Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ümit AKTAŞ


Sömürgecilikten Kurtuluş Mücadelesi ve Farklı Bakmak

Yazarımız Ümit Aktaş'ın "yeni" yazısı...


Sömürgeciliğe karşı mücadelenin öncülerinden olan Frantz Fanon, Martinik’e sürülen Afrikalı bir siyahidir. Aime Cesaire’in liseden talebesidir. İkinci Dünya Savaşında Fransızların yanında savaşır. Bu esnada gittiği Cezayir, bir ölçüde de olsa asimilasyona uğramış olan bakışlarını değiştirir. Savaş sonrası Fransa’da tıp öğrenimini bitirerek doktor olur. Cezayir’de çalışmaya başlar. Ancak Cezayir halkına karşı yapılanları onaylamayarak direniş cephesine katılır. Bağımsız olan Tunus’a geçerek mesleği kadar mücadelesini de burada sürdürür. El Mücahid’in yazı işlerini yürütür. Afrika Birliği toplantısında Cezayir’in sözcülüğünü yapar. “Yeryüzünün Lanetlileri” adlı kitabına önsöz yazan J. Paul Sartre ile Roma’da görüşür. Yakalandığı kan kanseri tedavisi için gittiği ABD’de, 1961’de, Cezayir’in bağımsızlığını göremeden ölür. Vasiyeti üzerine cenazesi Tunus’ta, Afrika toprağında defnedilir.

Bu “önsöz”de şöyle söyler Sartre: “Sömürgelerdeki hakikat çırılçıplaktı: Fakat sömürgeciler soruna at gözlüğü ile bakılmasını istiyorlardı… Avrupalı seçkinler, yerli ahaliden seçkinler yetiştirmek gibi bir strateji edindiler. Gençlerden yetenekli olanları seçerek, bunların alınlarını Batı kültürünün ilkeleri ile dağladılar. Ağızlarına deve hamuru misali büyük laflar soktular. Bunlar sömürgeci ülkelerde eğitildikten sonra bütünü ile değişmiş olarak anayurtlarına gönderildiler. Canlı yalan makinalarının kardeşlerine söyleyecek sözleri yankılardan ibaretti. Paris’ten,  Londra’dan, Amsterdam’dan biz ‘Partenon! Kardeşlik!’ dedikçe, Afrika’nın ya da Asya’nın herhangi bir yerinde ‘…tenon …deşlik’ yankıları duyuluyordu. Bu bizim altın çağımızdı…” Ama şimdi, “insanlıktan bahsetmeyi kendisine ilke edinip de dünyanın her köşesinde insan kasaplığı yapan Avrupalıyı bir kenara bırakalım… Korkmayın, okuyun bu kitabı çünkü her şeyden evvel sizi kendinizden utandıracaktır ki, utanç da Marx’ın dediği gibi devrimci bir duygudur…  Ben bir insanı hayvan şekline getirmenin imkânsız olduğunu söylemiyorum. Söylediğim o noktaya kendisini hayli zaafa uğratmaksızın varılamayacağıdır… Siz onların şiddetten başka bir şey anlamadıklarını mı söylemiştiniz? Tabii; ilk önce tek şiddet işgalcinin şiddetidir ama biraz sonra onlar onu kendilerine mal edeceklerdir; yani aynaya yaklaştıkça bize yaklaşan görünümümüz misali aynı şiddet üstümüze gelecektir… Şimdi ise bizim için adam olmak, sömürgeciliğin suç ortağı olmak demektir. Çünkü istisnasız her birimiz sömürgeci yağmacılığından pay aldık… Hürriyet, eşitlik, kardeşlik, sevgi, onur, vatanseverlik ve daha bilmem neler! İşte bütün bunların hepsi bizi pis karaderililer, pis Museviler ve pis Araplar hakkında ırkçı konuşmalar yapmaktan alıkoyamadı. ‘Evet, biz melek değiliz ama ne de olsa biraz pişmanlık duymaktayız.’ Aman ne güzel itiraf! Daha önceleri kıtamızı eller üstüne kaldırmak için müracaatımızı Partenon’a, İnsan Hakları bildirgesine, Gamalı Haç’a yapardık… Örnek arayacaksanız şu güzel sözlere bir bakın: ‘Fransa ne kadar da cömert.’ Ne? Biz miyiz cömert? Peki, Setif hikâyesi ne oluyor? Sonra bir milyondan fazla Cezayirlinin hayatına mal olan o sekiz yıllık savaş nedir? O işkenceler nedir?..”[1]

Fanon ise, öfke dolu dilini halkına, sömürge insanına, daha doğrusu aydınına da yöneltmekten geri durmaz: “…Egzotizm… Kendini beğenmişlik… Ağızdan çıkan her kelimeyi kapmaya yatkın çocuksu tembellik… Hesaplar, garip suskunluklar, art niyet ve düşünceler… Sömürgeci kültür tarafından beyni bombardıman edilen sömürgeleştirilen ülkenin aydını…”[2] Eleştiriden uzaktır bu aydın, suskundur, edilgendir; tepkilidir bir yandan, öfkelidir ve halkına tam olarak ne söyleyeceğini bilememektedir. Dahası sömürgeciler tarafından kirletilmiş bir dile sahiptir ve ne zaman ciddi bir meseleyi konuşmaya başlasa dili dolaşmaktadır, sömürgecinin sözcükleridir boğazında düğümlenen. Özgürlük mücadelesinin karşısında ise sadece sömürgeci yoktur; kendi halkı bile orada, karşısındadır ki Fanon bunların lümpen-proleterler, ezilmişlikleri nedeniyle tüm değerlerini yitirmiş paralı askerler olduklarını söyler.

Üstelik sömürgeci çekildiği her yeri mayınlamaktadır. Ardında sefalet, açlık, korku, cesaretsizlik, diktatörlük, oryantalist aşağılamalar, dinsel çatışmalar, iç savaşlar, ayrılıkçılık, bölgecilik ve ırkçılık; dahası dilini, giyim-kuşamını, yasalarını, gün gelip açıklanması için gidip kapısını çalacağınız bilimini bırakır. Öyle ki sömürge halkının liderleri yeniden ayağına gelsin ve kendilerine bağımsızlıktan daha pahalıya mal olacak silahlar ya da açlıktan kırılmakta olan halkına yiyecek veya ilaç temin edebilmek için postallarını yalasın. Bu ise iktidarın ulusal burjuvazilere, yani işbirlikçilere tesliminden başka bir anlama gelmeyecektir. 

Sömürgecinin gözünde Cezayirliler “tembel, hırsız, kıt akıllı, vahşi, katil ve doğuştan suça eğilimlidir. Şehit olabilmek için kolayca ölüverirler.” Yani “kelimenin tam anlamıyla savaşmayı da bilmezler.” Ama yine de bu sefalet içerisinde yaşayan insanlar, hiçbir silah kaynakları da olmamasına rağmen, uzun süreli bir direnişten sonra alınlarının akıyla sömürgeciyi, yani Fransızları yurtlarından kovmuşlardır. Gerçi Fransızlar ellerini yine de tam olarak üstlerinden çekmemiş; bu kez de dolaylı bir biçimde, işbirlikçi elitler, burjuvazi veya siyasiler yoluyla sömürülerini sürdürmeye, petrolüne el koymaya devam etmişlerdir.

Sömürgeciliğe ve köleciliğe karşı sürdürülen mücadeleler kadar bu mücadelelerin bir sonucu olan insan hakları kavramı da, bu ülkelerin aydınları ve sömürgeciliğe karşı kurtuluş mücadelesi veren siyasal önderleri tarafından, Batı’nın sömürge halklarını bir insan yerine koymama veya düşük düzeyli bir insan olarak kabullenme tavrına karşı bir eşitlenme ve sömürgecilik kadar köleciliği de ortadan kaldırma çabalarının bir sonucu olarak edinilecektir. Tabi ki bu tip mücadeleler, Batı dünyasındaki iç sömürü ve kapitalizmin yarattığı insanlık dışı çalışma ve yaşama koşullarına karşı da verilmektedir. Zira oralarda ortaya çıkan hak ve eşitlik mücadeleleri de, proletaryanın temel insanlık haklarından yoksunluğuna ve hatta tam anlamıyla bir insan olarak kabullenilmemesi gibi aşağılayıcı bir bakışa karşı verdiği mücadeleler de, benzeri bir çabayı ortaya koymaktadır: İnsanlaşmak, özgürleşmek ve eşit haklara sahip olmak.

Sömürgelerin karşı atağını başlatan Haiti Devrimi, bir açıdan sömürgecinin ocağındaki ateşi, özgürleşme mücadelesinin yakıtı kılar. Fransız Devriminin sloganlarından birisi de “köle olacağımıza ölelim”dir.[3] 1794’ten 1800’e dek süren bir mücadele sonrası, Saint-Domingue halkı, bu adada köleliğin fiilen kaldırıldığını ilan edecektir. 1794’te Fransızların da kaldırdığı köleliği, İngilizler ancak 1807’de kaldıracaktı. Fransızlar (Napolyon)’ın adayı işgal girişimleri, siyahilerin mücadelesi sonunda geriye tepecek,  bu mücadele sonunda bağımsızlıklarını da kazanan ada halkı, Haiti’yi kuracaktır. “Bundan önce hiçbir köle toplumu kendi yönetici sınıfını devirmemişti.”[4] Danimarka ise belki daha iyi anlamıştır devrimin sonuçlarını ve 1792’de, köle ticaretini yasaklayan ilk Avrupa ülkesi olacaktır.[5]

“Eğer küresel bir kamusal alanın soykütüğü ile ilgileniyorsak, Batı-merkezci düşüncenin radikal bir biçimde kozmopolit eleştirisinin ilk olarak İslam dünyasında çıkmadığını belirtmemiz gerekir. Fransızca konuşan Karayipli’den geldi, seküler yoldan, Marksist bir taşıma ile dolambaçlı yoldan Cezayir’e gelmişti – ve ortaya çıktığında Batılı bir paket ile belirmişti. Frantz Fanon’un Batılı olmayan dünyaya Avrupa’yı ‘geride’ bırakma -yani, iflas ettiğini ispatlamış olan Avrupa modelini aşan bir modernite üretme- çağrısı yapan (ve paradoksal bir biçimde Avrupalı Marksist J. Paul Sartre tarafından sunulmuş olan) harikulade kitabı, Yeryüzünün Lanetlileri’nden bahsediyorum… Fanoncu eleştiri, İslamcılar tarafından, örneğin düşüncesi ve yazıları İran devriminde önemli bir rol oynayan… Ali Şeriati tarafından devralınmıştı.”[6]  

Gerçi ABD’deki siyahilerin mücadelesi hâlâ sürmekte. Hindistan’daki mücadelenin önü ise, sömürgeciden kurtuluşu salt bir bağımsızlaşma mücadelesi olarak gören Nehru ve Cinnah gibi ulusalcı liderler tarafından kesilmiş; ulusal bağımsızlaşmalarla yetinilerek, özgürleşme mücadelesi tamamına erememiştir. Eremediği gibi, ortaya bir yığın irili ufaklı ve birbirleriyle didişen ulusalcı kamplar çıkarmıştır. Ve hatta bu süreç içerisinde sömürgeciye karşı sürdürülen hemen tüm mücadeleler de, meseleyi salt biçimsel bir bağımsızlık mücadelesi olarak gördüklerinden, bu mücadeleler maduniyetten tam olarak kurtuluşu sağlayamamış, sadece madunluğun kapsamı bir ölçüde de olsa daral(tıl)mıştır. Bu durumun yarattığı yeni ve ulusalcı bir tahakküm ilişkisi ise, siyaseti bu koşulda mümkünleştiren bir sınırlılığa indirgenince, madun kadar mütehakkimi de maduniyet sorununun geleneksel sözcüklerinin duvarına kapatarak, özgürleşmeyi tüm kesimler için de bir imkân olmaktan çıkarmıştır.

Maduniyetin salt sömürgecinin ürettiği bir durum olmayıp, sömürgecinin desteklediği ve yararlandığı bu koşulların bizzat madun halkların teslim olduğu bir benlik kaybı oluşundan kaynaklandığının farkına varan Gandi ve Abdulgaffar Han gibi önderler, maduniyetten kurtuluş için bu yitirilmiş benliğin kazanılması yolunda halka cesaret kazandırıcı daha olumlu çarelere başvurmuş, sözgelimi sivil itaatsizliği şiddetin yerine ikameye çalışmışlardır. Oysa Fanon gibi önderler, şiddetin bu yitirilmiş benliğin kazanımı için bir kurtuluş biçimi ve hatta öğretisi oluşunu düşünürken, aslında toplumu bir kısır döngü içerisine soktuklarının da farkına varmamışlardır. Bu konuda Fanon’u yüreklendiren Sartre, “böylece Fanon’un, sömürgecilik şiddetle gerçekleştirildi ve bu yüzden onun şiddetle üstesinden gelinmelidir şeklindeki vecizesini de önceler.”[7] Ve hatta gerek sömürgeciliğe karşı, gerekse sosyalist devrim mücadelelerinde bir yöntem olarak benimsenen silahlı mücadeleler, şiddeti ve hatta terörü yücelten bir edebiyatı da ortaya çıkarmıştır.

Oysa her zaman farklı bakış açıları da mümkündür ve bir özgürleşme biçimi de ancak bu farklı bakmalarla belirginleştirilebilir.  Sözgelimi aklı ve adaleti bir yana koyan soyut “biz”in özneleştirilmiş vandallığına, “zalim de olsa mazlum da, kardeşine yardım et” düsturunun biçimsel anlamına inanan Arap cahiliyesine, onu da incitmeden yol gösteren Hz. Muhammed (as)’in kurtarıcı bakışı gibi. “Evet” der, “doğru, kardeşine yardım et ama bu kardeşini zulmünden kurtarmaya çalışan bir yardım olsun.”

Bu onarıcı kurtuluş yolu, kardeşliği her aşamasında koruyan ama bunu insani ve toplumsal kurtuluşun bir veçhesi haline getiren, dolayısıyla da benliği örselemeden zalimliğin cehenneminden çıkaran sağaltıcı bir yaklaşımdır. Kabileci mantığı yeni ve modern biçimlerde dirilten sömürgeci ve direnişçi figürlerin, bu mantığın karşıt cephelerinde de olsa ortak bir tarihi inşa etmelerine ve “köle-efendi” mantığını korumalarına karşı tarihin bu kısır döngüden çıkarılması, meseleye daha derin ve insani bir bakışla bakılmasını gerektirmektedir. Buna ve “diyalektik” kavramının koflaştırılmış anlamına da dikkat çeken Spivak’a göre de “’diyalektik’ olan sadece ‘üç tahakküm sistemi (sınıf, ırkî/kavmî, ve cinsiyet/toplumsal cinsiyet) arasındaki ilişki’ değildir; lakin sömürgesizleşme sahnelerinde, yerli ve emperyalist tahakküm sistemleri arasındaki ilişki de ‘diyalektik’tir. Hatta bunlar zikredilen ‘Üç Büyük Sistem’le çeşitli açılardan alakalı olduklarında bile.”[8]

 

[1] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Birleşik Y. (J. Paul Sartre’ın “önsöz”ünden).

[2] Age, s. 55

[3] Susan Buck-Morss, Hegel ve Haiti Devrimi, Metis Y. s. 52

[4] Age, s. 51

[5] Age, s. 105

[6] Susan Buck-Morss, Küresel Bir karşı Kültür, Versus Y. s. 96, 97

[7] Robert Young, Beyaz Mitolojiler, Bağlam Y. s, 82

[8] Age, s. 250

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR