Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Su uyur, ama kendi üzerinden yapılan yanlışı asla unutmaz ve affetmez

Yazarımız Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


"Geç fark ettim taşın sert olduğunu.

Su insanı boğar, ateş yakarmış!

Her doğan günün bir dert olduğunu,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış."

(Cahit Sıtkı Tarancı)

 

Karadeniz illerinde ve yurdun birçok yerinde olan sel felaketleri insanı derinden üzüyor, diğer “insan yapımı” felaketlerde olduğu üzere…

Niye insan yapımı felaketler? Normalde, taşan ve sele sebep olan dereler, çaylar, birçok doğal nimete olduğu üzere Allah’ın bir vergisi olarak coğrafyaya, insana hediye edilmiş, ona maddi olan her şey ona hasredilmiştir.

Rabbimiz Lokman suresi 20. Ayetin ilk paragrafında, yeryüzünün insana musahhar kılındığın şu şekilde anlatır; Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış, açık ve gizli üzerinizdeki nimetlerini genişletip-tamamlamıştır..(Ali Bulaç Meal)

Ama insanoğlunun, bu musahharlığa ve nimete rağmen azdığını, nimeti geri teptiğini(onun üzerini örttüğünü) elde ettiği zenginliğe binaen şımarıklaştığı ve giderek kendini bir nevi ilah gördüğünden dolayı tağutlaştığını görmekteyiz.

Bunun örnekleri Kur’an’da kıssalar şeklinde karşımıza çıkar; Ad ve Semud kavmi, Bahçe sahipleri ve tarih boyu bir protip olarak Karun üzerinden bizlere bir şeyler anlatır.

Allah’ın yeryüzünü insana hasretmesi, elbette iş olsun diye değil, bilakis, onun, yani insanın dünya hayatında geçimini sağlama işini bihakkın yerine getirmek, onsan azami oranda yararlanmak ve onu da bir ibadet bilinci içerisine yapmak için…

Ama insan, çoğu kez “aklım bana yeter” zehabına kapılıp düpedüz aklından ziyade hislerini önplana alarak, o çok övündüğü aklı ile hareket etmemiştir. Ki, bu da çoğu kez felaketlerin gelip kapıya dayanma şeklinde olmuştur.

Tabii ki, bazı felaketler insan faktörü dışında olur. Ör. Deprem gibi. Burada da depreme karşı, bilimsel ve teknik bilgiye bağlı çalışmaları da es geçmeden, gelen felaketi, etkisi itibarıyla mümkün olan en aza indirmek gerekir.

Kim ne yaparsa kendine yapardı.

“Kim salih bir amelde bulunursa, kendi lehinedir, kim de kötülük ederse, o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin, kullara zulmedici değildir.(Ali Bulaç meal)

İşin tefsir kısmına kaçmadan bakarsak, burada bahsedilen Salih amel, her tür iyi ve güzel olan, insanı gönendiren amelleri içerir.

Konumuz gereği söylesek, Salih amel burada, üzerinde yaşanılan coğrafyanın bölgenin yer yapısına uyarak, onunla azami derecede uyum sağlayarak, teknik açıdan ona uygun meskenler, binalar, yollar, köprüler inşa ermek. Dahası öyle bir bilince sahip olmak gerekir.

Ama böyle davranılacağı yerde dere yataklarına ev yapmak, köy, kasaba ve şehirler inşa etmek ise, olsa olsa suyun “kendisine reva görülen” yanlışlara karşı unutkan olduğunu düşünmek insana daha ehven ve daha kolay geliyordu; onlarca yıldır devam eden “su bazlı” felaketlere rağmen…

Hani derler ya, “su uyur, düşman uyumaz” diye. Ama su uyur olsa da, asla ve kat’a unutkan değil. O tabiatı gereği akışkan olduğu için, doğal olmayan yol ve yöntemlerle kendisinin önü kesildiğinde, o, bir nokta bulur ve o noktayı çoğalta, çoğalta sele, taşkına sebep olur.

Bu onun suçu mu? Elbette hayır! Onun da uyduğu bir sünneti, işinin doğallığı var. Siz onun doğallığını yok sayıp, ona karşı adeta zafer elde ettiğinizi düşündüğünüz anda o kendisini size bir yolunu bulup gösterir.

Kısacası  su uyusa da unutmaz. Zira o akışkanlar sınıfından idi ve o sınıfın akışkanlık özelliği; ona iyi davranıldığında size iyilik sunar, yok eğer yanlış yapar iseniz, o size bir felaket yolu açar. Adeta gerek ülkemizde ve gerekse de dünyanın birçok bölgesinde olduğu üzere.

O zaman ne yapacağız? Herhangi bir deniz, göl, nehir, dere ve çay kenarında yaşıyor isek, oraları terk mi edeceğiz? Tabi ki de hayır! Onlarla dost olarak, onları anlayarak, anlamaya çalışarak; İslami literetürde “sünnetullah” denilen tabiat(doğa) kanunlarının mahiyetini anlamaya ve çözümlemeye çalışarak, başta oralara ve haliyle kendimize uygun yerleşim yerleri, mekânlar oluşturmak ve doğa ile iç içe ve dostça yaşamak.

Böyle bir yaşam şekli hem tabiatı katletmeden, kirletmeden, onun oluşum amacını saptırmadan, onu yok etmeden; geleceğe de kıymetli ve değerli bir miras bırakarak, yaratılmış iki kardeş olarak işin künhüne vakıf bir şekilde yaşamak arzusu, niyeti ve gücü ile ancak anlam kazanabilirdi.

Doğal olmayan yollarla yapılan ve doğal bir seyir çizgisi takip edilmediği için karşımıza bir felaket olarak çıkan durumlarla ilgili olarak, onu yapma niyetinde olan, keza yapan, yapılmasına göz yuman yerel ve ulusal ölçekteki yetkililer; bu işe onay vermiş olduklarında neyi amaçlamaktadırlar; modernleşmeyi mi, medenileşmeyi mi, şehirleşmeyi mi, insan’a daha iyi bir yaşam sunmayı mı, “alanda memnun, verende” mantığına sahip olma yoluyla karşılıklı zenginleşmeyi mi vs. amaçlanmaktadır?

Bunlardan biri, ya da birkaçı olabilirdi(ör. Şehirleşme), ama iş doğal seyrinden yapılmadığı için, ister istemez insanın aklına rant gibi akçeli işler geliyordu.

Burada oluşan istifhamı izale etmek de elbette, işin birer ucunda bulunanlara düşerdi; halka ve yöneticilere. Aynı zamanda yapılan işlerin, hakikaten makulat ve maddi imkânlar çerçevesinde bir bedelinin olduğu gerçeğini es geçmeden ve hiçbir yanlışa tevessül de etmeden.

Gerisi ise, laf-ı güzaf ve yapılan yanlışı göre göre onun salt rant aracı olarak görmek olurdu ki, belki de bir daha geriye dönmek, işi başa sarmak pek de mümkün olmayabilir, kötü ve feci bir akıbete düçar olunabilirdi.

Bu arada, başta sel felaketlerinde olmak üzere birçok felaket sonucu vefat edenlere rahmet diler, evini, bineğini, iş yerini, tarlasını, madi değerlerini yitien yurdumun insanına geçmiş olsun derim.

İnsanımız ve yöneticilerimiz uyanık olsunlar, hak ve görevlerini bihakkın yerine getirebilsinler.

Rabbim böyle felaketleri bir daha yaşatmasın. Amin...

Devam edecek...

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR