Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Müslümanlar “İktidara” Gelmezden Önce/Geldikten Sonra…

Yazarımız Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


Yazının başlığını “Müslümanlar gelmezden önce” şeklinde de okuyabilirsiniz.

O zaman;

Müslümanlar gelmezden önce; Mekke’de koyu karanlık bir hava, şirk ve zulüm vardı; Dünyanın geri kalanında da koyu karanlık bir tablo ve kasvetli bir hava hakimdi.

Dünya şimdikinden az çok farklı olarak, ama aynı mantığa mebni bir şekilde çift kutuplu bir dünyaydı; bir tarafta Roma/Bizans, diğer tarafta ise Sasaniler…

Çeperin dışında yaşayanları istisna kılmış olsak da, çepere yakın durun ve içerisinde bulunanlar bu iki güce bağlı, bağımlı idiler. Ör. Suriye Bizans’a ait iken,Yemen ise Sasanilere…

Daha sonra kutlu nebi’nin(s) peygamberliğini ilan etmesiyle başlayan tevhid süreci sonucunda İslam, yeniden insanların umudu olmaya başladı ve bu güzel durum bir müddet devam etti.

Peygamber’in(s) vefatı sonrasında cahiliye kültürüne dayanan kabilecilik ve soy, sopçuluk düşüncesi ağır basınca Emevilik adeta bir sağcılık formunda/formatında Müslümanlara arız oldu.

Ondan sonra, bu sakil durum ta 20. Yüz yıla kadar devam etti. Müslümanların, pek de İslam’a uygun olmayan yönetimleri, oluşturulan kültür ile tarihin tozlu raflarına kalkmış oldu.

Bu hengâme içerisinde kalan Müslüman coğrafya, Osmanlı’da olduğu üzere Batı’ya ve onun yöntemlerine teslim oldu, kerhen de olsa bir Batılılaşma hareketi sadır oldu.

İşte, bu süreçte yeni bir şeyler oldu; eskinin, yeni bir dil ve söylem ile değişmesini arzulayan İslamcıların, birçok çabası da akim kalmış oldu.

İşte, Tanzimat Fermanının ilanı ile başlayan Batılılaşma çabalarının bir sonucu, yeni iktidar deneyimleri ile oluşan ve İttihad ve Terakki’nin iktidara el koymasıyla devam eden süreçte Müslümanlar, daha doğrusu dönemin birçok İslamcı aydın ve ulemasını yolu kesilmiş ve meydan Batıcı(Türkçü, solcu, laik) zevata kalmıştı.

Bu sürecin bir nevi finali sayılacak olan Mustafa Kemal öncülüğünde kurulan cumhuriyet’in, kendi ontolojisine uygunluk içerisinde ortaya konan uygulamaları sonucu Müslümanlar bir kez daha iktidardan uzaklaştırılmışlardı.

Bu uzaklaştırma ve haliyle var olandan uzaklaşma, tarih boyunca Müslümanlara yönelik olarak uygulanan onları iktidardan alıkoyma çabalarına bakıldığında, geriye dönüş pek mümkün görünmüyordu.

Osmanlı’nın klasik paradigmalarından olan İslamcılık müntesipleri bazında ya Âkif gibi sürgünde, ya da Said-i Nursi(Kürdî) gibi hapishanede vs. devre dışı kaldığı gibi, topluma yol göstericilik bağlamında da kendini yer altına çekmişti.

Ülke yirmi yedi yıl CHP’nin –aslında devletin- tek parti diktatoryası altında kalmış, onu oluşturan çeşitli kavimlere –Ör. Kürtler- verilen sözler yerine getirilmemiş, bilakis tüm renkleri katılımıyla oluşacağı söylenen/öngörülen “Türkiyelilik” yerini “Türklük” adına ulus-devlete bırakmıştı.

Bu tek tipleştirmenin bir de din/mezhep boyutu vardı. O da, dinin toplumsal/yönetim planda kendini var kılmasının önüne geçilmiş, hatta din, dolayısıyla İslam Osmanlı son döneminden itibaren bir “irtica” retoriği içerisinde “gericilik” olarak tanımlana gelmişti.

Ama buna rağmen, İTC kadroların başlattığı ve Türk’ün sorgusuz, sualsiz hâkimiyetinin onayı için, din’e belli bir oranda yer verilmişti; Bu alanda DİB teşkilatı kurulmuş ve devlet desteğiyle bir tefsir(Elmalılı) ile önemli bir hadis külliyatı olan Sahih-i Buhari’nin baskısı bizzat devlet tarafından yapılmıştı.

Bir de, devletin kendi meşruiyetini pekiştirmek için ta Osmanlıdan buyana, -klasik ya da modern anlamda- o meşruiyete koşut olarak fetva verme işinin gördürülmesi sadedinde Hanefiliğin kullanılışlı bir aparat olarak değerlendirildiği görülmektedir.

Ama bunlara rağmen, İslamcılık yer altına çekildiği, Müslümanlarında gözden düşürülmesi sağlandığı için “İslam tehlikesi(!)” de kendiliğinden ortadan kalkmış oluyordu.

Bu çerçevede, daha sonra başlı başına bir yapıya dönüşecek olan Nurculuk yasaklı ilan edildiği gibi tehlikeli bir yapı olarak da lanse edilmiş; yapı kovuşturmaya uğramış, birçok operasyon yemişti.

Bu hareket dışında –rejimi zorlayan- başka bir hareket bulunmadığı halde, rejim sürekli olarak Müslümanları birer korku unsuru olarak lanse etmiş, adeta her yaprak kımıltısını dahi örgütlülük içerisinde değerlendirip cezalandırma yoluna gitmişti.

Bu durum, sözde çok partili döneme geçildikten sonra sona erecekken, bu kez, İslam tehlikesi gizli, kapaklı bir şekilde devlet katında elde tutulmuş, Müslümanlar peyderpey sağcılaştırılma yoluyla, muhafazakârlığa ve hatta milliyetçiliğe kadar bir sarkaç içerisinde –belli bir özgürlük alanı tahsis edilerek- gözaltında tutulmuşlardı.

Bu işi bu kez, sözde kendileri de Müslüman olan düpedüz sağcı olan siyasi ve bürokratik zevat yapmıştı.

Bu durumda yetmişlerin başına kadar sürmüştü. Daha sonra, yine Müslümanlar gelmişti; bu kez, Adil Düzen, Ağır Sanayi Hamlesi; Önce Ahlak ve Maneviyat” düsturuyla öne çıkan MNP/MSP ve devamında RP vb. partilerin iktidar ortaklığı ile ülke ve toplum adına bir şeylerin yapılabileceği öngörülmüştü.

Bu kez devreye 28 Şubatçılar girmiş; biri sağcı, diğeri ise muhafazakâr(kimine göre İslamcı) iki partinin kumuş olduğu koalisyon darbe ile sona erdirilmiş ve Müslümanlar, İslamcılar; devleti yönetmeye talip olan Müslüman kadro tekrardan çepere atılmış oldu.

RP’nin kapatılması, ona verilen altı milyon civarında oyun dikkate alınmaması ve akabinde kurulan “laik-ulusalcı-sol” iktidarın ülkeyi yok oluşa sürükleyici yanlış ve berbat politikalar icra etmesi neticesinde halkın umudu yine Müslümanlar olmuştu.

Bu kez, yine Müslümanlar devreye girmişti. Ama tek bir farkla, o da “Milli Görüş gömleğinin tümden çıkarılması” ile sonuçlanan ve akabinde, eksi kadroda bulunan “yenilikçi” zevatın çalışması sonucu AK Parti kurulmuş, seçime girmiş, ilk seçimde iktidara gelmişti.

O hareketin gömlek değiştirme hadisesi işin esprisi olmakla birlikte ve kendini tamamen İslam ile lanse etmediği halde, Müslüman halkın büyük çoğunluğu onu “İslam adına” desteklemişti. O ise, yüzünü Batı’ya çevirmişti. Bunun, Müslüman kitle dışında kalan; laik, ulusalcı ve liberal kesimlerin, Batı’ya doğru yürüyüşleri, her ne kadar kendileri gibi Batıcı olan, ama başarısız politikaları sonucu ülkeyi bir türlü batı kulvarında tutamayan iktidarların yapamadığını AK Parti yapmak için o kesimlerin sempatisini kazanmaya çalıştı.

Bu konuda da, “düşe, kalka; yanlış ve doğru politikalar uygulayarak epey de mesafe alınmıştı. Bunlar, o kesim, hatta giderek Müslüman kitle içerisinde bulunan birçok kesim içinde Batı(AB) ulaşılması gereken hedef olmuştu.

Bu kesimin ilgisi iki temel saike dayanıyordu; biri, katı Kemalist anlayıştan ancak,- içeriği tartışılsa dahi- Batı bloğunun sunduğu özgürlük düsturu ile kurtulunabilir, böylesi bir ideoloji gözden düşebilirdi.

İkincisi ise, dinî, ideolojik ve Batı’dan alınan güçle daha özgür bir hayatın kurulmasından ziyade, AB’ne girildiğinde maddi anlamda zengin olunacağı zehabına kapılan kesimin anlayışı hâkimdi; parti ve iktidar sayesinde il ve ülke ile dünyada çeşitli alanlarda birçok ihaleye girilebilir, imkânlardan yararlanılır, zengin olunur ve sınıf atlanırdı!

Bu kesimin, paradan, zenginlikten başka bir düşünceleri olmadığı gibi, elde tutulur pek bir değerleri de yoktu. Zaten hiç olmamıştı.

Ama bunların borusu ötüyordu; halen şimdi de olduğu üzere…

İşte bundan dolayıdır ki, katı Kemalizm’e karşı “özgürlükçü Batı” bloğunu seçmek isteyen insanların büyük bölümü ya partiden ayrılmış, ayrılmak zorunda bırakılmış ve umutlarını başka bahara bırakmışlardı.

Bunların dışında kalan, ama başlarda özgür kalabilmek için Batı(AB)’ile yol yürümek isteyenlerin büyük bir kısmının da, o zenginlik taraftarı olan ve kendilerini parti ile birlikte devletleşmiş kabul eden zevatın, bu kez birçok alanda özgürlük karşıtı oldukları görülmektedir.

Var olan yapının bir nevi parti-devlet’e dönüşmesi neticesinde oluşturulan CHS’nin, om da bir tek kişinin kararı çerçevesinde hareket etmesi sonucu; oluşan denetimsizlik, yok olan şeffaflık gibi gerekli durumların olmayışı, maalesef Müslümanların “şimdilik” son kez iktidara gelmelerini ve halen birçok alanda uygulanan yanlış politikaların faturasının ağır olacağını haber vermekte olup partinin etkili yetkililerinin “ lider, yanlış yolda olduğunu söylemez/söyleyemez!” türü ifadeler –inşaallah sonucu öyle olmaz- gereceğinde bir nevi habercisi gibi duruyor.

Bunlar, Müslümanların, artık iktidara gelmeyeceği/gelemeyeceği, ya da gelmek istemeyecekleri anlamına gelmezdi. Demek ki, o da yola çıkıldığında kotarılan “muhafazakâr demokrat” kimlikli siyaset, gelip otoriterleşince, işin esprisini kaçırmış oldu!

Niyet başka, uygulama başka ise, sonuçta başka olurdu.

Her ideolojik katmanın dünya üzerinde iktidar olunduğunda uyguladığı doğru politikalarla birlikte, yanlış politikaların varlığı nasıl ki, o ideolojilerin sonu olarak değerlendirilmiyor ise, salt muhafazakârlık adına iktidar olma çabaları ve elde edilen sonuçlarda Müslümanların iktidara gelmemesi/gelememesi olarak okunamazdı. Sadece Allah© düşmez, kalkmazdı.

Belki de bu yanlışlar ilerisi için tecrübe anlamında yol gösterici olur ve muhafazakârlığın değil, İslamcılığın “tevhid, adalet ve özgürlük” şiarıyla ve hakkaniyet içre olası bir iktidarına kapı aralayabilirdi.

Yeter ki, hatalardan ders alınsın, ondan dersler çıkarılabilsin. Gerisi laf-ı güzaftır sonuçta…

 

Kaynak: farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR