Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ümit AKTAŞ


Paylaşma ve körlük

Yazarımız Ümit Aktaş'ın "yeni" yazısı...


Mehmet Âkif, ömrünün son dönemlerinde, belki de kendi kuşağının hatalarından hareket ederek “Kıssadan Hisse” çıkarır:

Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Âkif’e bu dizeleri yazdıran, kendi kuşağının padişaha isyandaki paydaşlığına karşı iktidarı paylaşmadaki körlükleridir.

Abdülhamid‘den ve hatta çok daha öncelerinden beri gelen ve özünde iktidarı paylaşmamayı esas alan bir siyasal akılsızlık, sadece imparatorluğun değil, umutların da sonunu getirir.

İttihatçıların sorumsuz romantizmi Mustafa Kemal‘in siyasal gerçekçiliğiyle dengelense de, geride kalan koca bir düş kırıklığıdır.

Yaşananlardan ders çıkarmak, iyi kötü bir bilgeliği gerektirir. Hayalciliklerle gerçekçilikler arasındaki gelgitler içerisinde itidali yakalamak ise eleştirel bir duruş ve bunu mümkün kılan nesnel bir bakışla mümkün olur.

Olaylar ve olgularla olduğu kadar dost ya da düşmanla aramızda belli bir (eleştirel) mesafe olmazsa, bizi körleştiren o bakış hatalarından kurtulmamız da güçleşir ve ister istemez aldanışlara düşeriz.

Geleneksel bakış açılarının aşırı korumacı tutuculuğu, onları eleştirellik ve cesaretten yoksun kılsa ve geleneğin baskısı altında tutsa da, bunları aşma iddiasında olan Batıcı modernleşmeciler de kendi izlekleri karşısında yaklaşık aynı psikoloji içerisindedirler.

Dolayısıyla birincilerin geleneğin mirasına karşı körlükleri, bunları eleştiren ikincilerin “aydınlanmaları”nı doğal bir biçimde güvence altına almamakta, onları sadece bir olumsuzlama aşamasında bırakmaktadır. 

Kaldı ki mesele orada da sona ermemekte. Tarafların husumetleri, bu kez de karşı tarafı suçlamak ya da töhmet altında tutmak için farklı körleşmelere yol açmaktadır.

Aklın psikolojinin baskısı altında tutulduğu bu körleşme biçimi ise, hata bilindiği halde tarafgirliğin etkisiyle sürdürülen bir tür hizipçilik ya da tekebbüre dayanmaktadır.

Sözgelimi Kemal Kılıçdaroğlu‘nun, CHP‘yi helalleşme başlığı altında geleneksel katılığından çıkarma gayretlerine karşı, taraftarı oldukları Aydınlanmacılığın kendilerine peşinen sağladığı düşünülen eleştirel nesnelliğin zannı içerisinde olan şu modernleşmeci kibrin körlüğünden çık(a)mayanlar, bu bakışa özgü olmaması gereken taklitçi ve vesayetçi tutumlara saplanan bakışlarındaki körleşmelerden de doğal olarak kurtulamamaktadırlar.

Bu ise, seçimli sistem süresince sağcı partilerin ve şimdilerde ise Ak Parti‘nin sürekli iktidarda kalmasına rağmen; Aydınlanmacı, modern ve sosyal demokrat iddialar içerisinde olan CHP’nin, onca yoksulluk ve krize rağmen neden hâlâ aynı (çekirdek) oy oranının üstüne çıkamadığını açıklayan bir aymazlığı ele vermektedir.

Zira Ak Parti’nin de oy tabanında, tıpkı CHP gibi, uzun uğraşlar sonucu elde edilmiş bir sert çekirdek ve bunun oluşturduğu bir omurga vardır.

Millî Görüş olarak tanımlanabilecek olan bu omurga, özellikle 1980 sonrası farklı açılımlarla değişik toplumsal kesimlere ulaşarak bunları da bu omurganın etrafında toparlamıştır.

Bu gelişmeyi uzaktan şaşkınlıkla ve küçümsemeyle izleyen ama gerçekliğini anlamaya çalışmayan kimi Aydınlanmacılar ise bunu çıkar bağları ya da kültürel azgelişmişlik gibi belli bir anlamazlığın göstergesi olan etkenlerle izaha çalışmışlardır.

Dış güçlerin etkisi, köylülük, dinsel bağnazlık, çıkar ilişkileri, ataerki ya da erkek egemenliği ve hatta ferasetten yoksunluk… gibi başlıklarla irdelenen bu çocukça yaklaşımlar, neredeyse “bilimsel” bir ciddiyetle savunulagelmiştir.

Oysa bu sürecin içerisinde yaşayan biri olarak, bu sürecin nasıl bir emeğin, çabanın, mücadelenin ürünü olduğunu gayet iyi bilmekteyim.

İslamî bir gayretin içerisinde ama bu gayretin doğrudan siyasal bir partiye hasredilmediği bir yaklaşımla, siyasetçilerin uğramadığı yoksul mahallelerde, gecekondu semtlerinde yapılan çalışmalara bizzat katılmıştım.

Oralarda, (asla abartmıyorum bunu), verilen bir selamla bile onlarca insanın nasıl değişebildiğine bizzat tanık olmuştum.

Kendimiz de yoksul ve yardıma muhtaç olduğumuz halde, elimizde avucumuzda ne varsa bu yoksanmış insanlarla paylaşma çabası içerisindeydik.

Sadece elimizdekileri değil tabi, kalbimizdekileri de paylaşmakta ve bu insanlarla birlikte bizler de arınmakta, gönenmekte ve yetişmekteydik.

Bu yetersiz ama samimi halimizle giriştiğimiz seferberlikte, yardım ve dayanışma ağının o yoksul ve yoksun parmaklarımızla nasıl genişlediğinin, bu imkânsızlığın da tanığı olmuştuk.

Kelimenin tam anlamıyla “mucize” de bu değil midir?

İmkânsız olanın bu yoksul ve yoksun ama girişken ve cesur ellerde belirmesi, basılan yerlerin “suyu arayan adam”ların adımlarıyla yeşermesi anlamına gelmekte değil midir?

Sosyalistlerin etkinliklerini giderek yitirdikleri bu mahallelere uzanan eller, orada sosyalistlerin bile tam anlamıyla akledemedikleri bir yordamla insanın kalbine değen, maddi olduğu kadar maneviyatçı etkiler yaratmaktaydı.

Aklın duyarlılıkla bütünleştiği bu minvalin üretimine koşulanların içtenliklerinden başka bir sermayeleri de yoktu.

Kuşkusuz ki Terzi Fikri gibi bunu dikkate alan ve başaran sosyalist örneklikler de bulunmaktaydı ama bu mücadelenin gidişatı onu susturan derin güçler tarafından fark edilerek bastırıldığı gibi, ulusalcı ve Aydınlanmacı komplekslerinden kurtulamayan solcular da buna gereken değeri verememişlerdi.

İşte bu süreçte, onların bir tür kibirle hafife aldıkları ve basit bir erkek egemenliğin etkisiyle izaha kalkıştıkları başörtülü kadınların faaliyetlerinin inanılmazlığını, kadınların bu süreç içerisinde nasıl da birer siyasal fail haline geldiklerini, kapı kapı dolaşarak kurdukları teması, kurtarıcı bir eda ile giriştikleri gayretleri, gecekondu semtlerine taşınarak oradaki kadınlarla kurulan birebir ilişkilerin (sohbet halkalarının) etkisini de doğrudan gözlemlemiştik.

Kısacası Hacı Bayram Velî’nin de kendisini içerisinde bulduğu bir “ulu şar”ın inşa sürecine dahil olmuş ve biz dahi o süreçte, “taşla toprak arasında” yapılanmıştık.

Öyle ki o güne kadar o mahrum insanlara uzanan ve kendilerini onlarla eşitleyen yegâne bakış ve siyasal anlayış, Milli Görüş ve bununla ittifak halindeki İslamcıların gayretlerine dayanmaktaydı.

Tabi ki bu doğrudan bir “siyasal” faaliyet olmayıp, örgütsel bir şiddete de tâbi değildi. Bu kesimlerle bir gönül bağı kurmak, farklı bir izlek için de olsa elindekileri ve kalbindekileri onlarla paylaşmak, gençlere destek olmak, kadınların sorunlarını anlamaya ve çözmeye çalışmak gibi faaliyetlerdi ve dolayısıyla da bunun siyasal sonuçları da olacaktı.

Beri yandan Refah Partisi‘nin ilk belediye başkanları da bu kesimleri gözeterek, dezavantajlılara ellerini uzatmış, yoksullar kadar kimsesizlerle de hemhal olarak belediyecilik anlayışını altyapı hizmetlerinden sosyal hizmetlere değin genişletmişti. 

Hatta o dönemlerde, şimdilerde gökdelenlerle kuşatılan E5 karayolunun kenarlarında bedenlerini satarak yaşamaya çalışan kadınların ellerinden tutulmuş; öte yandan ise dünyanın önemli birçok fikir insanının katıldığı kültürel etkinlikler de bir belediyecilik faaliyeti olarak ilk kez yine aynı dönemlerde düzenlenmişti.

Dolayısıyla bu süreç hem şehrin ahalisinin hemşerileşmesi, şehir hayatına katılması (sözgelimi İstanbul’da yaşadıkları halde henüz denizi görmemiş olan birçok kadının denizle tanıştırılması; Edirne, Çanakkale veya Bursa ziyaretleri gibi etkinliklerin icraı), hem de düşünsel açıdan bir evrenselleşme olduğu kadar, kültürel açıdan da kozmopolitleşmelere (farklılıklara açıklaşmaya) de yol açmıştı. 

Ak Parti de bu sürece dayandığı için, dolaylı olarak bu politikaları sürdürmeye çalışmış ve verimlerinden de yararlanmıştır.

Gerçi birçok meselede ana mecradan sapılsa da, bu olumlu kazanımların, temelde Millî Görüş belediyeciliğinin ve İslamcı düşüncenin ürettiği bakış açısı farklılığının siyasetteki etkisi olduğunu söylemek mümkün.

Tabi mesele sadece “maddi” dokunuşlarla sınırlı değil; bu dokunuşları da kapsayan bir insan insana temas, her şeyden önce insan yerine konulabilmek, J. Ranciere’in belirttiği gibi, sessiz ve yoksun olanların bir “sese/söze” kavuşabilmesi, dolayısıyla sayılara gelmeyen “halk”ın siyasete katılması, maddi sorunları çözülürken manevi temaslarla bu tanışıklığın daha da etkili kılınması da söz konusu.

Siyasal katılımın ve maddi yardımların da ötesinde, belki de en önemli sağaltım ve dayanışma, bu manevi dokunuşlardadır.

Saint-Exupery’nin de söylediği gibi, “İnsanların yüreklerini besleyen, onlara buğdaydan gelen şey değildir. Buğdaya verdikleridir.” 1 

Yani ekmek, açlığı giderirken kalpleri de birleştirdiğince, sadece ekmek değildir. Belki de asıl ekmek budur. O yüzden değil mi ki anamızın pişirdiği ekmeğin tadını bir türlü unutamayız.

Onu paylaşırken, bölüşürken, yanında sevginizi de verebilirseniz, yapılanları yüreğinizle de destekler ya da besleyebilirseniz (ki dilimize namaz olarak çevrilen ve Kur’an’da zekâtla birlikte sıkça atıfta bulunulan “salat” kavramının temel anlamı da budur: kalpten gelen edimler, paylaşma, bölüşme ve dayanışmalar…), o zaman ilişkiler kalplerin de beslendiği bir muhabbete ve dostluğa dönüşerek tarafları derinden etkiler ve yüceltir.

Tersi de olabilir tabi; dayanışma edimlerinin kalbî desteklerden yoksunluğu, hükümranlık gayretleri, başa kakmalar, içtenlik kaybı ve bunun yol açtığı kaygılar gibi.  

O zaman da aldıklarınız/verdikleriniz zehir zıkkıma dönüşerek madunları muhataplarına karşı hınçlandırmaktan başka bir işe yaramaz. 

Bunda etkili olan ya da olamayan temel araç ise kullandığınız dil, gönül dilidir. Sesiniz, sözünüz, davranışlarınızın içtenliği ya da nobranlığıdır.

Yunus Emre de sözün etkisinden bahsederken aynı mevzuya temas eder:

Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz.

Siyaset de temelde insani ilişkilere, insanı dinlemeye, anlamaya, dahası ise onu etkileyecek, yaralarına merhem, dertlerine derman olacak işler yapmaya, sözler etmeye, çareler üretmeye dayanır.

Öyle ki hiçbir maddi güç hoşça edilmiş sözler, içten gelen davranışlar kadar etkileyici olamaz. 

Ama birileri ise bunca olan bitene rağmen Milli Görüş’ün siyasal omurgasının bir türlü etkisizleştirilememesine karşı, bu durumu anlamak için zahmetli ve nesnel çabalara girişmek yerine, siyasal durumu hâlâ sosyal yardımlarla göbeğinden Ak Parti’ye bağlanan kitlelerin aymazlığına vermekte ve bu konudaki körlüklerini sürdürmekteler.

Bunun ardında yatan emeği görmezlikten gelerek, sadece günümüzde artık çığırından (yoldan) çıkmış bir gidişata bakıp, farklı bir körleşme (reaktivite)’ye düşmekteler.

Bu yardımları alanların birer insan olduklarını, iyi kötü akıl yürütebildiklerini, bu yardımlardaki maddi etki kadar bir yığın farklı etkilerden de yola çıkarak bir karar oluşturduklarını dikkate almamaktalar.

Siyasal kararın sadece başat bir aklilik ya da çıkar etkisinde oluştuğundan ötesini kavrayamayanlar, kavramak için meseleye gönül indir(e)meyenler, bu hayat karşısında acze düş(ürül)müş insanları, onların aklı kadar kalplerini küçümseyerek, bunları salt kullanılmaya açık tipler olarak görürler.

Onların etkiye asıl açık olan yönlerinin insanca bir söz ve davranış olduğunun ise farkına bile varamazlar.

Kendilerine kadar uzanan ellerin, onların dertleriyle dertlenenlerin, acılarını paylaşanların oluşturduğu insan insana ilişkinin kıymetini anlayamazlar.

Bu insanları doğrudan aritmetik niceliklere indirgeyen bu bakışın izansızlığı, meseleyi hemen maddi ilişkilere indirgeyerek, bu insanların kendilerine verilen üç kuruşla kandırılabildiklerini vehmeder. 

Bu tür bir bakış ise insanı küçümsemek, hor görmek, kıymetsizleştirmek, dahası anlayamamak değil midir?

İşte bunun içindir ki, kendilerine yapılan yardımların körleştirdiğini düşündükleri bu insanları onlardan uzaklaştıran asıl etkinin ve onca tumturaklı çözümlemelerine rağmen bu etkinin boşa çıkarılamamasının da temelde “Aydınlanmacı” zihnin kibrinden kaynaklandığını da bir türlü anlayamazlar.  

Dolayısıyla da Gramsci sonrasında siyasal zihne eklenen onarıcı bakıştan, Foucaultcu rıza ilişkilerinden ve bunun üretimine dair anlayışlardan da uzak durarak, bunları Aydınlanmacılığa aykırı birer sapma olarak görerek, siyasal vaziyetin değişimi için olumlu bir etki üretimini beceremediklerinden, rakiplerinin hata yapmalarını ve gevşemelerini beklemekten başka bir şey yapamazlar.

Yine de biraz ferahlayabilirler elbette. Zira o gecekonduların yerini gökdelenler aldığı gibi, o sohbet halkalarının yerini de giderek cafe muhabbetleri ve çıkar ilişkileri almakta. 

 

1.  Antoine de Saint-Exupery, Kale, Zeplin Kitap, s. 52

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR