Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Osmanlı Toplumunun Din ve Kur'an Algısına Kısa Bir Bakış

Yazarımız Sait Alioğlu'nun 'konuya dair' yazısı...


Ya açar bakarız Nazm-ı Celil’in yaprağına/ Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına…”

(Kur’an Şairi Mehmed ‘Akif)

 Osmanlı toplumunun din ve Kur’an algısına girmeden önce, bayağı yaygın olan ve aynı zamanda da ‘galat’ bir temele sahip bulunan bir kanaatin varlığına işaret edelim. Ki, o da şudur; Türk/İslâm düşüncesini ön plana alan, günümüze ait birçok kaynakta, özetle Türklerin İslâm öncesi dönemde zaten beri tek tanrılı bir dine(gök tengri) sahip topluluk olduğu, Türklerin yaşayış itibarıyla o dönemde de ‘hal diliyle bile olsa’ İslâmi bir forma sahip bulundukları ve İslâm’la da tanışınca da hiçbir zorluğa düşmeden Müslüman oldukları ısrarla dile getirilip durur. Bu durum olsa olsa, geçmişe atıf yapaduran, ondan beslenen, hem kendisini ona yaslayan ve hem de onu referans alıp kendini meşrulaştıran, dinden hareketle içerisinde bulunduğu duruma yol bulmaya çalışan, senkretik(bağdaştırmacı) davranan ve n önemlisi de modern paradigmalarla üretilen mülahazalar üzerinden, kendi milliyetçi/ulusalcı ve muhafazakâr durumunu tahkim eden bir Türk/İslâmcı profili çıkması demektir. Bu durum, Fransız ihtilali sonucu özelde Fransız, genelde ise Batı Avrupa bağlamında seküler afet olarak addedilebilecek bir vasatın, yine, batının insicamını bozmadan ‘Usulüne uygun’ bir muhafazakârlığın o süreçte ‘Türk muhafazakârlığı’ adı altında monte edilmesini sağlayan ve yine kendine vatan arayan Fransız mantalitesinin bir izdüşümünden ibaretti…

 Bunlardan Yahya Kemal gibi muhafazakâr düşünür, yazar ve şairlerin düşünce, eylem ve söylemlerinde; laik rejim, dönemin Batı tarzı jakoben, totaliter karakterli yapısını içeren cumhuriyet formu ve tüm toplumsal katmanlara her çeşit yol ve yöntemle –zor kullanılarak bile olsa- kabul ettirilen Türk ulusalcılığı içerisisinde yer edinmesi için oluşturulan ve adına “Türk Müslümanlığı” denilen olgu en başta sosyolojik bir tespit ve yaşanan bir vakıadır. “Türk Müslümanlığı sosyolojik bir tespittir ve Türk din anlayışı kendine özgülüğüyle bir farklılaşmaya işaret etmektedir. Ancak bu farklılaşmanın tespitiyle de yetinmeyen Türk Müslümanlığı söylemleri, siyasal bir talep ve bir tepki içindir de.”(Ramazan Yazçiçek, “Milli Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı” s. 50, 1. Bs. Ekin Yayınları. İst-Nisan 2007)

 Daha sahabe döneminde İslâm adına Arabistan toprakları dışına yapılan ilk fetih hareketlerinin birinin şuan sair kavimlerle birlikte Kürt kavminin de yaşadığı Mezopotamya toprakları olduğu düşünüldüğünde, Araplar dışında ilk Müslüman olan kavimlerden birinin Farslarla birlikte Kürtler olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Mezopotamya ile gerek coğrafi, gerek kültürel vb. temel saiklerle doğal bir bağlantısı olan Anadolu’nun –İslâm kültürü içerisisinde o zamanki adlandırmayla Diyar-ı Rum- yerli halklarının da fetihle birlikte gelen İslâm mesajına muhatap oldukları, o kavimlere mensup insanların ya fert bazında, ya da belli bir oranda kitlesel olarak İslâm’a girip Müslüman oldukları tarihi bir gerçektir. Ki, o dönem Anadolu’sunda Müslüman kimlik içerisinde Kürtleri, Rumları, Ermenileri, Gürcüleri ve hatırı sayılır bir oranda da Arapları görmekteyiz…Ki, bu tabloda Malazgirt’le birlikte Orta Asya(Türkistan) orijinli Oğuz boyuna mensup Türkî kavimleri, Hassetsen de Türkmenleri ve az bir oranda kalsa da Moğolları görmekteyiz. Anadolu’nun Müslüman olmuş yerli ahalisinin ilk dönem İslâm kaynağının bizzat bu topraklara fetihler yoluyla gelen sahabenin ve tabiinin olduğu gerçeğinin zıddına, bu kavimlerden daha sonraki asırlarda(11. Yüzyıl)kendi topraklarının sahabe nesli tarafından fethedilmesine rağmen, İslâm’la kitlesel olarak İran sahrasında tanışan Oğuz Türkmen kavminin, ilk İslâmi temellerin atılmasında, başta İran’ın ve Hindistan’ın çok eskilere dayanan dinsel ve kültürel temellerine dayandığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Gerçi bunun yanında ilk fetihler döneminde Kur’an iklimine tıpatıp bir benzerliğe sahip bir İslâmi yapının da car olduğunun altını çizmeliyiz. Bu fark, İslâm’ın kabulünde, yerleşiklik bağlamında şehirli ve kırsal ayrımının belirginleşmesini sağlardı!  Daha ilk dönemlerde Buhara ve civarında(şimdiki Özbekistan) oluşan İslâmi yapının şehirli bir karaktere haiz olduğu, genel anlamda Türkmenlerin İslâmi temellerinin de eski Orta Asya(Türkistan) ve İran dinlerinden mütevellit bir veli kültüne dayandığı ve bu çerçevede de bir seyir çizgisi takip ettiği apaçık ortadadır. Bu şehirli ve kırsal ayrımının zihinsel plana sirayeti, o zihnin oluşumuna etkisi ve oradan da yola çıkıp toplumsallaşması da bir durum olarak en başta sosyolojik bir vakıadır. Osmanlıda din ve Kur’an algısına göz atmazdan önce, dönem itibarıyla, dini tarihi genel anlamıyla üç kısma ayırabiliriz. Bunlar tarih sıralamasına göre; a)Oluşum dönemi(1075-1453); b)Olgunlaşma dönemi(1453-1683); c) 18.Yüzyıl boyunca süregelen bir devreye tekabül eder.

 Yukarıda vurguladığımız üç dönemi de başlangıç noktalarına bakarak değerlendirdiğimizde Müslüman Türk gücünün 1071 Malazgirt’ten buyana bu topraklarda yer tuttuğu görülecektir. Her devleti, kendisiyle belli bir oranda ontolojik ilişkisi olan bir zeminde ele aldığımızda, Osmanlının –farklı boylara mensup olsalar da- Türklerin Oğuz kavmine mensup Selçukluların bir devamı olduğu belirginlik kazanır.Osmanlı sistemini hânedanın hüküm sürdüğü altı yüz küsur yılla sınırlandırmak doğru görülmemektedir. En azından bin yıllık tarihi süreç içinde XI-XX yüzyıllar arasında düşünmek gerekmektedir. Bu süreçte “klasik dönem” ve “yenileşme dönemi” şeklinde ikiye ayrılmaktadır.”(Hatice Kelpetin Arpaguş, Osmanlı halkının Geleneksel Din Anlayışı ve kaynakları, s. 66, 1.Bs. Kasım-2001 Çamlıça yayınları, İST.)

 İslâm’ın kişiyi ve toplumu kuşatıcılığına rağmen, birtakım sosyolojik vakalar, tarihsel durumlar, uzun bir müddet içerisinde bulunulmuş ‘eski’ dinsel ve kültürel değişimler, farklılıklar benzeri durumlar söz konusu olduğunda bir kişini ya da bir topluluğun İslâm içerisinde bulunuyor oluşu, bizlere büyük sosyolojik bir görüntü verebilirdi belki de…

 Bir de bir toplumu kuşatmış olduğu görülen iklim şartları, toplumun içerisinde bulunup bir açıdan da ekonomik sistemi, otoriter bir etrafında kümelenip ‘ülke aşırı’ yerlere göz dikme, oraları kendi benlikleri adına ele geçirme, elde tutma, hâkimiyet sağlama ve bunlara, Türklerde olduğu gibi lider kat’i bağlılık da eklenince toplumun din anlayışı tabiri caizse “lider bazlı” bir din elde etme olayı kendiliğinden anlam kazanır.

 Osmanlıya gelindiğinde Selçukluların Türkistan dönemlerinde büyük oranda kabul gören Mutezile gibi, dini, yine Kur’an’dan yola çıkarak akılcı bir formatta sunma gayretinin yerini, birtakım iç ve dış etkileşimler sonucu, ‘şeklen’ ana fasit bir biçimde Sünniliğin aldığı, bunun yanında Alevilik tarzında bir din anlayışının baskın olduğunu görüyoruz. Tabiri caizse, eski dinlerin kırıntısıyla içi doldurulan, Kur’an’a rağmen kitâbî olmayan, İslâm açısından en önemli bir gerekçe olan iman-amel(eylem) bütünlüğünün ya tümden olmadığı, ya da savsaklandığı bir durum söz konusu idi. Dünden bugüne bizler açından dinin toplumsal hayatta görüngüsüne genel anlamda baktığımızda, birçok şeyin birbiriyle artık telif edilemeyecek kadar farklılıklar ve karşıtlıklar içerdiği gerçeğinin yanında, birde çoğu kez Sünni forma mensup birçok insanın mistik anlayışa müptela olup karşı tarafın boyasına boyandığı, bunun yanında da,  heterodoks temelli dinsel çevrelerin mensuplarının da ya yakınlaşmak, ya çaresizlik, ya anlayışını bir bütün olarak İslâmi sanmak veyahut ta kendince işi sulandırmak gibi saiklerle sonuca bakıldığında bu taraftan farklı göründüğü de vuku bulmaktadır.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR