Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Bayram YILMAZ


PANDEMİ GÜNLERİNDE TOPLUMSAL PSİKOLOJİ ve TEFEKKÜR EKSİKLİĞİ SORUNUMUZ

Haber Duruş Yazarı Bayram YILMAZ'ın Yazısı;


 

Son bir kaç aydır tüm dünya ile beraber ülkemiz de Corona (covit-19) virüsünün yol açtığı küresel bir salgınla uğraşmaktadır. İnsanlığın yeni olan bu virüs türüne yönelik henüz kalıcı bir çözüm üretememiş olmasından dolayı; salgınla mücadelede önleyici tedbirlerin çok daha fazla önemsenmekte ve uygulanmaktadır. Bu çabaların neticesi olarak daha önce hiç kullanmadığımız “sosyal mesafe” ve “sosyal izolasyon” kavramlar popülerleşmekte. Bu kavramlarla insan insan temasının ortadan kaldırılması, zorunlu hallerde en aza indirilmesi, ortak mekan kullanımının minimalize edilmesi gibi yaklaşımlara dikkat çekilmektedir.

Sosyal izolasyonun gerekçeleri açıklanırken en rağbet edilen düşünce virüsün çok kolay bulaşabilen bir yapıda olması, bazı insanların hastalık semptomları göstermese bile taşıyıcılık özelliği nedeniyle başka insanların hastalanmalarına aracılık edecek olmaları gibi gerekçeler.

Salgınla mücadelede sürecinde -yeterliliği tartışmakla beraber- İnsanımızda sosyal izolasyon konusunda belirli bir hassasiyet ve bilincin oluştuğu görülmüştür. Salgın sürecinde kamuoyu ile paylaşılan resmi rakamlar da hastalanan ve vefat eden insanlarımızın sayıları ülkemizi çoğu gelişmiş ülkelere göre daha başarılı olarak göstermektedir. Ülkemiz son bir aydır, yetkili kurulları açıklamalarına göre “başka ülkeleri ve dünya devletlerini kıskandıran…” bir mücadele performansı göstermektedir. Özellikle de biz kendi adımıza bu pandemik(küresel) salgınla mücadelede ülkemiz sağlık çalışanlarının gayretleri her türlü övgünün üzerinde olduğunu belirmek isteriz.

Ülke olarak ekonomik imkânlarımızın sınırlı olmasına rağmen insanımızın duygusal ve fedakâr yapısı bu mücadelenin insani boyutunda ülkemizi öne çıkartmakta, örnek alınması gereken bir dayanışma kültürümüzü göstermektedir. Ama…

İşte oradaki kocaman “Ama” kısmında söyleyeceklerimiz toplum olarak çok kıymetli insani özelliklerimizin çok basit planlama ve iletişim hatalarıyla anlamsız hale gelebileceğini de göstermektedir.

10 Nisanı 11 Nisan 2020’ye bağlayan gece 21.30’dan sonra ülkenin haber bültenlerinde bir alt yazı geçmeye başladı. “Bu gece saat 24.00’dan başlamak üzere 48 saat süreyle sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir…” Ve film kopar.

Beylik bir laftır; “Ayakta durmak yıllar ister ama yıkılmak an meselesidir.” Yine bir diğeri; “Bir güveni inşa etmek yıllar ister, kaybetmek bir yanlışa bakar…” Mehmet Akif üstadımızdan; “Hadi yıkalım desen Süleymaniye’yi, iki ırgat yetişir…”

Aylardır salgının bulaşımını kontrol altında tutmak, bu sayede de mücadeleyi sağlık sistemimizin sürdürebileceği bir şekilde zamana yaymak gibi stratejiler o henüz başlamasına iki saat kalan sokağa çıkma yasağında çöker. Salgın öncesinde bile görülmeyen kalabalıklar bakkal, market, büfe, fırın, kuruyemişçi gibi alış veriş imkânı sunan mekânlara dolar. “Biz nasıl bir toplummuşuz?”, “Ne ara bu hale geldik?” dedirten görüntüler oluşur. “Aylardır korunmaya çalışılan sosyal mesafe kuralımız iki saatliğine göğüs göğse olarak güncellenmiştir…” gibi manzaralar oluşur. Yasak ilanından hemen sonra başlayan “Henüz yasak başlamadan ne satın alırsak kardır” gibi bir anlayışla insanlar yüz vermedikleri bakkalların önünde uzun kuyruklar oluşturdular.

Arz ve talebin ters yüz edildiği, “Yasak Pazartesinden sonra da devam edecekmiş…” korku ve evhamların ürettiği davranışlar o saatte haber kanallarındaki canlı yayında olan Sağlık Bilim Kurulu üyelerini şaşkınlığa sevk eder. “Aylardır sürdürdüğümüz cabalar bir anda heba ediliyor…” feryadı sokakta karşılığını bulamaz. Cami hopörlerinden, polis araçlarından yapılan “Yasak sadece 48 saattir, fırınlar, eczaneler, zorunlu ihtiyaç tedarik eden noktalar, vs. vs… açık olacaktır. Vatandaşımızın ihtiyacı kapısına kadar temin edilecektir…” gibi yapılan anonslar bile insanları sakinleştirmez. Gerilen sinirler bazı yerlerde kavgalara sebep olur.

Muhtemeldir ki çok kısa sürede şaşırtıcı bir şekilde gelişen olaylar ve bu kısa sürede ortaya çıkan insan davranışları sosyal psikoloji alanında üzerinde çalışıp, örnek vaka olarak gösterilebilecektir. Yine toplumun plansız ve örgütsüz bir şekilde kişisel ihtiyaçları için panikleyip sokağa çıkması üzerine de başta siyaset kurumu olmak üzere tüm toplumsal yapıların çokça düşünmesi gerekir.

Normal şartlar altında ufacık sıkıntılarla atlatılabilecek 48 saatlik bir kısıtlama, iletişim ve güven sorununun ürettiği bir panikle oluşan “sürü davranışı” yüzünden utanç görüntüleri oluşturmuş, tüm dayanışma ve fedakârlık söylemleri inandırıcılığı azaltmıştır. İnsanımızın güvenliği için ilan edilmiş sokağa çıkma yasağında; çok kısa bir sürede yaşananlar algının gerçeklerin önüne nasıl geçebileceğini ve davranışları yönetebileceğinin gerçek zamanlı bir uygulaması olmuştur. Toplam iki saatlik sürede fazladan üç ekmek, beş kilo domates, 250 gr kuruyemiş alabilmek için “omuz-omuza, göğüs-göğse …” çaba gösteren halkımız arasında ortadan kalkan sosyal izolasyonun sonuçları “…hepimize şimdiden geçmiş olsun.” dedirtmektedir. Rabbim bu süreçte tüm sağlık çalışanlarımıza ve iş başında olanlara yardım etsin, ülkemizi ve insanlığı korusun.

Öncelikle 10-11 Nisan gecesi yaşanların büyük bir hatalar zinciri olduğunun samimi bir şekilde itiraf edilmesi gerekmektedir. Çünkü bir sorunu çözmek veya azaltabilmek için tercih edip uygulamaya koyduğunuz bir düzenleme, sorunu azaltmak yerine katlayarak çoğaltıyorsa ortada öngörü ve strateji eksikliğinden kaynaklı büyük bir hata vardır. Bu konuda “hata yoktur” demek birbiri peşi sıra gelecek hataları görmemize engel olur ve aynı hatalara sürekli düşmemize yol açar. Ortada “Devlet ve siyaset kurumun bir hatası yok.” deyip yaşanan sorunla ilgili olarak karar verme sürecindekileri ıskalayıp suçu halka atanlarımız olabilir. Yine ve yeniden halkı suçlamak; sorumluluğu üzerinden atma çabasıdır. Bu da bizim hatalarımızı sürekli tekrarlamamıza neden olur. İyisiyle-kötüsüyle, asil ve süfli yanlarıyla halkımız bu. Daha doğru ifadeyle biz buyuz. insanımızın insani özelliklerini her daim çoğaltma çabasında olacağız bu bizim varoluşsal sorumluluğumuz. Eyvallah. Ama hep beraber şimdilik bu duruma göre kararlar alınmak, düzenlemeler yapılmak zorunda.

Belki anlık bir refleksle oluşan bu durumla ilgili çokça konuşacağız ve konuşulacaktır. Bizin anın ve zamanın vacibi olarak dikkat çekmek istediğimiz konu: bu kazayı/hasarı oluşturan hatalar zinciri. Özellikle de bu hata zincirindeki öngörü eksikliğine neden olan zaaflar.

Müsaadenizle kısa da olsa İş Güvenliği ve Mesleki Gelişim derslerinde anlattığımız “kaza zinciri”nin tanımını yapmak isterim.Bir kaza (yaralanma, zarar görme olayı) beş temel nedenin arka arkaya dizilmesi sonucu meydana gelir. Bunlardan biri olmadıkça bir sonraki meydana gelmez ve dizi tamamlanmadıkça kaza ve yaralanma oluşmaz. Bu beş faktöre kaza zinciri denir.

Bu faktörlerin sıralanışı:  1-İnsanın doğal yapısı (insanın doğa karşısındaki zayıflığı) 2- Kişisel kusurlar 3-  Güvensiz hareket ve güvensiz şartlar 4- Kaza olayı 5- Yaralanma (zarar veya hasar)”

Bu beş temel faktörün birbiri ardınca gerçekleşmesi neticesinde kaza ve yaralanmalar/hasarlar meydana gelmektedir. “Kazada Domino Etkisi” de denilen bu dizilimde aradan bir taşı/unsuru çıkarabilmeniz kazayı/hatayı önleyebilecektir.” demiş olalım ve konumuza kaldığımız yerden devam edelim.

Daha önce İstanbul yerel seçiminin iptali vesilesi ile de Çevre Etki Değerlendirmesi(ÇED)  meselesine değinmiştik. Kısa bir tekrar olarak;  ÇED;  Gerçekleştirilmesi planlanan bir projenin, çevre üzerine olabilecek olumlu ya da olumsuz etkilerinin tespiti, projenin olumsuz etkilerinin önlenmesi veya en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin tespit edilmesi, seçilen yer ve proje alternatiflerinin değerlendirilmesi çalışmalarını içeren karar verme sürecinin bütünüdür.  

Sadece kaba inşaat yaparken değil her davranışımızın, tavrın, tercihlerin de mutlaka ana hedefinden farklı olarak başkaca ne gibi etkiler doğurduğunun incelenmesi gereklidir. Ancak o zaman kendimiz ve toplum ile ilgili kararlarımızı en doğru şekilde verebiliriz. Sadece tek bir sonuca odaklanmak bize sonrasında çözmekte çok zorlanacağımız sorunlar armağan eder.

Pandemi sürecinde salgının bulaşım seyrini azaltmak için alınılan 48 saatlik sokağa çıkma yasağının istenilenin tam aksine sonuçlara sebep olacak davranışlar üretmesi işte toplumsal olarak kadim sorunlarımızdan olan plan ve etki değerlendirmesi yapamamanın nedenidir. Devlet aklında bile bulunan bu eksiklik maalesef sadece bireysel sorunlara yol açmakla kalmıyor baş etmekte zorlandığımız nesilden nesile tevarüs eden sıkıntılara da yol açıyor.

Çözüm için gereken işlerin başında toplum olarak düşünmeyi, tefekkür etmeyi, felsefe yapmayı, fikri sancıda bulunmayı önemsememiz, yüceltmemiz gerekmektedir. İkinci olarak düşünen, tefekkür eden, olaylar arasında anlamlı bağlar kuran, insan davranışlarındaki örüntüleri görüp okuyabilen ve devamında bir sonraki davranış(lar)ı öngörebilen insanlara değer verip söyleyeceklerine itibar etmemiz gerekmektedir.

Düşünceyi ve fikri çabayı önemsediğimizde ilk göreceğimiz fayda etrafımızda kuru gürültü, kaba hamaset yapan, bir meselenin bütündeki yeri ve anlamı üzerinde düşünmeyip olayları günübirlik fayda üzerinden değerlendiren popüler liyakatsiz muhterislerin uzaklaşması olacaktır.

Malumunuzdur ki tek başına hiçbir kimse ve liderik toplumsal akışa ne fikren, nede fiilen yetemez. Esas marifet doğru insanlarla bir kadro oluşturabilmek, her şartta doğru bildiğini söyleyecek uzmanlarla çalışabilecek ahlaki olgunluğu ve feraseti sahip olmaktır. Acı söz duymayı göze almak, kalabalıkların popülist beklentilerine göre değil toplumun uzun vadeli kazanımlarına göre tavır alabilmektir.

Yine öncelikli olarak neyin kazanım olduğunun da kısa vadeli faydaların büyüsüne ve duygusallığa kapılmadan olgunlaştırmamız gerekir. Çünkü çoğunlukla yarın kazanmak için bugün fedakârlıkta bulunup gerekirse bugün için kaybetmeyi göze alabilmeliyiz.

Bunun en zirve örneğini İslam Tarihinde Hudeybiye barış antlaşmasında görürüz. Peygamber efendimiz ile sahabe arasında zaferin Mekke’ye girip Kâbe’yi ziyarette bulunmak ile İnsanların kalplerine girebilme imkânlarına ulaşmak arasındaki değerlendirme farkı insanların farklı duygular yaşamasına neden olmuştur.

Müslümanların ve Hicaz bölgesindeki Arapların çok rahat bir şekilde ittifaklar kurabilecekleri, fiili bir çatışma ikliminden uzaklaşan İslam toplumu ve müslümanların çok daha rahat kendilerini anlatabilmelerinin sağlayacağı fayda Kur’an’ın hitabıyla bu süreç “Şüphesiz Biz sana apaçık fetih verdik..” ifadesiyle tanımlanmıştır. Yine Peygamberimizin Mekke’nin Fethinde adaletin gereği olarak bile olsa kan dökmeyip merhamet göstermesinin sonuçlarından biri olarak Mekke müşriklerinin o günkü lideri olan Ebu Süfyan, Peygamberimizin vefatından 2 sene sonra Bizans’a karşı kazanılan Yermük zaferini kazanan İslam ordusu içindeki 4 komutandan biri olabilmiştir. En güzel örnek’in Mekke’nin Fethinde ortaya koyduğu “Etki Değerlendirmesi” bizim için örnektir/ibrettir. Efendimizin ortaya çıkardığı fark; kısa vadeli düşünme bicimi ile uzun vadeli düşünen ve tefekkür edebilen zihin arasında ortaya çıkan farktır.

Her insan olayları durduğu yerden, kendi baktığı pencereden ve mevcut birikimleri ile değerlendirir. Komutan savaşı kazanmayı önceller, siyasetçi siyaseten yükselmeyi, politikacı politik arenada kalıcı olmayı, bürokrat bürokrasi de yükselmeyi… Kimin hedefi ne ise ona yaklaşabilecek nitelik ve donanım/yetiler kazanmaya cabalar, bağlantılar kurar.

Toplumsal akış içerisinde sürece müdahil olacak insanların akışta kişisel menfaati olmayan, meseleyi kapsamlı okuyabilecek ve üzerinde tefekkür edebilecek kişilerden oluşması her toplum ve toplumsal fayda için çok gereklidir. Lakin bizim Toplum olarak en temel sorunlarımızın kaynağında Mütefekkirimizin olmayışı yada karar mekanizmalarında bulunmayışı geliyor.

Bu yazımızda mütefekkiri İslam âlimi, fıkıh bilgini olarak sınırlandırmıyoruz. Mütefekkirden kastımız; toplumsal meseleler üzerine toplumun hayrına dönük kadim bilgeliğin ürettiği birikimi güncel olanın bilgisiyle ilişkisini kurabilecek birikimi ve çabası olan insanlardan bahsediyoruz. Güncel olanla ilgisi bakımından da sosyal psikoloji alnında birikim sahibi insanlardan bahsediyoruz. Bizim mütefekkir demeyi tercih ettiğimiz bu yetkin hocalarımız alınacak kararların sokakta, halkımızda ne tür bir davranışa veya davranış değişikliğine yol açabileceğini en azından ihtimal olarak söyleyebilsinler. Söyleyebilsinler ki alternatif durumlara yönelik süreçlerin alternatif yönetim planları yapılabilsin.  Yetkin/ Mütefekkir derken ülke dışında doktora yapıp “bu ülke”ye yabancılaşıp hariçten gazel okuyan tiplerden de bahsetmiyoruz.

Sokrates’ten beri bilinir ki (bu da yaklaşık 2500 sene eder.) bilginin ve bilmenin verdiği haz ve huzur hikmet ehli olanlar için başka hiçbir şeye değiştirilemez. İşte bu yüzdendir öğrendikleri üzerinde tefekkür ederek bilgiyi kıymetlendiren insanlar bizleri en doğruya götürebilirler. O insanlardır ki geçmiş tecrübelerin ışığında daha sağlıklı öngörülerde bulunabilir. Ahlaken de üstün ahlaklı insanlar ve tutarlı olmak zorunda olduklarından bizleri yanıltmamaya azami gayret göstereceklerdir.

Mütefekkirlerimizden bahsederken; bu toplumu oluşturan insanı ve bu insanların ilişkilerinden oluşan toplumsal yapıyı doğru anlayıp çözümleyebilen, sokağın dilini ve hassasiyetlerini bilen, bu topraklar ile kader birlikteliği olan insanlardan bahsediyoruz. Bu insanlarımız sadece olguyu tarif etmekle kalmayıp olguyu anlayan/hisseden, ilim/bilim müktesebatı ile çözümlemeler yapıp durumu anlaşılır kılan, yaşananların orta ve uzun vadeli sonuçlarını öngörebilen kişilerden ve oluşturdukları fikir halesinden bahsediyoruz.

Naçizane olarak mütefekkir insanlarımızın karar verme süreçlerinden yokluğunun ulusal ve uluslar arası sorunlarda boğulmamıza yol açtığı düşünenlerdenim. 

Ülke olarak (mü)tefekkür eksikliğimizin yol açtığı yakıcı (halen de devam eden) sorunlarımızdan biri de Suriye politikasındaki yanlışlarımızdır. Bu konuda bireysel olarak Arap sokağını çok iyi bilen bir gazetecimizin özel bir ortamda AK Parti dış politikasını yönlendiren dış politika yapıcılarına olayların başlangıcında “Suriye’de sokağın ve sosyo-politiğinin göründüğü gibi olmadığını…” anlatma çabasını bizimle paylaşmıştı. Kendisine verilen cevap “Esad rejimini çok abartıyorsunuz…” şeklinde olmuş. Bu cevabı verenlerden birinin siyasetten bunaldığında dinlenmek için kütüphaneye gittiğini kendi kitabında okuduğum zaman eksiklimizin sokağı bilmemek, İnsanla ru-be ru (face of face) (biraz tebessüm her zaman iyi gelir) kurmamanın insana dair politikalarda nasıl yanlışa sürükleyeceğinin yakıcı göstergesiydi. Ayrıca akademik kariyerin sınırlandırıcı etkisine de bir örnekti.

15 Temmuz da geceyi kurtaran şehidimiz Ömer HALİSDEMİR’in ağabeyi Soner HALİSDEMİR’in 2019’daki anma törenlerinde dile getirdiği gerçeğimizdir. “Bizler felsefe yapmayı sevmeyen bir milletiz. Bizler destan yazarız…” tespiti. İfade ettiği gibi, 15 Temmuz’a kadar başımız gelenin ne olduğunu öngöremeyen bir milletiz. Niye öngöremeyip destan yazmak zorunda kalmamızın cevabı da Soner HALİSDEMİR’in sözlerinde gizli. Çünkü “… biz felsefe yapmayı sevmeyen bir milletiz…” Bizim hatiplerimizin dilinde derinliği olan cümleler pek bulunmaz. Bulunsa dinleyici bulamaz. Bizlere daha çok slogan atmak sevdirilmiştir. Beyin yakan soru(n)lardan hoşlanmayız. “Basit cevaplar neyimize yetmiyor ki!” Olguyu, olayları, muhatabımızı anlayıp anlamlandırmanın zihinsel zahmetine girmektense yanlış ve eksik anlamanın kolaycılığına sığınmayı daha çok tercih edebiliyoruz.

Kemal Tahir’in Osmanlının Kuruluşunu Hayme Ana (hayme çadır demek olup devlet anlamında da kullanılan bir kelimedir) üzerinden anlatıldığı Devlet Ana kitabında Şeyh Edebalı’ya talebe olmak isteyen Kerim Çelebiye anası “Ben evimde kitaplı softa görmek istemem. İsterim seninde pazuların ağan (ağabeyin) gibi kılıç tutsun…” dedirtir.

Bizde olaylarla ilgili sebep sonuç ilişkisi üzerinde, giriş gelişme sonuç sıralamasındaki tutarlılık üzerinde düşünmek/tefekkür etmek pek yüceltilmez. Daha çok yüceltilen “Polat ALEMDAR abimizin” dillere pelesenk olan mottosuyla “Sonunu düşünen kahraman ol(a)maz”dır. İşte halkımızın kadim geleneğinden ve tarihinden beslenen bu değerler hiyerarşisi ve bilinçaltıdır ki tam olarak da sokağa çıkma yasağını iki saat önceden duyurulmasının ve halkın umarsız kalabalıklar halinde sokaklara çıkmasının zihinsel altyapısını oluşturur.

Halkımızın imkânları ve zaafları ile bizim halkımız. Yani biziz. Bizim peşine düştüğümüz sorunumuz; Duygusal yönü akli yönüne her zaman baskın olan (amiyane tabirle gaza gelmeye müsait) halkımıza sokağa cıkma yasağının nasıl duyurulacağını planlayamamak, 21-22.00 da duyuracağınız sokağa çıkma yasağını nasıl karşılayacağını öngörememek, devamında da yaşanların suçunu/sorumluluğunu bir kez daha halka yüklemek. Çözüm; bu düşünce sistematiğinden çözüm çıkmaz. Einstein ne bir selam gönderelim. Ne diyordu “Bir problem onu ortaya çıkaran zihin düzeyiyle çözülemez.”.

Sorumluluk duygusu duyarlılıkla ilgilidir. Amerikan eğitim sistemini eleştiren bir filmde bayan bir öğretmenin kullandığı bir replikti “duyarsız olmak kolaydır. Duyarlı olabilmek ise asgari ahlak ve cesaret ister.”   Doğru kararlar alabilmek ise bundan ötesini gerektirir.

Bilgi kaynağınızın, verilerinizin, veriler üzerine inşa ettiğiniz bilginizin doğru olması, sonrasında iyi niyetiniz kadar analiz kapasitenizin de yeterli olması gerekir. Analiz neticesinde ulaştığınız sonuçları işlevsel hale getirebilecek açıklama ve ilişkilendirme becerinizin de olgunlaşmış olması gerek şarttır. Tüm bunlardan sonrada politika yapıcılara duymak istediklerini değil duyulması gerekenleri söyleyebilecek (b)ilim adamı namus ve cesaretine de sahip olunması gerekir. Ha doğruları söylemenin cesaret isteyen bir nitelik gerektirmesi gibi bir durum varsa bu da devleti yönetenlerin aymazlığı ve ahlaksızlığıdır ki onu da buraya not etmiş olalım.

***

Zor zamanlardan geçiyoruz. “Her insan mikrop yuvası” anlayışının davranışa dönüştürülmeye çalışılan bir süreç. Hastalık sebebi olan virüsün biyolojik silah olup olmadığını bilebilecek düzeyde değiliz. Bildiğimiz dünya ölçeğinde gücü olanların her krizi daha da güçlenmek için fırsata dönüştürme istek ve hırslarının olduğudur. Eğer günün sonunda daha kontrol edilebilir bir insanlık ortaya çıkacaksa bu aileler ve şirketler için milyonları bulacak insan hayatı çok da önemli değildir. Biliyoruz çünkü dünyada yetersiz beslenmeden dolayı ölen insan sayısı virüs nedeniyle ölenlerin onlarca-yüzlerce katı. Dünyada ikimilyar insanın evinde kullanım suyu yok. ikimilyar insan taşıma suyla ihtiyaçlarını gidermeye çalışmaktadır.  Tüm insanlığın temel beslenme ve sağlık giderleri için dünya ölçeğinde çok küçük sayılabilecek paralar gerekmektedir lakin İnsani duyarlılığı olmayan parası olanlar için burası yatırım alanı olarak görülmemektedir.  

Tüm insanlığın temel beslenme ve temizlik ihtiyaçlarını çözebilmek için gerekli adımların atılmadığı dünyada Corona (covit-19) virüsü için tüm dünyanın seferber olması sadece insani duyarlıkla açıklanamaz. Sağlık sektörünün insanlar (özelliklede zenginler) için öncelikli harcama kalemi olması, sağlığın manipülasyona müsait (Neyin hastalık neyin hastalık olmadığı karışık bir süreç.) olması, yine bu sektörün dünya ölçeğindeki ekonomik büyüklüğü bizim gibi sıradan insanları ürkütmesi gerekir. Nihayetinde vicdanı olmayanların daha çok şekillendirdiği bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz.

Süreç içindeki insan davranışlarındaki değişiklikler ve bunların küresel düzeydeki karşılıklarının neler olabileceği konusu ciddi inceleme ve araştırmaların konusu olmalıdır. Toplumsallık iddiası taşıyan her fikir ve toplumsal hareketin de hazır evlerimizde sakince kalıyorken bunlar üzerinde düşünmeleri, öngörüler geliştirmeleri, ihtimallere bağlı olarak anlayış, davranış, çözümlemelerde bulunmaları çok önemlidir.

Batı-Helen kültürünün “carpe diem (anı yaşa)” mottosuyla zehirlenmiş insanlık, güncel olanın iğvasına (ayartmasına) çok kolay kapılmakta. Doğu toplumları olarak da bizler maalesef çoğu zaman başımıza gelenleri konuşmaktan başımıza gelebilecek olanları düşünmeye pek fırsat bulamamaktayız. Bugün asrın şahidi olarak bizler başınıza gelenin sınırlarına kendinizi çok kaptırırsak, kadim geleneğimizin “İbn-ül vakt (vaktin oğlu) olmak” öğüdünü yerine getiremeyiz. Halklar olarak içinizde tefekkür iklimi oluşturmaz, en azında farz-ı kifaye olarak mütefekkirlerimizi çoğaltamaz isek; geleceği şekillendirebilme, toplumu takva ekseninde dönüştürebilme, yeryüzünü imar ve nesli ıslah edebilme gibi iddialarınız niyet olarak hep içimizde taşıdığımız ama uygulaması hep ötelenen, ertelenen projeler olur…

Zor günler geçiriyoruz. Derdimiz sadece günü kurtarmak olmasın, geleceği kurmak da olsun. Vesselam

 

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR