Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


SOL VE LİBERAL MUHAYYİLE

Yazarımız Ali BULAÇ'IN "YENİ" YAZISI...


Başından beri düşüncem şuydu: Sol ideolojilerin sahneye çıkması bize bir imkan sunabilirdi. 1960’larda “ithal ikamesine dayalı sanayi politikaları” veya 1930’lardan itibaren devletin belli bir zenginler zümresine desteğini öngören “bebek sanayi” ve bunun resmi düzeydeki karşılığı olan “devletçilik” anlayışına karşı “kapitalist olmayan milli kalkınma yolu” gündeme geldiğinde, kapitalistik kalkınmanın derin eşitsizlikler yarattığı söyleniyordu ki, bu tamı tamına doğruydu. Şu var ki 1960’ların heyecanlı günlerinde sol (TİP), Meclis’te 15 kişilik üyesiyle militan bir muhalefet yürütürken, bir şeyi bir türlü beceremiyordu: Toplumu mobilize etmek.

Sola moral güç veren, Soğuk Savaş stratejisi gereği Sovyetlerin varlığı, ABD’nin çoğu sol-marxist örgütün arkasında olduğunun anlaşılması, önder kadrosunun kısm-ı azamiyle bürokrat-zengin çocuklar içinden çıkması ve belki en çok sol ideolojilerin din düşmanı tutumları, solun toplum tarafından kabul görmesinin önünde engel oldu. Sol-sosyalist akımların büyük ölçüde dine karşı tavrı Merksizmin materyalizminden ve Kemalist ideolojinin dine olan itibarsızlaştırıcı politikalarından beslenmesi, bu akımların büyük şansızlığı oldu. Bu meyanda toplumun en yoksul kesimi olan çalışanlarında (işçi-çiftçi, küçük esnaf, dar gelirli) “proleterya bilinci” olmayan, tarihinde “materyalizm” nedir bilmeyen bir toplumda sol veya marxist hareketlerin toplumu mobilize ederek devrim yapmaları zaten düşünülemezdi.

Dahası ortada bir soğuk savaş vardı (1945-1989) , bu savaşta Batı/ABD ve Doğu/Soveytler karşılıklı mevzilerini almışlardı, ama solun unuttuğu küçük nokta şuydu ki, Türkiye Batı’nın/ABD’nin payına düşmüştü. Bu kurtlar sofrasında yapılan taksimatta Türkiye’de marxist bir devrimin gerçekleşmesi ve bunun sonucunda Türkiye’nin Sovyet Bloku’na geçmesi demek, üçüncü dünya savaşının patlak vermesi demekti. Bunu sadece batı değil, Sovyet bloku da göze alamazdı, almadı da.

Bunlardan hareketle ben hiçbir zaman günün birinde komünistlerin bir devrim yapacaklarını, Celal Bayar ve M. Şevket Eygi’nin sık sık “Bu kış komünistler ihtilal yapacak, evlerinizde erzak stok edin” yollu çağrılarını ciddiye almadım; “komünizmle mücadele dernekleri”nin, MTTB ve bu çizgioeki derneklerin belli başlı dindar muhafazakarları mobilize ettikleri zamanlarda bile (1970’lerde) kapitalizmi eleştiriye tabi tuttuğum kadar sosyalizmi ve komünizmi de eleştirdim. 1976’da ilk baskısı yapılan “Çağdaş Kavramlar ve Düzenler” bunun kanıtıdır (Bkz. 23 bsm. Çıra y. İstanbul-2020). Bizim ne kapitalizme ne komünizme ihtiyacımız vardı, biz Müslüman idik, İslam dinini bir inanma, düşünme ve yaşama tarzı seçmiştik; İslam bizi adam yetmeye yeterdi. Bugün de aynı noktadayız.

Pekiyi, durum bu merkezde iken, Celal Bayar ve Mehmet Şevket Eygi’nin her son bahar “Bu kış komünist ihtilal olacak, herkes erzağını hazırlasın, evinde depolasın” demesinin, ta Van’dan, Erzurum’dan insanları kitleler halinde Sultanahmet Camii’ne toplamalarının, o yıllarda Sönmez Neşriyatı takviminin yaprakları arkasında “Komünist Rusya’da yaşlılar kazanlara atılıp kaynatılıyor, kemiklerinden sabun yapılıyor” yazmalarının  anlamı neydi? 1970’te Yüksek İslam Enstitüsü’nde okuyan Cemal isminde bir arkadaşım bana yaz-kış her sabah soğuk suyla duş aldığını söylemişti. Sebebini sorunca “Komünistler ihtilal yapınca bizi Sibirya’ya sürecekler, şimdiden vücudumu soğuğa karşı hazırlıyorum” demişti.  Bu hayli ilginçti.

Marxist solun elinde her şeyin anahtarı olacak “bilim” vardı: Bilimin eseri, kesinliği, doğruluğu tartışılmaz “bilimsel sosyalizm.” Ekonomi de, neredeyse her türlü fikir ve görüş beyanından bağımsız bilimsel-teknik bir meseleydi. Bütün sorun bilimsel sosyalizme kulak asılmamasından kaynaklanıyordu. Çok ilginç, 1983’te iktidarı devralan Turgut Özal’ın estirdiği liberal rüzgarda liberal aydınlar, akademisyenler de ekonominin bir ideoloji, bir politika işi olmayıp “teknik” bir mesele olduğunu söylüyorlardı. Hala birçok kişinin zihin evrenide ekonomi ideolojilerden –ve elbette dinden, ahlaktan-  arındırılmış gibi. Zarardan başka işe yaramadıkları söylenen ideolojilerin öldüğünü iddia edenlerin söylem ve retorikleri bir ideolojiden başkası değil, fakat bu kendini gizleyen bir ideolojidir. Teşbihte hata olmaz, şeytanı en çok sevindiren şey, varlığının inkâr edilmesidir. Çünkü bu sayede şeytan kişinin zihin dünyasını istila edip dilediği her şeyi kolayca yapabilir.

Liberaller ideolojiye karşı savaş açınca, onlara mukavemet edecek bütün ideolojilere karşı kendilerini efsunlayabiliyorlar, böylece kendi ideolojileri adına istedikleri iktisadi ve sosyal politikaları devlete kabul ettirebiliyorlar. Liberallerin dünyayı getirip bıraktıkları nokta muhteris, cahil fakat kitleleri kolayca mobilize edebilen popülist siyasetçilere demokrasiyi teslim etmeleri oldu. Dünya Trump,  Putin, Orban ve benzerlerinin elindeyse, işin bu noktaya gelmesinde liberal kapitalizmin katkıları görmezlikten gelinemez.

Liberaller de tıpkı solcular gibi ekonominin bir teknik ve bilimsel süreç olduğunu söylüyorlar. Sola göre, ekonominin ilacı bilimsel sosyalizm ve elbette devletin planlaması ve müdahalesi; liberallere göre timsahların ördekleri kolaylıkla yutma özgürlüğüne sahip olduğu serbest piyasa. “Bizim gibi ülkeler neden kalkınamıyor?” diye sorun, size verecekleri cevap hazır: “Çünkü yeterince bilime ve tekniğe kulak verilmiyor. Kozmik düzeni işler kılan tabii yasaların bir izdüşümü piyasada da geçerli. Piyasaya müdahale etme, bak nasıl kalkınır, zengin olursunuz.”

Aradaki paralellik hayret verici. Farklılıklar da yok değil tabii. Marxist sol, hiçbir zaman ikna edici bir felsefe eşliğinde özgürlükleri savunmadı. Neoliberallerin özgürlükler dillerinden düşmez. Onların sözlüklerinde yer almayan kelimelerin başında adalet ve eşitlik gelir. Adaletten hoşlanmazlar, eşitliği sosyalistlere havale etmişler, özgürlüğü ise serbestiyete indirgemişler. “Özgürlük” ahlaki görev ve sorumluluk gerektirir, “serbestlik” ise gücü yetenin kendini engelleyici kurallardan kurtulması, dilediğini yapabilme imkanını ele geçirmesidir.

Deneysel olarak gördüğümüz şu: Bu kural(sızlık)lar işler halde oldukça, ülkeler, bölgeler ve sınıflar arasındaki eşitsizlikler giderek büyüyor. Yani serbest sularda timsahlar da serbest ördekler de.

Dahası, son küresel ekonomik krizle, liberalizmin bir yüzünü daha keşfettik: Kazanç bireysel, zarar toplumsaldır. Krizin faturası vergi mükelleflerine çıktı. Böylece bir gerçeğin altı çizilmiş oldu: Liberal özgürlükler bir grup insanın sahip olup kullandığı nimetlerden ibaret kalıyor. Bu düzende doğası gereği demokrasi ve sahici özgürlükler mümkün olmaz. Komünist ülkelerde de nimetler bireysel, külfetler toplumsaldı. Komünist Partisi üyeleri, işçi sınıfı adına hayli konforlu ve pahalı hayat yaşayabiliyorlardı, ama işçiler ve köylülerin –solhoz ve kolhoz çalışanları- hayatlarında herhangi bir iyileşme olmazdı.

Liberalizm, eskisi kadar kitleleri umutlarını mahiyetini bilemediğimiz bir kuvvetin merhametine ve gücüne sığınmaya davet edemiyor: Ekonominin emredici kuralları piyasada içkinse, piyasa kuralları ekonomiyi yönetiyor demektir. Bizlerin tek tek (birey olarak) zaten pek yapabileceğimiz bir şey yok. Adam Simith’in ne dediğini hatırlıyoruz: “Gizli bir el var!” Aslında biz buna rahatlıkla “kader” diyebiliriz. Demek ki, ekonomi bağlamında liberal dünyada hayatımız ne olduğunu bilemediğimiz bir kader üzerinden belirlenmektedir. Bu Allah’ın takdir ettiği bir kader veya kaza değildir, bambaşka bir şeydir; adil olmayan kör bir kuvvettir, piyasalara, ülkelere ve dünyaya hükmediyor.

Tabii ki bu görünmez ama atmosfere sinmiş ideolojinin arkasında küresel bezirganlar olduğu inkar edilemez! Bu bezirganlar, bize, kendi irademizle kendimizi değiştiremeyeceğimizi telkin ediyorlar. İyisi mi bilime, tekniğe ve piyasanın kurallarına varlığımızı teslim etmeliyiz. Bu, hakikatte özgürlükle çatışan bir sonuçtur. İşte iktisadi büyümeyi asli inanç haline getiren liberalizm medya üzerinden kitleleri narkozlayarak kendi iddiasıyla çatışan bir kuram olarak hüküm sürdürmeye çalışıyor. Dostoyoveski, daha 19. yüzyılda Fransa’da kişinin özgür olabilmesi için asgari 1 milyon Frank’a sahip olması gerektiğini söylemişti. Bunun altında olanlar, bu meblağa ulaşıncaya kadar özgür olmayı arzu etmekle yetineceklerdir. 21. yüzyılda aynı noktadayız.

Kaynak:Alibulac.net

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR