Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Abdurrahman ATEŞ


Sıra Dışı Bir Ramazan

İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve yazarımız Abdurrahman Ateş'inÖzgün İrade Dergisi dergisi 2020 Nisan-Mayıs (192-193.) saysında ve aynı zamanda ozgunirade.com'da yayımlanan yazısı...


Ramazan, her yıl farklı tartışmaların gölgesinde başlar: Sıcak mevsimlere rastladığında kimlerin oruç tutmaktan muaf olabileceği, sözüm ona hayati öneme sahip sınavlara girecek olanların oruç tutmak zorunda olup olmayacağı, hangi İslam ülkelerinde Ramazanın bir gün önce veya sonra başladığı, orucun veya imsak vaktinin çok erken saatlerde başlatıldığı vs… Bu yıl ise yaşanan salgın hastalık nedeniyle başka bir zamana ertelenip ertelenm(e)yeceği gibi sıra dışı bir tartışma ile Ramazan karşılandı. Bu mesele ciddiye alınmış olmalı ki konu ile ilgili fetvalar verildi, ertelenmesinin İslam’ın temel ilkeleriyle bağdaşmayacağı vurgulandı ve tartışmalar bitti. Her ne kadar oruç tutmak gibi niyeti olmayanların veya art niyetlilerin başlattığı bir tartışma olsa da günlerce Müslümanların gündemini meşgul etti. Kim tarafından ve hangi niyetle başlatılırsa başlatılsın bu tartışma, Kur’an’ın indiği dönemde müşriklerin benzer teşebbüslerini akla getirmektedir.

Malum olduğu üzere Allah, yeryüzü ve gökyüzünü yarattığı günden itibaren belirlediği on iki aydan dördünü (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb) “haram/kutsal ay” olarak tayin etmiştir. (Tevbe 9/36) Haram aylarda savaşmak büyük günah olarak nitelenmiş (Bakara 2/217), bu aylara saygısızlık etmek yasaklanmıştır (Mâide 5/2). Bu uygulamayı Hz. İbrahim ve İsmail’in şeriatından alan Câhiliye dönemi Arapları da yılın bu dört ayını kutsal sayarlar, bunlara saygının bir işareti olarak savaştan ve her türlü saldırıdan kaçınırlardı. Bununla birlikte bazı kabileler,  gerek aralarındaki kan davaları ve iç savaşlar, gerekse geçimlerini soygunculuk, çapulculuk ve yağma ile sağlamaları nedeniyle, haram ayların kurallarına uymakta zorlanıyorlardı. Çünkü kamerî takvimin on bir, on iki ve birinci ayları olan Zilkade, Zilhicce, Muharrem peş peşe geldiğinden üç ay süresince bu aylarla ilgili yasaklara uymak zor geliyordu. Bazen savaş günleri haram olan Receb ayına rastlarsa onu helâl sayıp haramlığı bir sonraki ay olan Şaban ayına, savaş Muharrem ayına denk gelirse haramlığı bir sonraki ay olan Safer ayına erteliyorlardı. Böylece o yıl Muharrem ve Receb yerine Şaban ve Safer ayları haram aylardan sayılmış ve haram ayların sıralaması değişmiş oluyordu. Diğer taraftan, ticaret için önemli bir fırsat olarak gördükleri haccın,  kamerî takvimde ayların, güneş takvimine göre bir önceki yıldakinden on bir gün daha erken gelmesi nedeniyle değişik mevsimlere rastlaması çıkarlarına uygun düşmüyor, haccı havanın mutedil ve ticari ortamın müsait olduğu gün veya aylarda yapmak istiyorlardı. Bu isteklerini gerçekleştirmek amacıyla da farklı uygulamalara başvurarak ayların yerlerini değiştiriyorlardı. (Hüseyin Algül, “Haram Aylar”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 16, s. 105-106) Böylece haccın kamerî takvime göre belirlenmesinden kaynaklanan tüm güçlük ve zahmetlerden kurtulmuş oluyorlardı. Ertelemek anlamına gelmek üzere nesi’ denilen ve Allah tarafından küfürde ileri gitmek olarak nitelendirilen uygulama işte budur: “Haram ayların yerlerini değiştirip ertelemek, olsa olsa küfürde ileri gitmektir…” (Tevbe, 9/37)

Allah Resul’ünün (a.s) veda haccında “şüphesiz ki zaman, artık Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü haline dönmüştür” (Buhârî, “Bed’ul-Halk” 2, Müslim, “Kasâme” 29) ifadesiyle bütün ayların asıl yerleri belirlenmiş oldu.

Yıllardır toplum olarak alışageldiğimiz şekilde camileri dolduran cemaatle, teravih namazlarıyla hareketli ve coşkulu geçirdiğimiz Ramazanın, salgın hastalık nedeniyle camisiz, teravihsiz, hareketsiz ve buruk geçmesinin hüzünlendirici etkisi bir yana, salgın hastalığın sebep olduğu kimi hayırlı sonuçlarıyla da bu yıl sıra dışı bir Ramazan yaşanmaktadır. Sıra dışı bir Ramazan geçiriyoruz; çünkü son yıllarda örf, adet ve geleneklerin, kısmen de modernizmin etkisiyle, daha da önemlisi toplumun büyük bir kesimi tarafından kanıksanması nedeniyle gittikçe yaygınlaşan ve Ramazanı ibadet mevsimi olmaktan uzaklaştıran faaliyetler artık olmayacak.

Mesela bu Ramazanda, içinde kimin na’şının bulunduğu bile belli olmayan türbeler ziyaret edilemeyecek, adaklar adanıp bez bağlanmayacak, ölülerden yardım istenemeyecek; Ramazan ayını bir ekonomik pazar olarak gören ve dini paraya tahvil etmekte bir sakınca görmeyen kimi medya hocaları televizyonlarda arzı endam edip din üzerinden köşe dönemeyecek, program başına istenen/alınan uçuk ücretleri alamayacak; çoğunlukla Ramazan dışında gayr-ı meşru işlere ev sahipliği yapan beş yıldızlı mekânlarda, sırtı pek karnı tok olanlardan başkasının davet edilmediği, israf, gösteriş ve şovdan ibaret olan iftar programları düzenlenemeyecek; ibadetle ihya edilmesi gereken Ramazan geceleri, özellikle kimi belediyelerin öncülük ettiği hacıvat-karagöz oyunlarıyla, müzik ve eğlence etkinlikleriyle dini hüviyetinden koparılıp sosyal ve kültürel bir faaliyete dönüştürülemeyecek; Ramazan dışında cami-cemaat yüzü görmeyenler, Ramazan gelince de en hızlı namaz kıldırılan camileri tercih edenler, Müslümanlıklarını ortaya koymak için fırsat kolladıkları bu aydan yararlanamayacak; daha fazla ibadete ayrılması gereken son günleri, önceki Ramazanlarda olduğu tatlı festivaline dönüştürmeye gerek kalmayacak. Keşke bütün bunlar, bir virüsün terbiye etmesi nedeniyle değil de, Allah korkusuyla gerçekleşmiş olsaydı.

Zaten bunlar, olmaması gereken ve Müslümanların kendiliğinden karşı tavır almak zorunda olduğu uygulamalar idi. İnancımızın gereği olarak değil de, görünmez bir virüsün etkisiyle, bir nevi zorunluluktan dolayı bunların ortadan kalkmasının bile, yeniden düşünmeye ve yapılan yanlışların tekrar edilmemesine vesile olacağını ümit ediyorum.

Gerçekten bu yılki Ramazana mahsus olmak üzere çok farklı dinî ve millî duyguların bir arada yaşandığı çok ilginç bir dönemi yaşıyoruz. 23 Nisan akşamı Ramazana başlama coşkusu ile 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramı coşkusunu aynı kalpte hissedenler, hatta Ramazana özel bütün ibadet ve faaliyetler ertelendiği ya da iptal edildiği halde 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramı törenlerini kazaya(!) bırakmaya gönülleri razı olmayanlar olduğu gibi 19 Mayıs akşamına rastlayan Kur’an’ın indirildiği kadir gecesini, belki de gençlik ve spor bayramı etkinlikleri için düzenlenecek fener alaylarıyla ihya(!) edenler olacaktır.

Bu kadar sıra dışılıklara rağmen Ramazan, dün olduğu gibi bu gün de Müslümanlara hazine değerinde fırsatlar sunan Allah’ın ayı olarak idrak edilmeyi beklemektedir. Bu münasebetle Ramazan ayı ve değerinden söz eden Bakara sûresindeki ayetleri esas alarak birkaç hususu hatırlatmak istiyorum.

Ramazan ve bu ayda Müslümanların sorumluluklarından söz eden tek Kur’an pasajı olan Bakara sûresinin 183-187. Âyetlerinde Ramazan, üç temel ibadet/konu çerçevesinde ele alınmıştır: ORUÇKUR’AN ve DUA. Buna göre Ramazan ayı, Oruç, Kur’an ve dua ayı olarak belirlenmiştir. Her üç ibadet için bir hedef belirlenmiş olması da dikkat çekicidir: Mü’minleri takva ehli yapan, Allah’a karşı gelmekten ve kötülük işlemekten sakındıran ORUÇ; insanlara doğru yolu gösteren, hak ile bâtılı birbirinden ayırabilme (Furkan) yeteneği kazandıran KUR’AN; bizi Allah’a, Allah’ı bize yakınlaştıran DUA.

ORUÇ AYI

Ramazan, Mü’minleri takva ehli yapan, Allah’a karşı gelmekten ve kötülük işlemekten sakındıran ORUÇ ayıdır: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten ve kötülük işlemekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.” (Bakara, 2/183)

Oruç, sadece aç kalmak ve boğazdan geçecek şeylere kapalı olmak ya da şehevi duygulardan uzak kalmak değil, bedenimiz üzerinde sadece Allah’ın yetkili olduğunu kabul etmektir. Tıpkı infakın/zekatın, mal ve kazancımız üzerinde sadece Allah’ın yetkili olduğunu kabul etmekten ibaret olduğu gibi… Bu nedenledir ki oruç tutmak ile perhiz yapmak veya aç kalmak; hacca gitmek ile Mekke’ye gitmek; kurban kesmek ile hayvan kesmek; örtünmek/tesettür ile elbise giyinmek aynı şey değildir.

Tuttuğu oruç ile takva duygusunu geliştir(e)meyen, Allah’ın rızasını kaybetmekten, gazabını ise hak etmekten sakınmayan, oruç tuttuğu halde haramlardan kaçınmayan, yalan söylemeye, gıybet yapmaya, faizle ticaret yapmaya, hak etmediği yol ve yöntemlerle kazanç temin etmeye devam eden, kısacası oruç tutmak ile tutmamak arasında bir farkı hayatına yansıtmayan birisinin tuttuğu oruç sadece aç kalmaktan ibarettir. Allah Resul’ünün (a.s) ifadesiyle “yalan söylemeyi ve cahilce davranmayı terk etmeyen oruçlu kimsenin yemesini içmesini bırakmasına Allah kıymet vermez”; “nice oruç tutanlar vardır ki; orucundan kendisine aç kalmaktan başka bir şey kalmaz.” (İbn Mâce, “Siyâm” 21)

Oruç bahsinden hemen sonra gelen 188. Âyet’te meşru olmayan yollarla kazanç temin etmenin yasaklanması, orucun, sadece boğazdan mideye bir şey göndermekten kaçınmak anlamında olmadığını, faiz, rüşvet, hak etmediği görevlere atanmak veya yalan söylemek suretiyle elde edilen gayr-ı meşru kazanç gibi haram olan yöntemlerden kaçınmayı da gerektirdiğini bildirmektedir. Dolayısıyla bu âyet, toplumda haklı olarak yapılan “bir lokma ekmek, bir yudum su bile orucu bozuyor da haram yemek orucu bozmuyor, ne kadar ilginç!” gibi eleştiri ve sorgulamalara da bir cevap niteliğindedir: “Birbirinizin mallarını haksız şekilde yiyip tüketmeyin ve başkalarına ait mallardan hiç birini bilerek haksızlıkla tüketmek için hukukî hilelere başvurmayın!” (Bakara, 2/188)

Orucun tutana yansıması da, her Ramazan başlangıcında yapılan çeşitli konuşmalarda belirtildiği gibi açların durumunu anlamak veya on bir ay yorulan mideyi dinlendirmek de değildir. Bu tür değerlendirmelerin Arakan’da, Yemen’de, Somali’de, Suriye’de veya açlığın hüküm sürdüğü herhangi bir coğrafyada olanlar için ne kadar geçerliliği olabilir ki? Çünkü oralarda zaten yılın on iki ayı açlıkla mücadele edilmekte, hatta açlıktan kaynaklanan ölümler hayatın sıradanlaşmış bir gerçeği haline gelmektedir. Haddi zatında genel olarak Türkiye Müslümanları için Ramazan ayı, mideyi terbiye dönemi olarak görülmekten ziyade, gıda alışverişlerinin zirve yaptığı, yemek menülerinin ve tariflerinin yoğunlaştığı, ziyafet yarışlarının yapıldığı bir dönem olarak yaşanmaktadır.

KUR’AN AYI

Ramazan, insanlara doğru yolu gösteren KUR’AN ayıdır: “Ramazan ayı, bütün insanların kurtuluşu için yol gösterici olan, içinde doğrunun ve doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan, helali haramdan ayıran açık delillerin bulunduğu Kur’an’ın indirildiği aydır...” (Bakara, 2/186)

Ramazanı değerli kılan husus, Kur’an’ın bu ayda indirilmiş olmasıdır. Allah, orucu farz kılmayı murat edince, ona uygun ve lâyık bir zaman olmasını istemiş, insanlık için bir yol gösterici rehber kıldığı kitabını indirmeye başladığı ayı da oruç zamanı olarak seçmiştir. Bu itibarla Ramazan ayının değerine değer katan asıl unsur, Kur’an’ın bu ayda indirilmiş olmasıdır.

Kendisini okuyanları doğru yola sevkettiği (Hüden li’n-Nâs/Hüden li’l-Muttakîn), iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı birbirinden ayırabilme (Furkan) yeteneği kazandırdığı takdirde Kur’an okunmuş sayılır. Ramazan, zannedildiği ve uygulanmakta olduğu gibi sadece mukabele yapma ve hatim indirme geleneğiyle Kur’an okuma ayı değil, Kur’an’ı yeniden hayata indirme ayıdır. Bütün zamanlar, bu amacı gerçekleştirmek için uygun olsa da ramazan ayı, bu konuda bir dönüm noktası olarak kabul edilmelidir. Ramazan ayından söz edilen bir bağlamda Kur’an’dan ve insanlara indiriliş amacından söz edilmiş olması bu gerçeğin ifadesidir. Kur’an’ın indirilmeye başlandığı ve Ramazan ayı içinde Allah tarafından ayrı bir değer atfedilen kadir gecesinin bin aydan hayırlı olarak tanımlanması da, hiçbir ideolojinin veya sistemin bin ayda başaramayacağı değişimin, Kur’an’ın bireysel ve toplumsal hayata indirilmesiyle mümkün olabileceği anlamındadır. Yoksa o gece yapılan ibadetlerin, matematiksel bir katsayıyla çarpılarak bin ayda, ya da 83 yılda yapılan ibadet sevabına denk geldiği anlamında değildir. Bu bakımdan Kur’an’ın sadece lafzını okumanın önemini de küçümsemeden ve göz ardı etmeden şunu belirtmeliyiz ki, anlamı üzerinde tefekkür, tedebbür ve tezekkür edilmeden okunan binlerce hatim/mukabele, okuyanların hayatını değiştir(e)miyorsa, Ramazandan önceki hayat ile sonraki hayat arasında -işlenen günahlar ve hatalar açısından- olumluya doğru bir değişim sağlamıyorsa okunan Kur’an değil, sadece Arapça bir metindir. Maalesef genel anlamda uygulama da bu şekildedir. Yani ya Kur’an’ın lafızlarını/metnini güzel okumak, ya çok hatim yapmak ya da sevabını birilerine bağışlamak amacıyla okumak gibi okuma biçimleri daha çok kabul görmektedir. Fudayl b. İyaz’ın ifadesiyle “Kur’an, kendisiyle amel edilsin diye indirildi, ama insanlar onu okumayı amel haline getirdiler.” (Âcurrî, Ebu Bekir Muhammed b. Huseyn, Ahlaku Hameleti’l-Kur’an, Ürdün, 2008, s. 76; Hatîb el-Bağdâdî, İktizau’l-İlm el-Amel, Beyrut, 1984, s. 76) Bu okuma anlayışı değiş(tiril)mediği sürece, Kur’an’ın yol gösterici rehber olma, doğruyu yanlıştan ayırt et(tir)me özelliği (furkan)  asla gerçekleşmeyecektir. Nitekim yaşadığımız toplumun hali de bunun göstergesidir.

Allah Resul’ünün (a.s), Kur’an okumayı amel haline getiren fakat kendisiyle amel etmeyen Müslümanları, Tevrat ve İncil’i okuyan fakat amel etmeyen Yahudi ve Hıristiyanlara benzetmesi çok ilginçtir:

Cübeyr Ebu’d-Derdâ’nın (r.a) şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah Resulü (a.s), birlikte bulunduğumuz bir ortamda gözlerini semaya dikti ve “insanlar, kendilerinden ilim alınıp kaybolacağı zaman ilim adına hiçbir şeye güçleri yetmeyecektir” buyurdu. Bunun üzerine Ensardan olan Ziyâd b. Lebîd dedi ki: Kur’an’ı devamlı okuduğumuz, kadınlarımıza ve çocuklarımıza da okutmaya devam ettiğimiz halde ilim bizden nasıl alınıp yok edilecektir ki? Bunun üzerine Allah Resulü (a.s) şöyle dedi: “Ey Ziyâd! İş senin zannettiğin gibi değil. Ben de seni Medine halkının en akıllısı zannediyordum. Baksana Tevrat ve İncil Yahudî ve Hıristiyanların elinde ve onlar da okuyorlar, onlara ne faydası oluyor?” Hadisi Ebu’d-Derdâ’dan dinleyen Cübeyr diyor ki: Sonra Ubâde b. Sâmit’le karşılaştım ve “kardeşin Ebû’d Derdâ nelerden bahsediyor duymadın mı?” diyerek Ebu’d-Derdâ’nın söylediklerini kendisine haber verdim. Ubâde b. Sâmit şu cevabı verdi: Ebu’d-Derdâ doğru söylemiştir. İstersen insanlardan kaldırılacak ilk ilmi sana haber vereyim mi? Bu ilim, Huşu’dur. Belki de büyük bir mescide/camiye gireceksin ve orada huşu’ içerisinde olan bir kişi bile göremeyeceksin.” (Tirmizi, İlim 5; İbn Mace, Fiten 26. Hadiste geçen huşu’, tevazu, saygı, teslimiyet ve boyun eğmek demektir.)

Allah Resulü’nün (a.s), ilmin kaybolmasını, Yahudi ve Hıristiyanların Tevrat ve İncil’i okuma anlayışlarına benzeyen Müslümanların Kur’an okuma anlayışlarına bağlaması; hadisi duyan Ubâde b. Sâmit’in ise konuyu huşu’ ile ilişkilendirmesi ve camide bir araya gelen kalabalık cemaat içinde bile huşu’ içerisinde ibadet eden bir tek kişinin bulunmayacağı bir dönemi işaret etmesi düşündürücüdür. Demek ki insanın ibadetlerindeki ihlas ve samimiyeti etkileyen temel etkenlerin en önemlisi, Kur’an’ın okunması gereken şekilde okunup okunmamasıdır.

DUA AYI

Ramazan, kulların Allah’a, Allah’ın da kullarına yakın olmasını sağlayan DUA ayıdır: “Kullarım sana beni sordukları zaman, benim kendilerine her zaman yakın olduğumu bildir. Bana dua edenin duasına icabet ederim. O halde kullarım da, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler.” (Bakara, 2/186)

Oruçtan söz edilirken Allah-kul ilişkisinin en önemli unsurlarından olan duadan söz edilmesinin konu ile ne gibi bir ilişkisi olduğu ilk bakışta anlaşılmayabilir. Oysa “Allah gibi yüce ve büyük bir varlıkla küçük, âciz, fâni, zavallı bir insanın nasıl bir ilişkisi olabilir? Böyle bir insanın kulluğu, şükrü ve duası bu büyüklüğe nasıl ulaşır?” gibi yersiz ve anlamsız endişeleri ortadan kaldırmak üzere, aklın kavrayamayacağı büyüklüğün sahibi olan Allah’ın kullarına yakınlığının, diğer bir ifadeyle fizik ve matematik ötesi büyüklüğünün, mesafe olarak uzak olmasını gerektirmediğini ifade etmektedir.

Belli bir süre için de olsa yeme, içme, cinsel arzu gibi bedeni zevkleri öteleyen oruç, Allah’a daha yakın olmanın farkına varmaya vesile olan bir ibadettir. Bu yakınlığı insana hissettiren en önemli davranışlardan birisi de Allah’a dua edilmesidir. 186. âyette Allah’ın yakın olduğunun vurgulanması ve bunun dua bağlamında hatırlatılması, dua eden kul ile dua edilen Allah arasında herhangi bir aracının bulunmasının söz konusu olamayacağını; insanların, kutsal olduklarına inandıkları bir varlık olmadan kendi başlarına Allah’a isteklerini duyuramayacakları veya en azından isteklerini kabul ettiremeyecekleri anlayışının ne kadar yanlış olduğunu bildirmektedir. Oysa Allah, insana “kendisinden/can damarından daha yakın” (Kâf, 50/16) olduğunu hatırlatmaktadır.

Dua’nın Allah tarafından kabulüne vesile olacağı düşüncesiyle “falanın yüzü suyu hürmetine” (yüzü suyu ne demekse?) kaydıyla dua etmek, sanıldığı gibi dua’nın kabul edileceği garantisini vermez. Şayet bir şeyi veya kimseyi araya koymak duanın kabulüne mutlaka vesile olacaksa, her dua cümlesinin başına ve sonuna “Kur’an’ın veya Hz. Peygaber’in yüzü suyu hürmetine” ifadesi eklemek suretiyle dua edenin maksadına ulaşması sağlanmış, istekler elde edilmiş olurdu. Kaldı ki böyle bir dua şekli yoktur. Diğer taraftan doğrudan istekleri Allah’a arz etmek yerine duaların kabulü için başkalarını aracı tayin etmek, çoğu zaman Allah’a ulaşmanın imkânsız veya Allah’ın uzak olduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır.

Zaman zaman trafo veya üst makamda bulunan birisiyle görüşme örneği verilerek istekleri doğrudan Allah’a arz etmenin yanlışlığı ya da birilerinin vesile edinilerek dua etmenin gerekliliği izah edilmeye çalışılmaktadır. Güya elektrik santralinden üretilen elektriğin ev ve iş yerlerinde kullanılması için gücünü dengeleyecek bir trafo gerektiği, trafo olmadan kullanılacak  elektriğin faydadan çok zarar verdiği veya her isteyen kimsenin üst makamda birisiyle doğrudan görüşme imkânı olmayacağı için özel kalemiyle irtibat sağlaması gerektiği gibi izahların hiçbir makul tarafı yoktur. Çünkü Allah ne elektrik ve santrale benzer, ne de üst düzey bir bürokrata benzer. Kul doğrudan Allah’a seslenerek “Allah’ım!”, “Rabbim” diye dua ettiği zaman Allah da kulun bu çağrısına “buyur kulum!” diyerek mutlaka icabet eder: “Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin ki sizin duanıza icabet edeyim, karşılık vereyim…” (Mü’min/Ğâfir, 40/60)

Duada göz önünde bulundurulması gereken önemli bir incelik de, yukarıdaki âyette olduğu gibi Kur’an’da Allah’ın duaları kabul ettiğinden değil, sadece dualara icabet ettiğinden söz edilmesidir. (Âl-i İmrân, 3/195, Enfâl, 8/9, Yûsuf, 12/34, Enbiyâ, 21/76, 84, 88, 90, Mü’min, 40/60) Diğer bir ifadeyle dua eden, ettiği duanın kabulünü Allah’tan isterken (Bakara, 2/127, Âl-i İmrân, 3/35, İbrahim, 14/40), Allah ise kendisine yapılan duayı kabul edeceğini değil, duaya icabet edeceğini bildirmektedir. Bununla sanki yapılan duaların Allah tarafından olduğu gibi kabul edilmesinden ziyade, Allah’ın belirlediği şekillerden birisiyle icabet edileceği vurgulanmış olmaktadır. Nitekim şu rivayette hatırlatılan da budur: “Her dua eden kimseye şu üç durumdan birisi verilir: Ya istediği kabul edilir, ya lehine olmak üzere istediğinden daha hayırlısı verilmek üzere ertelenir, ya da duası bir günahına kefaret kılınır.” (Muvatta’, “Kur’ân”, 36)

Geçirdiğimiz bu Ramazanın, bizim için son Ramazan olabileceğini hesap ederek yaşayalım. Sadece aç kalmaktan ibaret olan orucun, hayata indiremediğimiz Kur’an’ın, Allah’a yaklaştır(a)mayan duanın aleyhimize birer delil olacağını unutmayalım. Tuttuğumuz oruçların bizi muttakilerden yapmasını ve nefislerimizi terbiye etmesini; okuduğumuz Kur’an’ın bize doğru yolu göstermesini, hak ile batılın, doğru ile yanlışın farkını öğretmesini; ettiğimiz duaların ise bizi Allah’a daha çok yaklaştırmasını rabbimden niyaz ediyorum.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR