Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Osmanlı’da irtidat ve Düvel-i muazzama

Yazarımız Ali Bulaç'ın "yeni" yazısı...


Önceki yazıda İslam ülkelerinde muhaliflerin ne kadar kolayca ölüm cezalarına çarptırldığını gördük. Bu cezalar büyük ölçüde gücünü tarihi fetvalardan alıyor. Bu yazıda itikadi irtidada takdir eden cezanın Osmanlı devleti ile Avrupalı devletler (Düvel-i muazzama) arasında ne büyük sorunlara yol açtığını, Osmanlı’yı bu uygulamadan ancak Avrupa’nın vazgeçmeye zorladığını göreceğiz. (86)

Osmanlı Devleti’nde irtidat sorunu 19. yüzyılın ikinci yarısına doğru gündeme geldi. Sorunun iki tarafı Düvel-i Muazzama İngiltere ve Fransa, diğer tarafı Osmanlı idaresiydi.

Olayın başlangıcında 1843 yılında İslamiyet’i kabul ettiği halde pişman olup dinden dönen bir Ermeni gencinin öldürülmesi yatıyordu. Bir kere müslüman olduktan sonra Ermeni gencin öldürülmesi cari hukuka uygundu, arkasından benzer bir olay Bursa’da yaşanınca Düvel-i Muazzamanın sert tepkilerine yol açtı. Bu iki olay yetmezmiş gibi bir sene sonra Selanik’te aynı suçtan bir idam gerçekleştirildi. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, Osmanlı idaresine “mürted suçu”nu düzenleyen Şer’i hükümlerin uygulanmasının durdurulmasını talep ettiler.

Osmanlı hükümeti, Paris büyükelçisi Mustafa Reşid Paşayı Büyük devletlere Osmanlı devletinin bu meseledeki “Şer’i zaruret ve dini mecburiyet”i anlatma görevini verdi. Paşa, Fransa Dışişleri Bakanı Gizo [Guizot] ile diyaloga geçti. Gizo bu tür infazların Avrupa kamuoyunda büyük infiallere yol açtığını söylüyordu, M. Reşit Paşa ise  “ahkam-ı şeriyyenin kavanin-i akliyye gibi tegayyür olunamayacağını, bu keyfiyyetin kimsenin yed-i iktidarında olmadığını” ifade ederek Fransa’nın bu talepten vazgeçmesini, aynı zamanda İngiltere’yi de İkna etmesini istemiştir.

Paşa tezinde ısrarlı olunca Gizo, konuyu görüşmek üzere Fransa kralı Lui Flip’ten [Louis-Philippe] randevu talep etti. Kral birkaç yüzyıl önce Avrupa’da da din ve mezhep kavgasından dolayı kan dökülmüşken Avrupa devletlerinin “ber muktezayı hukuk-ı insaniyye” insanların zihinlerini ıslah etmeye çalıştıklarını ve farklı din ve mezhepler arası düşmanlıklara son verdiklerini, Devlet-i Aliyyenin de “icabat-ı asriyyeyi bi’l-mülahaza” bu uygulamalara son vermesini isteyince Paşa bunun “değiştirilemez dini bir hüküm” olduğunu ifade etti.

Kral Flip, gayet ilginç bir soru soruyordu: Kendi isteği ve kalbi kararıyla değil de sadece korktuğundan dolayı kendisini müslüman gösteren bir kişiden ne hayır gelir?” Buna mukabil Paşa şu cevabı veriyordu:  “Bu ilahi bir emirdir, bu hükmün sebep ve hikmetini düşünmek, akli gerekçelerini ortaya çıkarmak bize yasaklanmıştır”

Fransız elçinin dediği şuydu: “Şu anda Paris’te böyle bir şey olsa, on güne kalmaz Fransa alt üst olur, Avrupa Devletlerinin her hangi birisinde böyle bir şey olsa diğer devletler tarafından mes’ul tutulur, diyordu. Fransa ve İngiltere Devletleri, Saltanat-ı Seniye’nin Rumeli kıt’asında bekasını isterler. Bütün dost devletler bu konuda aynı fikirdedirler. Ancak bu, bu gibi şeylerin meydana gelmemesine bağlıdır. Böyle şeyler meydana geldikçe Devlet-i Aliyye ‘ye barbar nazarıyla bakılıp “efrad-ı milel-i Avrupa’nın” efkarı aleyhe dönecektir. Devletlerimizin iyi niyetlerinin faydası olmayacak ve kamuoyuna uymaya mecbur olacaklardır. Kısaca şu vakitlerde, böyle bir hadise vukuu caiz olamaz. Böyle şeye yeltenen devlet Avrupa ile dostluk üzere duramaz. Devletlerin bu karar ve niyeti “kabil-i tefsir ve tahvil” olamaz. O halde Devlet-i Aliyye’ce muvafakattan başka “tarik-i esem ” olmadığını halisane söylerim. (Selahettin Özçelik, Agm, s. 383.)

Bir kere daha Gizo ile bir araya gelen Reşid Paşa mürtedin hükmüyle ilgili pek çok araştırma yapıldığını, ancak bir çıkış yolunun bulunamadığını, tertemiz şeriatın hükmünün irtidada cevaz vermediğini, saltanat makamı buna cevaz verecek olursa bütün millet-i İslamiye’den uzaklaşmak anlamına geleceğini söyledi.

1850 li yıllarda Halep ve Edirne’de çıkan karışıklıklar üzerine İngiliz büyükelçisi din değiştirmenin cezalandırılmayacağının resmen ilanını talep etmiş, ancak Sadrazam Ali Paşa’dan da şu cevabı almıştır.  “Padişah böyle bir talebe muvafakat ederse artık millet-i İslamiyyenin halifesi olamaz, saltanatı da muhafaza edemez. Mürtedler ile küfürbazların bundan sonra idam olunmayacaklarına dair diplomasi tarikiyle size teminat verebiliriz. Fakat bu müsaade-i mahsusayı ilan etmek, sınıf-ı avam ile ulema arasında o kadar şiddetli bir galeyan-ı taassuba sebep olur ki önünü almaktan aciz kalırız.” Paşa, İbn Abidin’e (öl. 1839) atıfta bulunarak irtidat suçunun dinin korunmasını teminat altına alan bir hüküm olduğunu,  bu cezasının zina, hırsızlık, iftira ve sarhoşluk suçlarına verilen cezalardan daha önemli bir fonksiyonu icra ettiğini, bu ceza uygulanmayacak olursa imanın zayıflayanların peş peşe İslam’dan çıkacaklarını belirtiyordu.

Hiç şüphesiz Düvel-i Muazzama’nın konuyla ilgili ısrarları sadece din özgürlüğüne verdikleri önemden kaynaklıyor değildi, onlar Osmanlı devletinin iç işlerine bu sayede müdahale etmek, bunun yanı sıra misyonerlik faaliyetine serbest alan açmayı hedefliyorlardı. Osmanlıların buna verdikleri tek cevap ise söz konusu hükmün sabit olduğu ve hiçbir şekilde değiştirilmesinin mümkün olmadığı şeklindeydi. (Kaşif Hamdi Okur, Agm. s. 359-361.)

Aslında 600 yıllık Osmanlı döneminde bu mesele sıklıkla gündeme gelmiş değildi, geldiği vakitlerde de klasik fıkıh kitaplarında yazılan ölüm cezaları her olayda uygulanmamıştı, ne var ki 19. yüzyılda devlet askeri zaaf düşünce konu Avrupa devletleri ile Osmanlı idaresi arasında bir güç mücadelesinin aracına dönüşmüş oldu.

x

Osmanlı tarafıyla batılı devletlerin temsilcileri arasında süren tartışmada, ilginç argümanlar ortaya çıkmış, Osmanlı tarafı fıkhi hükümlere atıfta bulunurken, batılılar Kur’an’dan deliller getirmişlerdir: Mesela Osmanlı Devleti’nin ileri sürdüğü “ahkâm-ı şer’iye” mazeretini Avrupa’nın da bildiğini söyleyen İngiltere Elçisi Canning “Halbuki bu maddede sarahat-ı Kur’aniye yoktur. Biz bunu araştırdık. Devlet-i Aliyye’nin koyduğu dinf mecburiyeti kabul edemeyiz. Bu gibi şeylerin vuku bulmasına günün (asrın) fikirlerinden dolayı bakıyoruz. Halbuki sarahat-ı Kur’anıye olan pek çok şeylerde de vaktin iktizasınca ve hale göre hareket edilmiştir. Mesela; esir düşen harbl taifesine diyet veya cizye teklif edilir, kabul etmezlerse katI ve idamları “ahkam-ı sarih-i şer’ıyeden iken zamanla bu usule riayet olunmayarak diyet ve cizyeyi kabul etmeyen esirler sulhtan sonra mübadele olunmak üzere tutulmaları gibi, harbi taifesi ile devamlı sulh akdi şer’ı usule aykırı iken daha sonra devamlı sulh için “akd-i muahedat” kılınmıştır” açıklamasını yapmıştır” (Selahettin Özçelik, Agm, s. 405.)

Sonunda konu, Osmanlı devletinin Avrupa’da kalmayacağı meselesine dönüştü. Osmanlı Avrupa’da kalmak istiyorsa bunun şartı irtidat hükmünün kaldırılmasına bağlıydı. Bu durumda, ölüm cezasını kaldırmaya pek niyetli olmayan Osmanlı hükümeti Avrupa’yı oyalama taktiğine başladı.

Aslında Osmanlılar artık Avrupa karşısında direnmenin pek mümkün olmadığını anlıyorlardı, işi uzatmanın da faydası yoktu. Bir daha mürtede cezası infaz edilecek olsa, bu Avrupa’ya meydan okuma anlamına gelecekti. Bunun Avrupa’nın gizli maksatlarına hizmet etmekten başka sonucu olmazdı, hatta Osmanlı’yı alenen bu suçun infazını yapmamaya mecbur da edebilirlerdi. Kısaca bu problemin çözümü gözükmemektedir, bu durumda yapılacak şey Avrupa Devletleri’nin aradıkları fırsatı ellerine vermemek ve zaman kazanmak ve de Allah ‘ın lütfuyla kuvvetli olmak gerekmektedir. (Selahettin Özçelik, Agm, s. 415.)

Nitekim takip eden süreçte bütün gelişmeler Osmanlı Hükumetinin direncini kırınca ilgili devletlere şu teminat ve taahhüt senedi hazırlanmıştır: “Mürted olan Hristiyan’ın katli maddesi fimabad vukua getirilmemesi hususuna dair esbab-ı müessirenin ierasına taraf-ı Devlet-i Aliyye ‘den teşebbüs taahhüt olunur. “

Ne var ki, bu şekilde bir cevap veya taahhüdü İngiltere Elçisi Canning kesinlikle kabul etmeyecektir. O’na göre burada yer alan ifadeler devletinin kendisine verdiği talimata uymamaktadır. Bu gelişme üzerine Fransa Elçisi Borkine de aym kanaatte olduğunu beyan etmiştir. Bu istekleri bildiren pusula münderacatı Meclis-i Hass-i Vükela’da okunmuş, uzun uzun görüşülmüş, sonunda İngiltere Elçisi’nin Bab-ı Ali ile görüşmelere memur ettiği Monsieur Alison’a tadil edilen cevap verilerek, bu cevap kabul edildiği takdirde Canning’in teşekkür için “Huzur-ı Hümayunla” gelmesine müsaade edilebileceği tasvip edilmiştir.

Tadil edildiği söylenen cevap suretinin üst tarafında “İngiltere Sefareti tarafından tahriren istenilen senet suretinin ibaresidir” ifadesi yer almakta ve şu sözlere yer verilmektedir. “Müslümandan irtidat edenlerin katli vukua getirilmemesine şimdiden ziyade en müessir esbaba teşebbüs olunduğunu Devlet-i Aliyye taahhüt eder. Ve ilelebet Saltanat-ı Seniyye ‘de mürted katli terk olunmuştur. Devlet-i Aliyye bundan böyle Hıristiyanıarı dinlerinden dolayı tahkir etmek ve rencide ve remide etmek niyetinde değildir. “

Bu cevap metni Meclis’te okunup, oybirliği ile ve önceki kararın esasından çıkılmayarak, fakat Avrupa’nın zihnini celb ve kötü düşünceleri uzaklaştırmak için “hüsn-i efkar-ı Şahane’ye dair” üst ve alt taraflarına bazı güzel sözler yazılan bir müzekkerenin her yönüyle uygun olacağı düşünülmüş, yine Viyana Sefiri Muhtar Bey’den gelen tahriratta, İngiltere’nin ısrar edeceği ve feragatta bulunmayacağı bir kere daha anlaşıldığından, artık işin uzatılmayarak kararlaştırılan cevap suretlerinin sefirlere verilmesi, Canning’in de bu işin tamamlanmasından dolayı değil, yalnız teşekkür için Huzur-ı Hümayun’a Perşembe veya Cumartesi günlerinden birinde çıkması hususunda irade-i seniyye istenmiştir ve aynı hususları ifade eden irade-i seniyye 28 Safer 1260/28 Mart 1844 tarihinde sadır olmuştur. Sefirlere verilmesi kararlaştırılan ve Padişah tarafından da uygunluğuna dair irade-i seniyye sadır olan cevap metni şöyledir: “Zat-ı Şevketsemat Hazret-i Şahane Düvel-i Fahime ile olan münasebat-ı halisasının hüsn-ı vikayesiyle müvedded kamile-i mütakabilenin tezyid ve istikrarı niyet-i mahsusa-ı daimesindedir. Mürted olan Hristiyan ‘ın katli maddesi fimabad vukua getirilmemesi hususuna dair esbab-ı müessirenin icrasına taraf-ı Devlet-i Aliyye ‘den teşebbüs taahhüt olunur. Ne var ki, bu müzekkere de Canning tarafından kabul edilmeyecektir. Aynı belgenin alt kısmında “Rebiülevvel gurre (1) 1260” tarihli bir derkenardan anladığımız kadarıyla bu müzekkereye “katl ve idam” tabiri de ilave olunarak yeni bir taahhüt senedi hazırlanmış ve alakalı şahıslar tarafından mühürlenmiştir. Bu değişikliğe sebep Canning’in tavrı olmuştur. 28 Safer 1260/21 Mart 1844 tarihli taahhüt senedi, elçilik tercümanları hariciye Nezareti’ne çağrılarak kendilerine verilmiştir. Fakat İngiltere Elçiliği Tercümanı Pisani sözkonusu varakanın esasında yazılan Hristiyan katli ibaresinden “katl ve idam” denilmedikçe ve yine aynı varakada yer alan “ifa-ı ayn” tabiri yerine “dinlerinden dolayı hiçbir şekilde rencide olunmayacaklardır” izahatıyla önceden istenilen ve Osmanlı Hükumeti’nce “elfaz-ı muzırra” kabul edilen ifadeler konmadıkça, kabul ve tebellüğüne muktedir olamayacağını söylemiştir. Mürted maddesine dair taahhüdün verilmesinden çok kısa bir zaman sonra Hristiyanların mezhep değiştirmelerini yasaklayan ferman da kaldırılmış oldu. (Selahettin Özçelik, Agm. S. 420-21, 427.)

Bu konu ile alakalı olarak Ali Paşa, “Padişah böyle bir teklife boyun eğecek olursa, ulusun ruhani başkanı olmaktan çıkar ve hükümdarlığı da uzun sürmez. Size ancak diplomatik yolla, Müslümanlıktan çıkanlara karşı idam cezası verilmeyeceğini vaat edebiliriz; fakat bunu bir hukuki, yazılı kural şekline dökersek halkı ayaklanmaya sevkeder ve ulema arasında zapt edemeyeceğimiz bir patlamaya sebebiyet veririz ” şeklinde verdiği cevap daha önceki mürted hadiselerinde verilen cevapların bir tekrarı olduğu ve Osmanlı diplomasisindeki kararlılığı göstermektedir.

Lord Stratford’un istediği “Hıristiyan olan Müslümanların” öldürülmemeleri taahhüdünün bütün baskılara rağmen verilmediği, bunun yanında “katl ve idam?” cezasının da uygulanmadığı anlaşılmaktadır. Zaten Islahat Fermanı ile bu durum açıklığa kavuşacaktır. Daha sonraki senelere ait olmakla birlikte mürtedlere verilen “katl ve idam” cezasından vazgeçildiği veya uygulanmadığına gösteren bir hadise de Rusya’dan gelip ihtida eden ve sonra da mürted olan şahıslar ve bunlar hakkında yapılan uygulamadır. (Selaheddin Özçelik, Agm., s. 429.)

Sonunda “Islahat Fermanı”nda yer alan “b’il-cümle hukuk-ı hükumette teba ‘a-i gayr-ı müslime ehl-i islam ile müsavi add olunması” ifadesi üzerine Fransız, Avusturya ve İngiliz elçileri bile istediklerinin çok ötesinde bir netice elde ettiklerini ifade etmişlerdir. (Selaheddin Özçelik, Agm. S. 430)

Kıssadan hisse

  1. 1Osmanlı kendi iç mekanizmalarıyla çözmesi gerekirken, irtidat konusu Düvel-i muazzamanın Osmanlı’nın iç işlerine müdahalesine ve siyasetin aracı olarak kullanılmasına dönüşmüştür.
  2. 2Aslında irtidata hükmün illeti ve maksadı açısından bakılsaydı, Osmanlı uleması bu sorunu kolayca bir hal yoluna koyabilirdi. Fakat yerleşmiş ve kemikleşmiş fıkıh geleneği buna imkan vermiyor, M. Reşit Paşa gibi bir zat dahi Şeriat hükümlerinin akli kanunlar gibi değişmeyeceğini, buna teşebbüs etmenin kimsenin elinde olmadığını söylüyor.
  3. Fransa Kralı’nın Osmanlı’ya yönelttiği soru utanılacak niteliktedir: “Kendi isteği ve kalbi kararıyla değil de, sadece korktuğundan dolayı kendisini müslüman gösteren bir kişiden ne hayır gelir?” Paşa’nın cevabı ise ibret vericidir: “Bu ilahi bir emirdir, bu hükmün sebep ve hikmetini düşünmek, akli gerekçelerini ortaya çıkarmak bize yasaklanmıştır.” Paşa’nın cevabından çıkan sonuç şu ki, İslami hükümler toplumda bol miktarda münafık olmasına rıza gösterir, kendi isteği ile dinden çıkana izin vermez.
  4. Osmanlı’yı zaman içinde ölüm cezasından vazgeçiren sebep, fıhi içithat değil, tamamen siyasi ve askeri güvenliktir. Düvel-i muazzama temsilcileri, açıkça Osmanlı bu uygulamadan vazgeçmeyecek olursa Rumeli’deki bekası tehlikeye gireceğini beyan etmişlerdir. Sonunda konu, Osmanlı devletinin Avrupa’da kalıp kalamayacağı meselesine dönüştü. Osmanlı Avrupa’da kalmak istiyorsa bunun şartı irtidat hükmünün kaldırılmasına bağlıydı. Bu durumda, ölüm cezasını kaldırmaya pek niyetli olmayan Osmanlı hükümeti Avrupa’yı oyalama taktiğine başladı.
  5. Padişahı endişelendiren husus, hükmün mahiyeti, bu hükmü vaz’edenin maksadı değil, ölüm cezasını kaldırması durumunda “İslam milletinin halifesi olmaktan çıkacak, saltanatını muhafaza edemeyecekti”. Osmanlı fiilen ve açıkça bu hükmü kaldıramazdı sadece diplomatik teminat verebilirdi. Bunun manası böyle vakalarda “mahkemelere hükmü uygulamaması” emredilecek ama kanun yerinde duracaktı. Aksi halde “sınıf-ı avam ile ulema arasında o kadar şiddetli bir galeyan-ı taassuba sebep olur ki önünü almaktan aciz kalınır.”
  6. Paşa, İbn Abidin’e (öl. 1839) atıfta bulunarak irtidat suçunun dinin korunmasını teminat altına alan bir hüküm olduğunu, bu cezasının zina, hırsızlık, iftira ve sarhoşluk suçlarına verilen cezalardan daha önemli bir fonksiyonu icra ettiğini, bu ceza uygulanmayacak olursa imanı zayıflayanların peş peşe İslam’dan çıkacaklarını belirtiyordu. Ancak bu ceza “had” değil, “ta’zir cezası”dır, Paşa konuyu ya bilmiyordu veya Avrupa’ya yanlış bilgi veriyordu.
  7. Gel gör ki Osmanlı Devleti’nin ileri sürdüğü “ahkâm-ı şer’iye” mazeretini Avrupa’nın da bildiğini söyleyen İngiltere Elçisi Canning “Halbuki bu maddede sarahat-ı Kur’aniye yoktur. Biz bunu araştırdık. Devlet-i Aliyye’nin koyduğu dini mecburiyeti kabul edemeyiz. Bu gibi şeylerin vuku bulmasına günün (asrın) fikirlerinden dolayı bakıyoruz. Halbuki sarahat-ı Kur’aniye olan pek çok şeylerde de vaktin iktizasınca ve hale göre hareket edilmiştir. Mesela; esir düşen harbi taifesine diyet veya cizye teklif edilir, kabul etmezlerse katI ve idamları “ahkam-ı sarih-i şer’ıyeden iken zamanla bu usule riayet olunmayarak diyet ve cizyeyi kabul etmeyen esirler sulhtan sonra mübadele olunmak üzere tutulmaları gibi, harbi taifesi ile devamlı sulh akdi şer’i usule aykırı iken daha sonra devamlı sulh için ‘akd-i muahedat’ kılınmıştır” açıklamasını yapmıştır”

Yani Avrupalılar, diyor ki, bu hüküm Kur’an’da yoktur, Kur’ani açık hükümlere rağmen pek çok konuda devrin şartlarına göre yeni hükümler konulmuştur. Mesela geleneksel fıkha diyet veya cizye ödemeyi reddeden esirler, sonra takas yapılmak üzere tutulmuş; daha önemlisi geleneksel fıkıhta gayrımüslim ülkeler ve toplumlarla sürekli savaş hükmü yer alırken, sonraları “sürekli barış için antlaşmalar” yapılmıştır.

İngiltere Elçisi Canning’in Müslüman Osmanlı’ya hatırlattığı, aslında İslam fıkhı konusunda ders verdiği bu nokta, geleneksel fakihlerin hangi saiklerden hareketle ölüm cezasını verdikleri konusuna da açıklık getirmektedir. Bir sonraki yazımızın konusu bu olacak.

Notlar

86) Vereceğimiz bilgilerin kaynağı Selahettin Özçelik ile Kaşif Hamdi Okur’un iki araştırmasıdır. Bkz. Selahettin Özçelik, Osmanlı iç hukukunda zorunlu bir tehir (Mürted maddesi), AÜ Akademik Araştırma Sistemi. Otam 1 Mart 2000, Yıl: 2000, Cilt: 11, Sayı: 11. https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/64231. Kaşif Hamdi Okur, İslam hukukunda irtidat fiili için öngörülen yaptırım üzerine bazı düşünceler, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002/I, s. 344-364.

 

Kaaynak:Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR