Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Seksenlerden buyana İslâmcı-Solcu ilişkileri üzerine bir analiz (*)

Yazarımız Sait alioğlu'nun 'konuya dair' yazısı...


GİRİŞ…

12 Eylül öncesi sol hareketleri oluşturan kişilere, çevrelere, gruplara, yapılara, partilere ve örgütlere baktığımızda, çeşitli açılardan birbirleriyle düşünce ve fraksiyon olarak yakın ve yine Marksizm’e bağlılıkla birlikte, çeşitli sebeplerden dolayı fraksiyon farkı itibarıyla apayrı yapıları görebilirdik. Gerçi, aynı inanç ilkelerinden hareket eden yapıların, kendi aralarındaki değişimi ve farklılaşması durumu tarih boyunca hemen, hemen tüm din, inanç ve ideolojik yapılar için söz konusuydu.

Sol hareketler içinde aynı şey geçerliydi. Bu geçerliliği sol açısından bir temele oturtmaya gelince, Osmanlı’nın âlâmet-i farikası sayılan ve ona özgü bir karaktere sahip bulunan “milletler sistemini” içerisinde Müslüman çoğunluk ile birlikte var olan gayr-i Müslim unsurlar, bir yönüyle İslam içerisinde sayılan, bir yönüyle de heterodoks çerçevede olduğu düşünülen bazı ‘dinî ve mezhebî’ yapılarla birlikte, Osmanlı Batılılaşması sonucu laikleşen ve büyük oranda da, izleri ve temeli Osmanlı son döneminde atılan burjuvaziye mensup, ama köken olarak Sünni bloktan geldiği halde din ile arasını alabildiğine açan ailelerin; dededen babaya ve orandan çocuğa dek süren laikleşme ve doğrudan Kemalist karakter ile CHP saflarında birleşme sonucu sosyal demokrasi’den (1) Marksizm’e kadar bir yol takip etme suretiyle Türk solu oluşmuştu.

Bunlar zaman içerisinde, doğal olarak kendi aralarında bir faklılaşma da yaşamışlardı. Bunun belki de en belirgin yönü, yeni devlet oluşturulduğu süreçte Mustafa Kemal’in, görece olarak SB’ne yakınlık gösteriyor oluşu, ama daha sonra ibrenin Batı’nın temsil ettiği kapitalist bloğu göstermesi sonucunda, laikleşen bu çevrede doğal bir farklılık oluşmuştu. Solculuklarını Marksizm’e doğru yöneltenler ile Mustafa Kemal çizgisinde oluşan sol harekette bir kırılma ve faklılaşma yaşanmış oluyordu. Bununla birlikte, istisnaları olmakla birlikte, yaklaşık doksan, yüz yıllık süreçte kendini Kemalizm’den ayrıştıran; Leninist, Maocu vb. çizgide karar kılan gruplar ve öbekler olsa da, Türk solunun kahir ekseriyeti Kemalizm çizgisini değil aşamayı,  ondan bir türlü kopamıyorlardı.

Bunların durumu, kendilerine özellikle de 40’lı yıllarda arız olan muhafazakârlık engelini aşıp ‘yeniden Müslümanlaşmaya ve onun üzerinden de salt dünya görüşü açısından İslamcı bulunmaya gayret gösteren bu yurdun inançlı kesiminin durumundan daha zor, sıkıntılı ve çetrefiliydi.

Sol cenahtan İslam’a ve İslamcılığa yönelim…

12 Eylül sonrası dönemde, altmışlı ve yetmişli dönemlere nazaran geniş boyutlu bir sol/sosyalist mücadelenin pek revaç bulmadığı, önemli sayıda solcu şahsın (2) var olan liberal kapitalist ilişki biçimleri içerisinde ‘özellikle de reklamcılık alanında maddiyatla tanışmaları, bir kısmının kartelleşen medya gruplarında yayımlanan gazete, dergi ve televizyonlarda arz-ı endam etmelerini, mevcut araçları kullanmaya çalışmalarının yanında, Anadolu mahreçli olup öteden beri laik bir anlayışa yakın duran dar gelirli işçi, esnaf ve memur çocuklarının, yaşanan olumsuz pratikleri görmeden, çok iyi niyetlerle sol mücadele içerisine girmeleri olaya başka bir boyut katmaktaydı.

Popüler bir ifadeyle söylersek, bu süreçte en başta altmış sekiz kuşağına mensup olup Marksist formasyonu gereği, sol örgütlülük içerisinde yer alan ve birde bunun yanında hatırı sayılır bazı entelektüel kişilerin de (3) devam eden bir etkileşim içerisinde İslâm’a yöneldikleri görülmektedir.

12 Eylül sonrası oluşan ve görece varlığı hissedilen bir özgürlük ortamında gerek İslâmcıların ve gerekse de solcuların az da olsa toparlandıklarını, kendilerini var kılmaya çalıştıklarını, bu çerçevede sol/sosyalist çevrelerden İslâm’a ilgi duyma neticesinde bir yoğunluk oluştuğunu görmekteydik. (4)

Birde, soğuk savaşın akabinde ‘eylemsiz ve söylemsiz’ kaldıkları için olsa gerek, dönemin var olan havasına uyarak, soldan ricat edip basbayağı liberalizme, ama solu da terkisine almayı ihmal etmeden, liberal sol havalarıyla toplumsal ve düşünsel arenada varlık gösteren çevreler ve şahıslarda vardı. Bunların bir kısmı, AK Parti’nin ikbal döneminde onu desteklemişlerdi. Bunlardan bir kısmı da daha sonra Gülen hareketine yakın durmuş, onların medyasında kalem oynatmış, o çevre ile içli, dışlı olmuşlardı.

İslamcı-Solcu etkileşiminde bazı “spesifik” durumlar…

Çoğunluğu metropol kentlerdeki Üniversitelerde eğitim gören bu gençlerin var olan hal ve hareketlerinin bir kısmının yine o üniversitelerde eğitim gören bazı İslâmcı gençler tarafından taklit edilmeleri, beraberinde bozuk sisteme karşı, birlikte mücadele etmeyi de beraberinde getirmişti. Gerçi bu taklit belli bir kesimle sınırlı kalmış ve yaygınlık kazanmamıştı. Bununla birlikte başta, dönemin önemli sol gazete (Cumhuriyet) dergi ve çevrelerin –yine de Kemalist sistemden ayrı düşmemek kaydı ile-  İslâmcıları ‘bozuk düzen’e karşı verdikleri mücadeleden dolayı önemsediklerini, onların –onlar açısından olumsuzlukları bir tarafa- olumlu yönlerinin ön plana çıkarılması, genelde İslâm, Müslüman çevreler ve özelde de meydanlarda mücadele içerisinde olan İslâmcıları ilgilendiren birçok konuda kendi medya organlarında yer vermelerini de beraberinde getirmişti. Ör. Gazeteci Gencay Şaylan’ın Cumhuriyet Gazetesi’inde ‘İslam, Müslümanlar, İslam ve dolayısıyla İslamcılar üzerine kaleme alınıp yayımlanan yazı dizileri ile gazeteci yazar Ruşen Çakır’a ait olup Müslüman camiada varlığı söz konusu olan –ama bir kısmı İslamcı değildi- dönemin var olan ‘İslami yapılarını’ analiz eder bir görüntü veren  “Ayet ve Slogan” adlı çalışma idi. (5)

Solcuların İslâmcılara ‘yakın durma’ çabalarına örnek: ‘Sovyetçi’ TKP

a-TKP (6) İslamcılar ve ‘sol’ pragmatizm…

Biz o süreçte, her ne kadar Türkiye’de yasal olarak bir faaliyet gösteremiyorduysa da, bir yandan dönemin Sovyetler Birliği’nin ‘zoraki müttefiği ve bununla birlikte var olan Türk devletine karşı da, dönemin şartlarında rejime muhalif olduğu düşünülen Avrupa Milli Görüş teşkilatıyla, o da yine SB adına, onun izni dahilinde işbirliği faaliyeti yürütmeye çalışan bir TKP gerçeği vardı.

O, bir yandan İslamcılarla işbirliği yollarını ararken, bir yandan da ‘dine karşı’ mesafeli ve düpedüz düşman olan SB’nin her konuda olduğu üzere, din konusuna soğuk ve hatta düşmanca yaklaşımını da bir açıdan kabul etmiş sayılıyordu.

Öyle ki dönemin Pravda Gazetesi’nin 28 Eylül tarihli nüshasında ‘din ile ilgili’ şu bariz ifadeler vardı: “Bilimsel dinsizlik propagandasıyla, insanları etkileyerek,  kitlesel, grupsal ve bireysel oluşumların en uygun ortak noktasını bulmak her zaman mümkündür.” Der ve şöyle devam eder; “Çağımızda dinsel kuruluşlar insanları güya din olmadan yüksek ahlâk düzeyi de olmaz inancıyla kandırırlar. … “Dinsel ahlâkın sosyalist topluluk ahlâkı ile bir tutulmasına yeltenirler.” Ve dikkat buyurun: “Dinsizlik eğitiminin mükemmelleşmesi için propaganda kadrolarının seçimi, eğitimi birinci derecede önem kazanmıştır.” (7)

Dönemin Sovyetler Birliği’nin terkisinde bulunan ve onun yörüngesinde ‘siyaset’ yapan TKP yani dönemi açısından söylersek ‘yasa dışı’ Türkiye Komünist Partisi, bir yandan Sovyet yörüngesinde bulunurken, diğer yanda ise, yine Sovyetlerin bilgisi dahilinde Avrupa’da faaliyet gösteren Milli Görüş hareketinin yurt dışı yapılanmaları ile bir şeyler yapma peşinde idi. Ama onun bu düşüncesi Milli Görüş tarafından nasıl karşılayacaktı? Zira ona hükmeden Sovyetlerin din konusundaki görüşleri Müslümanlar açısından yenilir, yutulur cinsten değildi.

“23 Temmuz 1987’de ‘TKP’nin Sesi Radyosu”nda (8) şu ifadeler dile getiriliyordu: ‘Tarihte ilerici halk hareketlerinin, kendilerini dinsel belge (slogan) ve istemlerle ifade ettiklerine birçok kez tanık olundu. O nedenle dindar insanların bütün hareketlerini gerici saymak doğru olmaz. Önemli olan somut tarihsel bir analizle dinsel hareketlerin sınıfsal içeriğinin hangi sınıflarla bağlı olduğunun ortaya çıkarılmasıdır. Sömürüye ve ezgiye karşı, marksistler ile dindarlar birlikte savaşabilirler. Ama kuşkusuz, bu sömürü ve ezginin doğası ve nedeni hakkında farklı görüşlere sahiptirler…” (9)

Bu, bir manipülasyondu ve biz böylesi manipülasyonlara, yıllardır Marksizm’in Maocu kanadının(!) bizdeki kahramanlarının ‘eylem ve söylemlerinden’ alabildiğine aşinaydık!

“Post modern” zeminlere kayılırken bazı ilişkiler…

İslâmcılar için bir nevi deneme-yanılma ve elde ettikleri yeni İslami kimliğe göre bir konum belirleme yılları olarak değerlendirebileceğimiz seksenli yıllara nazaran doksanlı yılların, her tür bedeli ödemeyi büyük oranda göze alarak var olan laik oligarşiye karşı kitlesel eylemler, özellikle de 28 Şubat döneminde, kitlelerce meydanlarda verilen başörtüsü mücadelesi, direnişler, sistemin jakoben yüzüne karşı çıkışlar eklenince, yukarıda vurgulamaya çalıştığımız görece hoşgörü ortamı, birazda derin devlet/derin sol bağlamda rahatsızlık oranında algılanınca, emir almışçasına o gazetelerin, dergilerin ve çevrelerin tarafını değiştirdikleri görülmekteydi. Bu konuda, kamuoyunda örtülü darbe yılları olarak anılan doksanların ilk yarısına ramak kala(1994) bu işin hızlandı(rıl)dığı görülür.

Gerçi gerek solcular ve gerekse de İslâmcılar arasında, keskinleşen, giderek sivrileşen söylemlere rağmen, entelektüel bazda, her iki kesime mensup bazı aydınların fikir alışverişi bağlamında birbirleriyle kurdukları ilişkilerde söz konusuydu. Bu açıdan Murat Belge’yle Ali Bulaç’ın; Mete Tuncay’la Nabi Avcı’nın ve daha sonraları da Şanar Yurdatapan’la Abdurrahman Dilipak’ın vb. konu bağlamında var olan ilişkilerine, ortak kitap çalışmalarına ve karşılıklı söylemlerine yansıyan ilişkileri bir müddet sonra kılıç keser gibi kesilmişti. İlişkilerin kesilmesinde her şeyden ziyade, İslâmcıların giderek güçlendiklerini –söz edilen güçlenme nitel, ya da nicel miydi?- gören ve telaşa kapılan Ergenekon’un rolü azımsanmayacak kadar çok olup ve bunlara ilişkin bilgiler artık büyük oranda gün yüzüne çıkmaktadır.

Yine o dönem bazı İslâmcı aydının, bazı kanat önderinin, aktivist’in derin güçler tarafından ölümle tehdit edildiği ve bir süreliğine yurt dışına çıkıp oralarda yaşadıkları söz konusuydu. Ne yazık ki, bu baskı, tehdit ve yıldırmalar çoğu kez sıradan insanları da kapsıyordu.

Yenilgi psikolojisi

Solun, istisnalarını da göz önünde bulundurarak söylersek, Türkiye ve ‘Müslüman Doğu’ canibinde, içerisinde bulunduğu, bir tarafıyla Kemalist, diğer tarafıyla da katıksız ‘kaba materyalist’ “Marksist-Leninist-Stalinist ve hatta Maoist” bir bakış açısıyla, 89 öncesi uykusundan uyan(a)mayan “prestroika’yı ve glastnost’u” anlamaktan aciz’‘yerli’ görüntülü, ama sonuçta düşünsel paradigmaları açısından yabancı ve ithal bir solun, gelinen süreçte Müslüman kitlelerin elde etmeye başladığı ‘temelli, esaslı ve kısmen de kalıcı’  başarılar -Ak parti iktidarının ortaya koymaya çalıştığı bütüncül icraatlar- karşısında, yenilgi psikolojisiyle hareket ettikleri epey zamandır görülmektedir.

Birde bunun yanında, soğuk savaş algısı ve çift kutuplu dünya konseptinde, bedeni ‘Kapitalist ve demokrat’ Batı’da, ama düşüncesi itibarıyla da zihinsel anlamda Doğu Bloğunda bulunan Avrupa solunun, belki de geçen yüz yılın en önemli kırılma anı olan 89 Berlin duvarının yıkılmasının vermek istediği, ‘artık çift kutuplu bir dünya yerine, geçmişe nazaran görecelide olsa, gayet demokrat ve özgürlükçü bir zemin var, bu zeminde ‘şimdilik kaydıyla insanlık için tek kalkınma modeli olan kapitalist modelin eskiye nazaran, kendini refüze etmesi, Avrupa solunu bayağı farklılaştırıyordu. Ör. Fransız karikatür dergisi olan Charlie Hebdo’nun İslâm karşıtlığı, normalde eskiden üzerinde bulunduğu Marksist zeminden dolayı düşünülebilirdi, ama onun bu tavrının, farklılaşmasının bir izdüşümü olduğu apaçık ortadaydı. Gelinen süreçte amacın, içerisinde sol renklerinde bulunduğu, yeni Avrupa kültürünü, Batı’ya ve tüm dünyaya empoze etmekten ibaret olduğu ve kendilerinin İslam’a var olan düşmanlığı sağdan değil de soldan, yeni kültür üzerinden yürütmekti. Birde buna bağlı olarak Türk solunun, o dönemde kendisini adeta Charlie Hobdo’nun savunususu olarak lanse etmesi ve bunun üzerinden bir imaj işine girişmesi aynı minvalde değerlendirilebilirdi. (10)

Hem devrim, hem şiddet stratejisi!

Hem devrim, hem şiddet! “İki yanlıştan bir doğru çıkmaz” demiş, şair. Sonrada eklemiş, “Gel fikreyleyelim…” yani, yeniden düşünelim. Eğer devrim denilen şey, genel geçer bağlamda insanlık hafızasında, zaman içerisinde oluşan yanlışların, fikirsel tortuların, batıl inançların, hurafelerin ve birçok yaşamsal pratiğin tümden izalesi ise, bunun ortadan kaldırılması için şiddetin ve onun bir stratejisinin bulunması abesle iştigal demek olurdu. Ama eğer devrim, ıslah ve devrimci denilen kişide, önce kendine olmak üzere muslih, yani ıslah ehli ve bir ıslahtan yana ise  toplumun ıslahı ve selameti için çaba sarf ediyorsa bu devrim olgusu değerlendirilebilirdi. Diğer türlüsü ise, ne yazık ki, solun dünya üzerinde yapmaya çalıştığı, hatta küresel güçlerin önlerini açarak zeminini hazırladığı –burada sol, Küresel güçlere çalışıyor demektir- yaklaşık iki yüz yıllık süreçte ve ülkemizde de doksan küsur yıldır –ki, bu süre de, CHP’nin varlığına tekabül etmekteydi- Kemalist tandaslı darbelerde ve solun, yüzü Kemalizm’e dönük olarak kalkıştığı, ‘etki alanı dar ya da geniş’ (ör. Gezi Parkı hadisesinde) ve barış süreci öncesi ‘ulusalcı sosyalist(!)’ PKK ve yasal bağlaşıklarının kitlesel sokak eylemlerinden bilmekteyiz. Ki, yine soralım, devrim, darbe ve şiddet mi, yoksa toplumsal ve ferdi ıslah sonucu sabırla sonuç almaya çalışmak mı? Hangisi?

Anlama, anlaşılma karşıtlığa dönüşmeye başlayınca…

a)“Kahrolsun Şeriat!” Körlüğü ve Solun Akıl Tutulması

Türkiye açısından ‘örtülü darbe’ yılları olarak hafızalarda yer eden 90’ların başında vuku bulan ve kimin veya ‘kim’lerin yaptığı konusunda henüz çok net bilgiler bulunmadığı bilinen(!) Uğur Mumcu hadisesi bağlamında sol kitlelerin cenaze töreninde “Kahrolsun Şeriat!” naraları atmaları, onun her taraf açısından hafızalarda yer etmesine mukabil, ardından patlatılan Sivas hadisesi ve Başbağlar katliamı(PKK-TİKKO) sonrasında, zaten ontolojileri farklı olan her iki çevreyi, adeta gizlilikten açığa, düşmanlığa yöneltmişti. Birde, şeriata küfredilmezdi. Zira o bir defa hukuk demekti. Müslümanlar açısından ise İslam hukuku anlamını taşımakla birlikte, bugün dünyanın çeşitli üniversitelerinde bir bilim dalı olarak okutulmaktadır.

Bundan anlıyoruz ki, Türk solunun oluşumu, Batı’da olduğu gibi, kendine has doğal yoların, toplumsal ve siyasal şartların gerektirdiği bir vasata değil de, Osmanlının kendi çürümüşlüğü ve bu çürümüşlük üzerine bina edilen, temeli ise, Batı’da vuku bulan sanayi devrimi ile birlikte başlayan ve Fransız devriminde öne çıkan milliyetçilik olgusunun, Osmanlı milletler sisteminin birer parçası olan gayr-i Müslim azınlıkların, kendilerini bağımsız kılma yolunda, kullandıkları bir aparat hükmünde olan sol düşüncenin Batıcılaşan Türk vb. elit tarafından ödünç olarak alınması hadisesindeki espriyle açıklanabilirdi.

Kendini var kılan değerlerin dışında oluşan olguları ve var olan değişimleri, o süreçte alıp kabullenmesi sonuçta, Türk solunun, yüzlerce yılın müktesebatı olan şeriata, yani hukuka karşı çıkmaları, o mantık devam ettiği sürece yerinde öyle kalacaktı. Türk solu, az buçuk Latin Amerika solunun yaptığı gibi, yüzünü kiliseye dönüp oradan kurtuluşçu teoloji misali okumalar yapsa idi, bu kel, fodul duruma düşmeyebilirdi. Ama ne yazık ki…

b)28 Şubat’ın Muhbir Sol Gazeteciliği

Doksanların sonuna geldiğimizde ise, serek geniş Müslüman kesimlerin(cemaat, tarikat vs.) ve gerekse sadece İslâmcı olarak tanımlanabilecek çevrelerin kendi çerçevesinde gelişme istidadı göstermeleri başta sivil ve askeri bürokrasiyi, genelde tüm Batıcı çevreleri, güç odaklarını ve özellikle de TÜSİAD gibi küresel kapitalist iş çevrelerini ve sol sendikaları telaşlandırmış, sonuçta da tüm bu çevrelerin belki de açıktan izhar edemedikleri konuların gündeme ve haliyle de bir değerlendirmeye alınmaları sonucu 28 Şubat post moderen darbesini yaptırmıştı.

Kimler yoktu ki bu ‘darbesever’ koroda; Beşli çete olarak tanımlanabilen DİSK, TESK, TÜRK-İŞ, TİSK ve TOBB gibi sendika ve iş çevreleri, onların ranttan geçinen ‘demokrat(!)’ ve sözde özgürlükçü, materyalist (maddepereset) ‘sendikacı(!) ağalar, meslek odaları, kökü dışarıda, ABD Dolarıyla maaşa bağlandıkları zaman zaman medyaya sız(dırıl)an ve bilhassa ‘sözde’ emperyalizm karşıtı bazı solcu gazeteciler, siyasetçiler, sözde adları hukukçuya çıkmış, adalet olgusuyla birlikte adalet kurumunun itibarını yerle bir etmiş brifingli bazı hâkimler, savcılar ve barolar, baro başkanları, postal yalayıcıları, çeşitli birimleri işgal eden ve daha sonraları bu işgaller neticesinde postalını yaladığı makamlardan makam ve mansıp derdinde olan çağdaş ideolojik iş bitiriciler vs

Cumhuriyet Mitingleri 27 Nisan e-Muhtırası ve Ulusalcı Kemalist Sol’un Rolü…

Solu bu kez 27 Nisan e-muhtırasında Kemalist çerçevede bütünleşmiş bulunan ve cumhuriyeti koruma mitinlerini düzenlerken görüyoruz: “AK Parti iktidarına karşı gece yarısı Genelkurmay Başkanlığı sitesinde internete konulan e-muhtıranın öncesinde ve sonrasında cumhuriyeti koruma mitingleri düzenlendi. … bu mitingleri yapanlar kendilerine ulusalcı-solcu diyen kitlelerden oluşuyordu.” (11) Bu muhtıraya yönelik olarak, sadece dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın muhtıradan sonra verdiği ilk röportajında) sarfettiği şu ifadeleri her şeyi apaçık ortaya koymaktaydı: “Bu tablonun değişeceğini meydanlar gösterdi. Müdahaleye uğrayan yönetimlere halk sahip çıkmadı. Halkımız devlet organlarıyla çatışanlara sahip çıkmaz. Bu ortamda mağduriyet yok dayatma var. Anayasa Mahkemesi 367 kararını onaylamazsa ülke çatışmaya gider.”

Deniz Baykal, karşı çıkması gereken bir darbe/muhtıraya yönelik olarak bu şekilde bir tutum sergiliyorsa, mantıklı olmak açısından söylersek; sol özgürlükçü bir anlayışa sahipse, bu tutum sola ‘ne kazandırır, ya da ne kaybettirirdi?’ Buna mutlaka, doyurucu bir cevap vermek gerekirdi; ya darbeden, darbecilerden yana, ya da ne olursa olsun, salt özgürlüklerden yana. Ötesi var mıydı bu işin?

Irak’ın İşgaline Karşı Çıkışla Birlikte

28 Şubat döneminde birçok sol tandaslı gazetecinin, aydının vb. sistemle birlikte hareket edip makam ve mevki kazanma çabalarıyla birlikte, iki binlerin başında ABD’nin Irak’ı işgali gerekçesiyle, “KÜRESEL BAK” hareketinin meydanlarda düzenlediği eylemler, bunun akabinde 2006’da İsrail’in Gazze kuşatmasına karşı çıkmak adına genellikle birlikte eylem yapma pratiği, bu insanların doğru bir yerde durduklarını göstermekteydi.

Ama Arap baharı dolayısıyla ve özellikle de Suriye’deki ceberrut Esed rejimine karşı Müslüman halkın vermiş olduğu İslami ve insani mücadele, ne yazık ki hak ettiği yeri bulamadığı gibi, bir yığın karalama, iftira ve komploculuğa kurban ediliyordu! Zira Esed sosyalistti! Ör. Fikret Başkaya’nın daha önceleri(2006) Hamas’ın Gazze şeridinde FKÖ’ye karşı elde ettiği zafere karşı menfi tutumunu ve bu tutumun bu kez de İhvan’a yönelik –üstelik darbeye maruz kaldığı halde-  yapıldığını belirtebiliriz. İkinci bir örnek; CHP’nin darbe sonrası Mısır’ına gidip, darbecilere vermek istediği moral(!) destek, sayılabilir. Ki, örnekleri uzak, yakın tarihimizden alabildiğine verebiliriz.

Sol’dan, bizlere miras kalan ne?

Neredeyse Osmanlı Batılılaşmasıyla yaşıt, ama Kemalist ideolojiyle bir nevi kanka olduğu halde, büyük oranda altmış darbesi sonucunda, toplumsal planda hatırı sayılır bir konum elde eden sol, altmış sekiz öğrenci olayları dönemine kadar, materyalist temelli ‘Marksist-Leninist-Stalinist ve Maoist’ bir bir formasyonla birlikte, bunlara ek olarak; Kemalist reflekslerle hareket ededuran ‘tipik bir aydın hareketi’ görüntüsü veriyordu. (12) Türkiye solunun bu hareketi, tipik bir aydın hareketi olmasına koşutluk içerisinde ontolojik açıdan pozitivist temellere dayanıyor olmasındandı: “ Türkiye solu, başlangıcından itibaren pozitivist,  dine karşı veya en azından mesafeli, büyük ölçüde seçkinci ve batıcı bir anlayış olarak temayüz etmiştir.” 13)

Türkiye yakın tarihi incelendiğinde, sol sosyalist anlayışın 60 darbesine kadar, dar bir çerçevede tipik bir aydın hareketi olarak geliştiğini ve öyle kaldığını görmekteyiz. Ki, kendisi de Batıcı bir projenin ete kemiğe büründürülmüş şekli olan Kemalizm´e baktığımızda, Müslüman toplumun anlam dünyasını her açıdan iğneden ipliğe, tersine çeviricesine tepe taklak eden devrimler sonucu oluşan yapı, haliyle sol/sosyalist anlayışa da kapı aralıyordu. Bu da her iki düşünce skalasının Materyalist ve ilerlemeci temellere dayanıyor oluşunu belirgin kılıyordu.” (14)

Ki, bu şekilde, solun, kendi düzleminde ve kendi ‘doğruları’ açısından, sistemden aldığı güçle önemli bir merkez ve sacayağı olan üniversite üzerinden(İÜ – ODTÜ vb.) toplumun külliyetli bir değişim ve dönüşümünü temin için, aydınlanmacı bir bakış açısıyla hareket etmesi amaçlanmıştı.. Ki, kendi örgütlenmesini büyük oranda 62 anayasasının sunduğu imkânlar açısından değerlendirip harekete geçirip uygulamaya sokuyordu. Keza en legalinden, düşünce/fikir kulüplerinden, en illegaline kadar tüm örgütsel yapılanmalar bu zeminde oluşmuştu.

Toplumu kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı bir role soyunan solun tüm kurum ve kuruluşlarıyla –Leninist, Maoist fark etmeden- cumhuriyet yönetiminin büyük ve yıkıcı baskılarına maruz kalan ve ancak daha altmışların sonunda bir, iki İslami ritüel üzerinden kendini var kılmaya çalışan Müslüman kitleye dönük aydınlanmacı tarzda ‘ilericilik-gericilik’ retoriğini devreye sokması, aslında solun, sözde kapitalist söyleme ve onun yaşamsal pratiklerine yönelik düşünce ve eylemlerini de, bu kitle nazarında hiçleştiriyordu!

Burada, yeri gelmişken, şu soruyu soralım; Batıcı bir ideoloji, Müslüman bir kitlenin neyini baz alırdı, alabilirdi? Onun cefasını, mı, sefasını mı, yoksa imhasını mı? Bu, ilkesel bazda düşünülürse, o toplumun hem felahını, hem de refahını kapsar, diye düşünülebilirdi, ama genel anlamda dönemi açısından söylersek, işin başında Türk/iye solu duruyorsa, burada imha büyük oranda belirginlik kazanırdı. Gerçi, kendini salt radikal solda ve Kemalist sol’da konumlandırmayan grup, çevre ve şahsıların -çoğu da akademisyen, aydın ve entelektüel- cılızda kalsa, Müslüman halk gerçeğini dikkate aldıklarını, işin doğrusu görmeyi arzuladığımızı belirtmek isteriz. Sonuçta işin doğrusu, bu topraklarda, diğer ideolojik kamplar ve yapılar varsa, şu ya da bu oranda oluşan solun da, yine, en başta kendi gelecekleri açısından ‘iyi ve güzel’ işleri vücuda getirmesi bir gereklilik olarak orta yerde, muhatabını aramaktaydı.

En başta var olan sistemin üzerinde durduğu temel, ekonomik yapısı ve buna bağlı olarak, toplumsallığın kendi işleyiş biçimine bakmadan söylersek; az da olsa, üretim ilişkilerinde bir taraf olan işçiler, yani proleterya(işçi) sınıfı, bordoya mahkûm kılınmış memur sınıfı, ‘büyüklerin’(15) tasallutu altında var olmaya çalışan küçük esnaf kesimi ve bunlara ek olarak da köy ve köylünün durumu, insaf içerisinde kalıp söylersek, eğer bugün az da olsa, bu kesimlerin en başta maişet derdi, sosyal hakları bir hale, yola koyulmuşsa; bu büyük oranda, bir takım yanlışlarına rağmen bir bütün olarak solun ve altmışlı yıllardan seksenlere kadar içerisinde bulundukları koalisyon hükümetlerinde, dile getirip, buna binaen bir kamuoyu oluşturup dikte etmeye çalıştıkları sosyal politikalar sonucudur, diyebiliriz. Ör. Müteveffa Bülent Ecevit’in (16) altmışlı yıllarda Çalışma Bakanlığı yaptığı dönemde, çalışan kesimlerle ilgili –özellikle kamu işçilerine yönelik- yapısal iyileştirmeler bu bağlamda değerlendirilebilir.

Ecevit’in kendi çalışma bakanlığı, Başbakanlığı döneminde üzerine vurgu yaptığı ve kotarabildiği oranda savunduğu sosyal devletçilik, günümüz iktidarı (AK Parti) döneminde hükümet olarak bir bütünlük içerisinde koordineli bir şekilde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı nezdinde; evinde sosyal devlet esprisi açısından hem de anayasal olarak maddi açıdan kendisine hak verilen/hakkı olan aile ve şahısları içerisine alan politikalar bir bir ortaya konuluyordu.Tabi iki burada, ‘hangisi daha iyi işledi/işliyor/işleyecek’ türü spesifik sorular sormaya gerek yoktu. Zira sonuçta her iki yaklaşımda, sönmeye yüz tutmuş ocakları tüttürmeye, yok olmaya yüz tutmuş umutları tekrardan yeşertmeye niyetli ‘anayasal’ çaba ve devlet olmanın gereğiydi Bununla birlikte sol, yanlışı ve doğrusuyla, sosyallik yönünü geliştirip öne çıkarmaya çalışan devleti, ‘AKP’ iktidarını, ‘onlar ne yaparlarsa yapsınlar, halka/millete ne iyi imkanlar sunarlarsa sunsunlar, hiçbir ifade etmez’ci tavırları can sıkıyor olsa da, dediğimiz gibi, bir şeyler oluyor ve çark dönüyordu.

Solunda içerisinde bulunduğu ANASOL-M hükümeti döneminde, 99 deprem döneminde mağdur olmuş halka, hak sahiplerine harcanmak üzere gönderilen paralar, dönemin iktidarı tarafından memurların maaş ihtiyacını karşılamak için kullanıldı. Böyle bir şey AK Parti iktidarı döneminde vuku bulsaydı, sol ne karşı çıkışlar sergilerdi. Ama aynı sol, istisnaları hariç döneminde, mevcut iktidarı eleştirmemişti. Keza yaşanan 2001 krizi ise, milim dış dünyanın değil de, kendileri de ‘solcu’ olan bir Cumhurbaşkanı ile Bülent Ecevit’in birbirlerine karşı tavırlarından sadır olmuştu

En başta, sosyal politikalar geliştirmekten ziyade, karşıtının inancını yok sayma esprisine dayanan  salt ilerlemeci bir anlayışa ve o minvalde oluşan ideolojik formasyonlara sahip bulunan solun, zamanla –Kemalizm’in gölgesinde kalsa dahi- iktidar serüveninde, yüzü kendine dönük bir kitle oluşturma düşüncesine binaen, o kitle üzerinden ortaya konan sosyal politikalar belli oranda yenilen hakların, tekrardan hak sahiplerine tevdi amaçlı telafi çalışmaları, anayasal düzenlemeler, bu kez genel anlamda ya ister muhafazakâr, ya da İslâmcı olarak tanımlansın –hiçte önemli değildi aslında-  AK Partili kadrolar tarafından vücuda getirilince, birtakım gerekçelere sığınılarak ortaya konan, akıl ve mantık dışı eylemlilikler ve dillendirilen söylemler sonucu, yine ‘ortak iyi’ formatında vücut bulması gereken İslamcı-solcu ilişkileri kesintiye uğruyordu. Oluşan bu kesintinin, gaybı bilemeyiz, ama uzun bir müddet süreceği de, işin başlangıcı, gelişimi ve geldiği, hatta getirildiği nokta açısından şimdiden belirginleşmektedir de diyebiliriz…

Solla birlikte, ondan farklı, bir farklılığı ortaya koyacak ve ona cevapta verebilecek bir fıkıh, ama nasıl?

“Şayet ben onu alt etmez isem, o beni alt eder!” esprisine uygunluk içerisinde, sol, daha baştan ‘ne olur, ne olmaz!’ diye kendi geleceğinin garantisi açısından, şiddeti, yani karşıtını alt etmek, sindirmek ve nihayetinde de ‘ebediyen’ yok etmek için, kendi dünya görüşüne şiddeti yerleştirmekle kalmamış, bunu birde kendi seküler felsefesi gereği, ideolojisi içerisine yedirmiş, yerleştirmiştir. Ondan sonra ise, amaca çok rahat ulaşalım düşüncesiyle ideolojik ve bilimsel(!

O halde bizlerde, tarihsel olarak Kur’an’dan yola çıkarak kendine özgü bir ortamda oluşmuş bulunan İslâm hukuku bağlamında karşımızdaki güce baktığımızda, bu güç eğer, ehl-i kitap olsa idi, durum daha farklı olurdu, ama hiçbir ilahi metne dâhil olmayan ve ontolojisi salt materyalizme dayanan bu güçle, ilişkiler hangi kriterler üzerine bina edilecek ve yürütülecekti?

Özetle söylersek, buna yeni bir fıkıh gerekirdi. Eski yorumların büyük bölümünün kısmen kısır kaldığı, kalabileceği, birçok konuda olduğu üzere kendini bu konuda da belli etmekteydi.

O zaman ne yapmalı, nereden ve nasıl başlamalı ve hangi kaynağı referans alıp hareket etmeliydik.

DİPNOTLAR:

1) Türkiye’de hiçbir zaman Avrupa’da örneği görülen tarzda bir sosyal demokrasi geleneği ve siyasi açıdan bir parti çalışması,çabası olmamıştı. Bunu CHP Kemalizm ile birlikte öteden beri  ‘ideolojik genetik’ kabilinden sürdüre geldiği İttihatçı yönünü kamufle etmede kullanmaktaydı.

2) Leninist-Stalinist Sovyetçi ve Maoist solcular.

3) Sayarsak;  İsmet Özel, Abdurrahman Arslan vb. Dünya’dan ve İslam dünyasında da örnekleri vardı: Roger Garoudy, Seyyid kutub, Muhammed Âbid el-Cabiri Mısırlı Muhammed İmara vb.

4)Mahmut Esat Güven, Mamak'tan Mekke'ye (Marksizm'den İslam'a Bir Vekilin Serencamı) Bengisu Yayınları 1.Baskı, Mart-2020 İstanbul 

5) Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, 1990, Metis Yayınları, İST.

6-) TKP… 10 Eylül 1920 yılında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de Mustafa Suphi’nin liderliğinde kurulmuştur.

7) Aclan Sayılgan, Türkiye’de Sol Hareketler, s. 591 2009 Doğu Kütüphenesi (Haz. Erol Cihangir)

8) Bizim Radyo… bir zamanlar TKP'nin (şimdiki değil, eski gerçek TKP'nin) yayın organı.dönemin Doğu Almanya’sının  Leipzig şehriden yayın yapan radyo.

9) Aclan Sayılgan, Türkiye’de Sol Hareketler, s. 592 2009 Doğu Kütüphenesi (Haz. Erol Cihangir) Ayrıca bakınız.Aynı kitabın “TKP, Radikal İslâmcı ve “Milli Görüş” ittifakı” adlı 6. Bölümü…

10) Türk Solunun Dili; Charlie Hebdo ve Mimajlar Savaşı, Sait Alioğlu Özgün İrade Dergisi,Şubat 2015, 130. Sayı

11) Yasin Aktay; İslam ve Solun Soykütüğü, s. 80 Tezkire Yayınları 2016, Ankara

12) Solun tipik aydın hareketi olmasının esas amilinden birisi ve belki de en önemlisi, Türkiye’de solun, karşısına alıp mücadele edeceği ve aynı zamanda Kemalizm’den bağımız bir sermaye sınıfının henüz teşkil etmemesi, ekonominin, Kemalizm gölgesinde, onun rehberliğinde devlet kapitalizmi (bir açıdan sosyalizm) olarak teşekkül etmesi ve Batılılaşma sürecinin bir eseri olarak diri tutulmak istenen irtica bağlamlı bir ‘ilerici-gerici’ retoriği idi. Ki, bu retorik zaten baştan Müslüman halkı saymadığı için, onların adına hak ve emek mücadelesi de neyin neysi idi…

13) Ümit Aktaş, Özgün Düşünce Dergisi 2.Sayı içerisinde “ İslamcılık ve Sol/Sosyalizm Ekseninde, Türkiye’de Sosyopolitik Değişim Üzerine bie Analiz” başlıklı makale, s. 11

14) Sait Alioğlu; Sol'a Dair Yazılar, Haberduruş.com

15) Kartel, holding, küresel şirketler vb.

16) Bülent Ecevit bazı konularda kısır ve dar düşünüyordu, ama sosyal devletçiydi.

(*) Bu yazı Özgün İrade dergisinin Aralık-2013 tarihli sayısında yayımlanmış olup, gözden geçirildi ve yeniden düzenlenip yayımlandı.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR