Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Ölüm cezasından yana olmayanlar

Yazarımız Ali Bulaç'ın "yeni" yazısı...


20. yüzyılın başlarına gelindiğinde İslam dünyasının iki merkezi Hindistan ve Mısırda yaşayan iki düşünür, Şırak Ali ve M. Reşid Rıza’nın mürted meselesine hiç de “hükmünün değiştirilmesi kimsenin kudret elinde olmayan şer’i bir hüküm” olarak bakmadıklarını görüyoruz. Şırak Ali mürtede verilen cezanın siyasi mahiyette olduğunu savunurken Kur’an ayetlerinin maddi müeyyide getirmemesine ve hanefi fakihlerinin hükmün illetine yönelik yaklaşımlarına dayanıyordu. Bireysel anlamda dinini değiştirenle müslümanlara karşı fiilen cephe alan arsında ayrım yapan Reşid Rıza da, birinci gruptaki mürtedlerin öldürülmeyeceğini savunmuş bunu da dinde zorlama olmaması ilkesine dayandırmıştır. (111)

Aşağıda zikredeceklerimizden başka Abdulaziz Çavuş, Mahmut Şeltut, Abdulkerim Osman, Suphi Mahmasani, Fethi Osman, Taha Cabir Alvani, Abdurrahman Ateş, Sahip Beroje, Ali Bardakoğlu, Hayri Kırbaşoğlu mürtede ölüm cezasına verilemeyeceğine kail olmuşlardır.

En Nebhan’a göre Hz. Ebu Bekir zamanındaki irtidat hareketlerinin bastırılmasının iki sebebi vardı: Biri komşu devletler İslam’ın içinde derin bir zaaf yaratmak istiyorlardı, diğeri ise bu isyanlar başarılı olsaydı İslam’ın Arap yarımadası dışına yayılmasının önü kesilecekti. Hz. Ebu Bekir söz konusu isyanları Muhacir ve Ensar’dan oluşturduğu ordu sayesinde bastırmayı başardı.  (112)

Yaşayan önemli alimlerden Yusuf Kardavi’ye göre mürtedle ilgili hükmü bid’atçılarla ilgili hükümle kıyas ederek tespit etmek mümkün. Bid’atçıları propaganda yapanlar ve yapmayanlar olmak üzere ikiye ayıran Kardavi, propogandistleri İslam’ı inkar edenler olmanın ötesinde, dine ve ümmetine karşı savaş açanlar sayar. Kardavi,  İbn Teymiyye’ye atıfta bulunarak el ve dil savaş türünün olduğunu, dil ile savaşın daha etkili ve yıkıcı olduğunu söyler, özellikle çağımızda iletişim araçlarının gelişmiş olması bunu gösterir.

Mürtede böylesine ağır ceza tatbik etmenin sebebi, Müslüman toplumun bir inanç (akide) toplumu olmasından kaynaklanır. Bu tanımlamanın referansı İbn Teymiye’dir (113) Durum böyle olunca, toplumun inanç temelini koruma zarureti ortaya çıkar, kimsenin bu temelleri yıkmaya hakkı yoktur.  Eğer mürted irtidadını açıkça ilan etmişse, bu topluma karşı savaş açtığı anlamına gelir, bu da suçların en büyüğüdür. Söz konusu irtidat fiili toplumun ahlaki ve manevi yapısını tahrip etmeyi hedefler, Şeriat’ın korumakla yükümlü olduğu beş temel zorunluluğundan ilkini, yani din’i (diğerleri can, mal, akıl, nesil güvenliği) ortadan kaldırır.

 Her mü’min dinini korumakla yükümlüdür. İslam kimseyi dine girmeyi zorlamaz. İman vicdani ikna ve tercih işidir. Ama dine girip çıkmak dini oyuna çevirir.

Kardavi’ye göre İslam hukuku, dinden çıkan eğer irtidadın propogandasını yapmıyorsa, ona ceza terettüb etmez. Hukukun cezalandırdığı “yalnızca irtidadını açıkça ilan eden ve özellikle bunun propagandasını yapan kimsedir.” Farklı argüman ve gerekçelerle dünyada da genel uygulama bu yöndedir. Kürdavi’ye göre “dinini değiştiren ve cemaatten ayrılan” (Buhari, Diyat, 6) ibaresinin yer aldığı  hadis -“Cemaatten ayrılmıştır” ifadesi, inşaî değil açıklayıcı bir nitelemedir-

Kardavi, tezini desteklemek üzere ilginç bir örnek verir. Der ki: “İrtidat eden kişi, kısa sürede başkalarını ve özellikle de zayıf ve sıradan insanları ayartır ve ümmetin başına bela bir topluluk oluşur. Sonra bu topluluk, ümmetin düşmanlarından kendilerine yardım etmeleri çağrısında bulunur. Böylelikle ümmet, bir kavganın, fikrî, içtimai ve siyasî bir bölünmenin eşiğine gelir; hatta bu gelişme kanlı bir çatışmaya ve her şeyi yiyip bitiren bir iç çatışmaya kadar uzanıp gider. Bu durum Afganistan’da bilfiil vuku bulmuştur. Burada belli gruplar önce dinden çıkmışlar, sonra Rusya’da eğitim görüp Komünist ideolojiyi benimsemişler, Komünist Partisinin saflarında askerlik yapmışlar, hiç beklenmedik bir anda iktidarı ele geçirerek, ellerindeki güç ve imkânları kullanarak toplumun kimliğini değiştirmeye kalkışmışlardır. Afgan halkı onlara teslim olmayıp direnişe geçmişlerdir.” (114)

İrtidat konusunda dikkate değer bir eser yazan İdlibi, İslam’ın evrensel manada rahmet, emniyet ve barış dini olduğuna işaret ettikten sonra “mürtedin öldürülmesi”nin İslam’ın haram kıldığı bir cürüm olduğunu söyler. İdlibi’ye göre bu cürmü zulüm ve baskı dönemlerinin önde gelen adamları (meşayih) yasalaştırmıştır. (115)

Hayrettin Karaman, ilk görüşünde “dinden dönenin öldürüleceğine” dair görüş bildirmekte iken, söz konusu cezanın sünnette ve icma ile tespit edildiğini öne sürüyordu (116) Ancak daha sonra, görüşünü değiştirip, salt inanç değişikliğinden dolayı mürtedin öldürülmesinin, İslam’ın altını çizdiği “din ve vicdan özgürlüğü” ilkesine aykırı düşeceğini yazdı. Karaman, konuyla ilgili kendisine sorulan iki soruya verdiği cevaplarda şöyle demektedir:

Soru: Sizce irtidad’ın (din değiştirmenin) cezası ölüm müdür? Bu uygulama, din ve vicdan özgürlüğüne ters değil midir?

Cevap: Eğer dininden dönen kimse bu yüzden öldürülseydi; yani din değiştirmenin cezası idam olsaydı o zaman dinde zorlama (kişiyi müslüman etmek veya müslümanlığını devam ettirmek için tehdit ve baskı yapma) olurdu. Halbuki ilgili âyet” dinde zorlamanın olmadığını” açıkça ifade ediyor (Bakara: 2/256). Esasen iman, aklın hükmü, gönlün rızası ve vicdanın kanâat getirmesi ile olur. Bir kimseye baskı uygulanır ve bu yoldan “inandım” demesi sağlanırsa, o kimse inanmış olmaz, takiyye yapmış, münafıklık etmiş olur. İslam böyle bir iki yüzlülüğe meydan vermez. Uluslar veya guruplar arası sistemde yalnızca, birbirine düşman, aralarında savaş ilişkisi bulunan iki gurup olursa, farklı din ve inanç sahiplerinin bir ülke içinde veya farklı ülkelerde sulh içinde yaşamaları mümkün olmuyorsa bu durumda din değiştirmek demek, “karşı tarafa geçmek ve müslümanlara savaş açmak” demektir. Bir kimse dinini değiştirdiği için değil, buna ek olarak müslümanlara savaş açtığı için öldürülür. (117)

İki soru:

  1. Bir kimsenin dinden çıktığına, kâfir olduğuna kim neye göre karar verecek?
  2. “Dinden çıkan öldürülür” diyenlere göre bunu kim hangi yetki ile icra edecek?


Tekfir (bir müminin dinden çıktığına hükmetmek ve bunu açıklamak) iki taraf için de tehlikeli olduğundan (Peygamberimiz (s.a.), “bu itham isabetli değilse sahibine döner” buyurduğu için) bu konuda çok ihtiyatkâr olmak ve en küçük bir ihtimali bile değerlendirerek müminin dinden çıkmadığına hükmetmek gerekiyor ve bu husus muteber kaynaklarda da böylece açıklanmış bulunuyor.

Diyelim ki bir kimse, bir müminin sözüne veya davranışına bakarak onun dinden çıktığına hükmetti, bu kanaate vardı; peki o, bu sonuca vardı diye mümin, gerçekte ve Allah katında da dinden çıkmış olur mu?

Bu konudaki kaide de şudur: “Şu söz veya fiilden dolayı filan kişinin kâfir olması lazım gelir (lüzum) demekle o kişi kâfir olmaz, eğer mümin kendi iradesi ve kararı ile dinden çıkarsa, bunu benimserse (iltizam) o zaman kâfir olur”. Osmanlıca’da bu kural şöyle ifade edilmiştir: “Lüzûm-i küfür küfür değildir, iltizam-ı küfür küfürdür”.

 

Bazıları bu cümleye “lüzum beyyin olursa küfür gerçekleşir” şeklinde bir istisna getirmişlerdir; bunun da manası şudur: Eğer kişinin söz ve davranışında onun kâfir olduğuna hükmetmemek için hiçbir ihtimal ve yorum kapısı yoksa, dinden çıktığı bu kadar açık (beyyin) ise o zaman kâfir olduğuna hükmedilir. Ancak bu istisna bile bütün kaynaklarda yoktur, birinci cümle ile yetinilmiştir.
Diyelim ki bir mümin, kendi hür irade ve beyanı ile ve benimseyerek dinden çıktı; bunun böyle olduğuna ve kendisine kâfir muamelesi yapılmasına ancak soruşturmadan sonra hakim karar verebilir. Sıradan bir kimsenin bir mümini tekfir etmesi ona kâfir muamelesi yapılması sonucunu doğurmaz.

Mürted olan (dinden çıkan) bir kimse öldürülür mü ve kim tarafından?

Öldürülür diyenlere göre buna hakim karar verir ve infazı da devletin ilgili birimi tarafından yapılır. Bu görüşe göre dinden çıkmak, seküler sistemlerdeki vatana hıyanet suçuna benzemektedir.
Görüşlerine ve yorumlarına katıldığım bazı alimlere göre “Dinde zorlama yoktur” kuralı, hem bir kimseyi dine sokmada hem de dinde tutmada geçerlidir. İman, inanmak, bir dini benimsemek zorla olmaz, eğer insan zorlanırsa, canı, malı, namusu… tehlikeye düşerse iman etmiş gibi görünür ama aslında inanmaz; kezâ dinden dönen öldürülür derseniz bu defa da aslında dinden döndüğü halde mümin görünen, iki yüzlü münafıkların oluşmasına sebep olursunuz; şu halde dine girmek de, bir dine girdikten sonra onda sebat etmek de zorlamayla sağlanamaz. Eğer dinden çıkanı öldürürseniz kişiyi, girdiği dinde zorla tutma yolunu seçmiş olursunuz ki, hem bu iman muteber değildir hem de “dinde zorlama yoktur” kuralı ihlal edilmiş olur.

Bu görüşü savunanlara göre dinden çıkan bir kimse müminlere düşman olan ve onlarla savaşan bir topluluğa katılırsa işte bu takdirde o da diğer muharib düşmanlar gibi ölümü hak etmiş olur.
IŞİD insanları mürted ilan ederken de, önüne geleni bu hükme dayanarak öldürürken de İslam’ın, yukarıda açıklanan kurallarını çiğnemekte, bu güzel dinin imajına da zarar vermektedir. (118)

Süleyman Ateş de mürtede ölüm cezası verilmesinden yana olanlara karşı çıkmaktadır. Ateş’a göre saldırgan düşmana karşı takınılması gereken tavrı belirleyen ayetleri, deruni (içsel) olan ve asla zor kabul etmeyen vicdani inanca müdahaleye dayanak yapmak, Kur’an’ın din ve vicdan özgürlüğüne tamamen aykırıdır. Zor karşısında inansa da kişi mü’min sayılmaz ki, ikrah (baskı) ile ne iman ne de küfür olur. (119)

Said Şimşek, Kur’an’da mürtede dünyevi bir ceza öngörülmediğini, Hz. Peygamber’in de savaş açmadıkça hiçbir mürtedi öldürmediğini delil göstererek, sırf inanç/din değiştirdi diye mürtede ölüm cezasının verilmeyeceğini, Hanefilerin kadını bu suçtan istisna etmelerinin de mantıklı olmadığını yazar. Çünkü potansiyel suçlu gerekçesinden hareket edilecek olursa, her mü’min dinden dönmeye adaydır, bu durumda öldürülmelidir. Esasında tarihte sadece din değiştirdiği için öldürülen kimse de yoktur; öldürülenler ya siyasi suçludur veya savunmasız (gariban) kimselerdir.

Said Şimşek’e göre, “Siyasi muhalefetten dolayı ise kimse öldürülemez. İslam âlimleri, bir müçtehidin, meriyetteki hükümlere aykırı içtihatlarda bulunabileceğini söylemişlerdir. Alim kişi mer’i hükümlere fiilen uyar ama sözleri ve yazılarıyla muhalefetini devam ettirir. Bundan dolayı da sorgulanamaz.” Şimşek, mürtedin hapse atılıp ikna edilmesi meselesinin de delilden yoksun olduğunu söyler: “Öldürme, telafisi mümkün olmayan bir cezadır. Madem dinden dönen kişi tekrar İslam’a dönmesi için ikna edilmeye çalışılır diyorlar ya öldürülmemiş olsa ve ileriki bir zamanda geri dönecek idiyse öldürmekle bunun önü de kapatılmış olur kişilerin düşündüklerini söyleme hürriyeti vardır; ceza verme veya baskı İslam’a aykırıdır.  Düşündüğünü ifade etme ve başkasının temel haklarının önüne geçilmediği sürece düşündüğünü yaşama geçirme konusunda ne laiklik ne başka bir sistem İslam’la yarışamaz.”  (120)

Bundan önceki yazıda mürtede ölüm cezası verilmesini savunanların gerekçelerini yazmıştık. Bu yazıda söz konusu cezadan yana olmayanların görüşlerine yer verdik. Ancak Kaşif Hamdi Okur, konuyla ilgili makalesinde üçüncü bir görüşten de söz eder

Abdulmecid eş Şerfi’nin Cemal el-Benna, Muhammed et-Talibi, ve Hamide en Nefir tarafından temsil edildiğini ileri sürdüğü üçüncü grubun temel yaklaşımı mürtede herhangi bir ceza verilmesini kabul etmemeleridir. Meseleye bireysel inanç perspektifinden bakan bu grupta yer alanlar, müslümanların insan hakları, özellikle din ve vicdan hürriyeti konusunda modernitenin ortaya koyduğu değerleri benimsemeleri gerektiğini düşünmektedirler. Bu bakış açısına göre iman hür iradeye dayalı kişisel bir tercihtir. İnançların farklı olması da ilahi iradenin bir tezahürüdür. Öyleyse nassların geleneksel yorumlarıyla bağlı kalınmamalı, Kur’an’ın ruhunu ve amaçlarını önemsemeliyiz. Ayrıca müslüman toplumunun da daima düşmanlarla çevrili ve casusların tarassutu altında olduğu fikrinden vazgeçmeliyiz. (121)

Her ne kadar Şerfi, “din ve vicdan özgürlüğü”nü öne sürenleri üçüncü grup olarak ele alıyorsa da yukarıda Hayrettin Karaman dahil, ölüm cezasına karşı çıkanların neredeyse tamamının hareket noktası, ölüm cezasının din ve vicdan özgürlüğüne aykırı düştüğünü ileri sürmeleridir. Ancak bu zatların dinden dönenin girdiği yeni dinini başkalarına anlatıp anlatma özgürlüğüne sahip olup olmadığı konusunda açık bir fikir beyan etmemektedirler. Sadece Yusuf Kardavi, prensip itibariyle ölüm cezasına karşı olmakla beraber, mürtedin yeni girdiği dinin propogandasını yapamayacağını açıklıkla söyler, bunu yapanları “ağır mürted” kategorisine sokar ki, Kardavi’ye göre İmam Humeyni’nin Selman Rüşdü hakkında verdiği fetvanın gerekçesi buydu.

Konunun “din ve vicdan özgürlüğü” açısından ele alınması yenidir ve bu da liberal haklar teorisinin kendini kabul ettirmesiyle ilgilidir. Kur’an-ı Kerim’de çok sayıda ayet mana ve medlul bakımından din ve vicdan özgürlüğüne temel teşkil etse de –ileride bunları tek tek ele alma fırsatımız olacak inşallah- klasik fakihler konuya buradan bakmamışlardır. Bu, ölüm cezasına karşı çıkan klasik ve çağdaş fakihler, yazarlar arasında gerçekte derin bir bakış açısı farkı olduğunun varlığına işaret eder. Liberal haklar teorisi “din ve vicdan özgürlüğü” yanında “ifade özgürlüğü”nü de kuvvetle savunmuştur. Düşünce ve ifade özgürlüğü neredeyse herkesçe kabul edilir hale gelmiştir. Bu konuda ölüm cezasına karşı çağdaş Müslüman fakih ve yazarlar suskundur yani mürtedin girdiği yeni dinin propogandasını yapıp yapamayacağını, çıktığı dini (İslamiyet’i) eleştiri özgürlüğüne sahip olup olmadığı konusunda görüş beyan etmiyorlar.

Sonraki yazımızın konusu “Laik yönetimlerin mürtedi” olacak.

Notlar

111) Kaşif Hamdi Okur, Agm. s. 359-361.

112) Muhammed Faruk en Nebhan, İslam anayasa ve idari hukukunun genel esasları, Çev. Servet Armağan, Sönmez Neşriyat, İstnbul-1980, s. 69, 379, 545 vd.

113) İbn Teymiyye, es-Sârimu’l-Meslûl, III/598.

114) Yusuf Kardavi,  Kadiyyetü’r-Ridde…Hel Tecâvezethâ el-müteğayyirât, Hutûratu’r-Ridde ve Muvâcehetü’l-Fitne” , http://www.islamonline.net/Arabic/contemporary/2002/02/article2a.shtml#2 tanımlı web sayfasında yayınlanmıştır. Ayrıca bkz. Y. Kardavi, “İrtidat Sorunu: Yaşanan Sosyal Değişimler Ve Tehdit Boyutu” Trc: Osman Güner, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi V/2 (2005): 259 vd.

115) Muhammed Münir İdlibi, Katlü’l mürted el ceriymetü’lleti harramaha’l İslam, 2. Bsm. Dımaşk-1993, s. 150.

116) Hayrettin Karaman, Mukayeseli İslam hukuku, Nesil y., İstanbul-1991, I, 132.

117) http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00228.htm. Ayrıca bkz. (11 Eylül 2009/Yeni Şafak)

118) Hayrettin Karaman, Kâfir oldu diye öldürmek, 08 Ocak 2017, Yeni Şafak) https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettin-karaman/kfir-oldu-diye-oldurmek-2035388

119) Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, X, 175.

120) Said Şimşek, Müslümanın Müslümanı boğazladığı ortamda Mürted ve hükmü, 15 Mayıs 2016, Diyanet Haber.

121) Abdülmecid eş-Şerfi, el-İslam ve’l-Hadase, (Tunus 1989), 126-131; Nakl. Kaşif Hamdi Okur, İslam Hukukunda İrtidat Fiili İçin Öngörülen Asli Yaptırım Üzerine Bazı Düşünceler 363 Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002/I s. 362 vd.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR