünüldüğünde, merkez sağın ve merkez solun devlet için bir kayıp olduğu kabul görürdü.

Dönemin siyasetçilerini günümüz siyasetçileri ile kıyasladığımızda, karşımıza farklı sonuçlar çıkardı.

En başta, o dönemin siyasetçilerinin büyük bölümü, devletin çeşitli kademelerinde teknokrat olarak görev almış, çeşitli işlere imza atan kişilerdi.

Bu da, haliyle onlara devlet’i yakından tanıma şansı ile birlikte onun “ne”liğini bizzat gözlemleme fırsatı vermiş ve iktidara geldiklerinde de ona göre vaziyet almış ve ilişkilerini ona göre düzenlemişlerdi.

Tanım yerindeyse, omlar “devletin evladı’ idiler. Baba evinin içini az çok biliyor ve ona göre davranış ortaya koyuyorlardı.

Buna rağmen, demokratik kulvarda yer almaları sebebiyle de şayet iktidara geldiklerinde çeşitli konularda halka verdikleri sözlerin “güya” yerine getirmek için çabalıyorlardı, ama Kürt sorunu gibi yakıcı sorunlar söz konusu olduğunda geri adım atıyorlardı.

Kürt sorununda “bir ileri, bir geri” durumu Demirel’den, onun halefi olan Tansu Çiller’e bir nevi miras kalmıştı.

Doksan’ın başlarında iktidara gelir gelmez “Karakollar camdan olacak, işkence bitecek ve “Kürt realitesini tanıyoruz” diyen Demirel’in devr-i iktidarında ne karakollar camdan yapıldı, ne işkenceler son buldu ve ne de Kürt realitesi tanındı.

Çiller’de, doksan dörtlerde “PKK mecliste” deyip seçimler yoluyla halkın verdiği oyların sonucu HADEP mecliste milyonlarca insanı temsil etmeye başlamıştı ki, hem yasal grup üzerinde var olan PKK’nin vesayeti ve hem de devletin karşı çıkışı sonucunda parti kapatılmış, birçok vekil mecliste derdest edilerek tutuklanmıştı.

O dönem Başbakan Çiller’den başkası değildi.

O, “PKK mecliste!” İfadesiyle birlikte, belki de Türk siyasi literatürüne geçecek bir garabet sözü dile getirmişti.

O garabet söz, kendisine sorulan “Kürt sorununu nasıl çözmek istiyorsunuz” türü sorulara yönelik olarak verilen; “halk beni ekonomik sorunların çözümü için seçti” sözü idi.

Doğru ya, Tansu Çiller ekonomist idi!

Ancak o konu ile ilgili sorunları çözebilirdi!

Sanki dersiniz Tansu Çiller Başbakan değil de, kendi uzmanlık alanı dolayısıyla herhangi bir bakanlığın başına getirilmiş bir bakan idi de, kendi alanına dair sorunları çözebilirdi!

Ya da, sanki bir büyükşehir belediyesinin bir daire başkanı idi!

Böylesi bir tutumu kim ortaya koymuş olursa olsun; zevatın devlet’i yakından tanıdığı, o çarklardan geçtiği, bürokrasi kademelerinde bir teşehhüt miktarı da olsa yer işgal ettiğini düşünebilir ve hak verirdik!

Hem, bir de çözüm bekleyen konu Kürt sorunu ise hak vermemek içten bile değildi!

Bu zevatın –Çiller’de dahil- devlet’i yakından tanıyor olmaları, onların nasıl hareket etmesini sağlıyor ve onları rahatlatıyor olsa da, en temel sorunların çözümüne bir daha el atmamaları, onlar için kolaylık yanında zorlukları da beraberinde getiriyordu.

Şöyle ki, öne çıkmış bulunan önemli sağcı, milliyetçi lider ve liderliğe uygun görülen kişilerin Güney Doğu’nun birçok beldesinde onları destekleyen –Türkmen, Kürt, Arap- ağanın, beyin, kanaat önderinin bir kısmının, zamanla onlara verdikleri desteklerini geri çektiklerini, partilerinden istifa ettiklerini, belde teşkilatlarını lağvettikleri durumu onları sahada bir hayli zorluyordu.

Buna rağmen, devletin Kürt sorununu kabul etmediği, dolaysıyla da ona yönelik bir çözümün de söz konusu olamayacağı durumu kendini basbayağı belli ettiriyordu.

Demirel sonrası onun halefi ve “kızı” olan Tansu Çiller’in ve ekibinin, Kürt sorunu başta olmak üzere en temel sorunların çözümüne yönelik olumsuz tavırları sonucu halkın desteğini giderek kaybetmesine sebep olmuştu.

Çiller sonrası kurulan ANASOL-M iktidarı da, hem halktan kopukluk, hem iyi işler çıkaramama, onun döneminde baş gösteren 96 Nisan krizi, geleceğe yönelik bir başarı hikayesi yazamama ve var olup katmerleşen Kürt sorununun da çözümsüzlüğe terk edilmesi sonucu küllî bir kaosun ve akabinde de bir krizin habercisi olmuştu.

O süreci bilenler biliyor.

Sürecin sonunda,  12 Eylül sonrasında Turgut Özal tarafından kurulan ve yarım kalan başarı hikayesini(!) bir açıdan tamamlaması istenen AK Parti’nin, 2001 krizi sonrasında –dış desteğin de katkısıyla-  2010’lara kadar devam eden sürecince parti, hem Türklerin ve hem de Kürtlerin “en” büyük partisi olarak değerlendiriliyordu.

AK Parti, bu şekilde değerlendirildiği süreçte, yapılan bazı yanlışlara rağmen revaçtaydı, el üstünde tutuluyordu.

Öyle ki, merhum Erbakan hoca döneminde az bir süre iktidar deneyimi yaşayan Milli Görüş çizgisinde bulunan parti/lerin artık bir daha iktidar yüzü göremeyeceği dost, düşman tarafından kabul görmüştü.

Keza CHP gibi Cumhuriyet’i kuran bir arti içinde böyle düşünüyordu dense abartılmış olmazdı.

Haliyle, o zaman, AK Parti görece de olsa iyi bir noktada bulunduğundan dolayı ne MHP ve onun genel başkanı, ne Doğu Perinçek ve partisi, medyası vb. AK Parti’yi esir almamışlar ve ne de merkez sağ” hasreti ile yıllardır iktidar olma şansına bir türlü sahip olamamış bulunan Tansu Çiller gibi, artık unutulmuş bulunan eski dönem siyasetçileri söz konusu dahi olamazlardı.

Ama o şunları söylemekten de geri durmuyordu; “Daha o kararı vermedim. O kararı kendim için kesinlikle vermezdim. Ama ülke için böyle bir ihtiyaç varsa ne olduğum da hiç önemli değil.”

Verileceği ima edilen o karar ne? Geçmişine dayanan siyasi tecrübesi, ekonomistliği ve bunca yıla, değişen zamana ve dile rağmen merkez sağı toparlaması için arkasında olduğuna inandığı milletin varlığına binaen kıymayı düşündüğü ve dolayıyla AK Parti üzerinden devlet’in yeniden tahkimatı mes’elesi…

Devlete hiçbir şey olmayacak, ama gelinen sürece baktığımızda “eskiye rağbet olsaydı bitpazarına nur yağardı” fehvasınca, artık AK Parti’nin de, kurumsallığı ile birlikte iktidar yoluyla yapageldiği yanlışlar neticesinde güneşin batışa doğru yol aldığını daralan ufka bakarak söyleyebilirdik maalesef…

Yine, görünen o ki, özellikle de 2018 ile başlayan, 2019 seçimleri döneminde  İBB’nin, ABB’nin vb. elden çıktığı süreçte sergilenen -bir kısmı haksızlık içeriyor- konularda agresif davranışlar ortaya konması ile birlikte ufukta giderek bir daralmasın olacağı kehanet değil, bilakis kabul edilmesi gereken bir gerçeklik olarak okunmayı hak etmektedir.

 

Kaynak: farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR