Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Mülteci Karşıtlığının Dayanılmaz Hafifliği…

Konu, çıplak bir şekilde sağ ve özellikle de mülteci karşıtı Avrupa sağından esinlenilmiş olunca, işin salt milliyetçilik boyutunu bir tarafa bırakıp, onun yerine ulusalcılığı koyup değerlendirdiğimizde, Suriyeli, Afgan mülteciler vb. üzerinden yapılan tartışmaların mahiyeti de elbette değişecekti.


” Bizimde Le Pen ’ lerimiz olmalı değil miydi?! ” 

Milliyetçilik konusu tartışmalı bir konu olmaya devam ediyor. Bu tartışma, onun temelinin ve referans kaynağının ne olduğu ve mahiyetiyle alakalı…

Konu, çıplak bir şekilde sağ ve özellikle de mülteci karşıtı Avrupa sağından esinlenilmiş olunca, işin salt milliyetçilik boyutunu bir tarafa bırakıp, onun yerine ulusalcılığı koyup değerlendirdiğimizde, Suriyeli, Afgan mülteciler vb. üzerinden yapılan tartışmaların mahiyeti de elbette değişecekti.

Denilecektir ki, “ ulusalcılık ve milliyetçilik aynı şeye tekabül edip ona hizmet eder ve aynı mantalitenin ürünü olup mahiyetleri itibarıyla aynılık içerir ve kavramsal çerçeveleri de yekdiğerinden farksız değil mi?” diye.

Yukarıda da belirttiğimiz üzere aynı mantalitenin ruh ikizleri olmakla birlikte ve genel anlamda da aynı sonuçları doğurdukları halde, genel olarak Batı ’ da var olan uygulamalara kıyasla, ulusalcılığı aut, milliyetçiliği ise inn olarak değerlendirilebilirlik anlamında birbirinden farklı pratiklerle anlam kazanır.

Yine, konuyu, anlamak açısından değerlendirme devam edelim; burada ulusalcılığın, diğerinden –Batı tarafından kendisine yüklenen görevler dolayısıyla- farklı olduğunu, başta Suriyeliler olmak üzere Ortadoğu ve Güney Asya’dan(Afganistan, Pakistan) gelen mültecilere yönelik kışkırtıcı dile bakıldığında ulusalcılığın, birleştirici(homojen) değil, ayrıştırıcı(heterodoks) bir dili kuşandığı akıldan varestedir.

Burada, “ Bu, neden böyle?” sorusu devreye girmekte. En başta, yüz küsûr süreç içerisinde Batıcı doneler üzerinden oluşturulan ve onun üzerine bina edilen “ devlet ” e biçilen role bakıldığında; hemen her alanda Kemalist karakterli Batıcı anlayış ve uygulamalar sonucu İslam ’ ı çağrıştıran en ufak bir harekete dahi verilmeyeceği/verilemeyeceği düşüncesi baz alındığında; mültecilere yönelik “olumsuz” durumlar izah edilebilir.

Mültecilere yönelik “olumsuz” uygulamalar, hiç unutulmasın ki, onlarca yıl bu toprakların esas unsuru olan Müslüman halka reva görülmüştü.

Şimdide, bu reva şeklini, elbette istisnaları olmakla birlikte soldan, sağ’ dan ve hatta birçok muhafazakâr kesimde de, bu kez mültecilere karşı görmekteyiz.

Tabii ki, muhafazakâr tepkiler, üstü örtük bir şekilde sürmesiyle birlikte, önceleri “ muhacir dostu ” olarak sözde “ ensarlık ” görevini kendine vazife bilen! AK Parti iktidarı tarafından, onlara yönelik olarak açıkça ve resmi ağızlardan dile getirilince dillendirilir oldu.

Ensarlıktan neden vazgeçildi?

Müslümanların iktidar deneyimsizliği AK Parti kadrolarını epey zorlamıştı. Bunun en büyük sebebi bürokrasi alanda tecrübesizlik ve ortada bulunan bürokratik kadronun –eksiği, gediği, doğrusu ve yanlışıyla- eskiyi devam ettirmeleri sonucu, hükümette, kendine özgü bir yönetim pratiği oluşturamadığından, ister istemez mevcut yapıya uymuştu.

Her ne kadar, Kemalizmin yerine kendine özgü bir muhafazakar anlayışı yerleştirmiş olsa da, bu yeni anlayış zamanla karşıtına teslim olmuştu.

İşte bu hengamede, birçok konuda olduğu üzere –başta kendine özgü bir dil ve söyleme rağmen- mülteciler konusunda; ensarlık yerini “gelenleri ülkelerine göndereceğiz” söylemine bıraktı.

Bırakmayıp ta ne olacaktı…

Kurulduğu dönemde iktidara geldiğince “ sistem mağduru” çeşitli kesimlerin “ en” iyi partisi unvanını hak ettiği görülen AK Parti’ nin, 2010’ dan itibaren bazı iç ve dış sebeplerden dolayı otoriterleştiğini, ve buna bağlı olarak kurulu yönetim sistemini değiştirdiğini; akabinde, işlerin tek merkezden alınan kararlarla görülmeye başlanması sonucu, sorunlar da sökün etmeye başlamıştı.

O süreci ülke olarak hemen hepimiz biliyoruz. İşte bu süreçte, Suriye’ de başlayan hadiseler, ister istemez Türkiye ’ yi de olmadık oranda etkilemişti. Esed rejiminin, barışçıl ve değişim talebi bulunan gösterileri kanla bastırması sonucu çıkan iç savaş sonucunda, milyonlarca Suriyeli mülteci konumuna düşüp ülke dışına çıkamaya başlamıştı.

Haliyle, Suriyeliler için en yakın, dost ve akraba ülke olan Türkiye “geçici de olsa” güvenli bir sığınaktı.

Mevcut hükümet, o güne kadar, kendi yönettiği ülkeye bu derecede bir göç dalgası yaşamamıştı. Dünya dahi yaşamamıştı.

Yapılan bu göçün az sayıda insanla sınırlı kalacağı, büyük şehirlerden ziyade sınıra yakın şehirlerde yoğunlaşacağı, savaş durunca da göçün bu kez Suriye ’ ye doğru olacağı dost, düşman hemen herkes tarafından öngörülüyordu.

Bunun böyle olmayacağı yavaş yavaş belirginleşince, işin içerisine başta devlet bağlantılı stk’ larla birlikte muhafazakar-müslüman stk’lar dahil oldu. Bundan dolayı gelen mültecilerle ilgili birçok çalışmalar, planlar, programlar yapıldı.

Zaman ilerleyince ve savaşta son hızıyla devam edince, öngörülen misafirlik, yerini, Suriyeli mülteciler açısından kalıcılığa bıraktı.

Bunu stk’lar ile bölge halkı kanıksayınca ve elden geldiği kadar yardım yapılınca, bu kez iktidar, stk’ların gayretlerinden hareketle bu işi Kur’ani bir kavram olan “ensar-muhacir” çerçevesinde, kendine politik bir alan belirleyerek uygulamaya koyuldu.

Tabii ki, o dönem, iktidarın bu politikalarına, kahir ekseriyetle ulusalcı-laik partiler, örgütler, dernekler, sendikalar vb. şiddetle tepki gösterdiler.

Bunların başını çektiğini gördüğümüz CHP ve lideri, sürekli olarak, Türkiye ’ nin şu ya da bu oranda Suriye içinde ve dışında(Türkiye) “Ortadoğu bataklığı”na çekilmek istendiğini ısrarla ve inatla vurgulamaya başlamıştı.

Tamam, mevcut iktidarın, birçok konuda olduğu üzere, bu konularda da yanlışı olabilirdi, ama bu “ bataklık ” söylemi, bir nevi “ cihanda sus!” mantığının bir eseri olup Batıcı refleksler içeriyordu.

Ne Ortadoğu bir bataklık idi ve ne de Türkiye, ne kendi iradesiyle ve ne de dışarının itkisiyle var olduğu iddia edilen bataklığa sürükleniyordu.

Bir defa, var olan savaş Esed cuntasının bir marifeti olup, onu gerek Suriye halkı ve gerekse de Türkiye iktidarı ve toplumuyla kucaklarında bulmuşlardı.

Denilebilirdi ki, iktidar, var olan bu durum karşısında daha sağlıklı politikalar ortaya koyup sağlam yollar bulabilirdi. Tamam, amenna, ama, eğer bu sava ve göç AK Parti iktidarının döneminde değil de, olası bir CHP iktidarında olsa idi, durum ne olurdu?

Gaybı bilemeyiz, ama laikçi Kemalist reflekslere bakıldığında, bir defa “ensar-muhacir” olgusu hiç gündemde olmayacak, yapılacak göçe karşı sert önlemler alınacak ve daha da vahimi bazı mezhepçi saikten dolayı, Esed cumtasına karşı Müslüman Suriye halkının –hiçbir örgüt bağlantısı olmadan- vermek isteyeceği mücadele emperyalist karakterli bir mücadele olarak okunacaktı.

Savaş ve ona bağlı olarak mültecilik “ kalıcı ” hale evrilince, başta CHP gibi laik çevrelerin, mülteciler üzerinden iktidara yönelik eleştirilerine bu kez, AK Parti ’ den kopanların kurduğu partilerin eleştirilerinin eklendiğini görmekteyiz. Bunlar içerisinde “ savaş nihayete erince Emevi Camii’nde şükür namazı kılacağız” türü ifadeleri kullandığı söylenen parti yetkilileri de oldu.

Böyle bir ifade kullanıldı mı, kullanılmadı mı bilemeyiz, ama AK Parti iktidarının giderek birçok iç konuda yapageldiği yanlışlardan hareketle, ona karşı oluşan hoşnutsuzluklara ek olarak bu partilerinde itirazlarına Suriye konusunda yürütülen politikalar ve her toplumda var olan olumsuz tiplerden kaynaklı uygunsuz davranışların, bu kez mülteciler içerisinde bulunan olumsuz tiplerin uygunsuz davranışları, artık mızrağın bu çuvala sığmayacağını gösteriyordu.

Bu konuda, ulusalcı refleksleri bir tarafa koyduğumuzda dahi, merhamet ehli olarak görmek istediğimiz makul vatandaşlarını da, bu konudan dolayı gına geldikleri ve oluşan hoşnutsuzlukların, -Allah© göstermesin- toplumsal bir patlamaya sebep olacağı artık söz konusu idi.

Gerek salt İslami kaygı sahibi insanlarla, işe demokratik, evrensel açıdan bakmaya çalışan bir iki çevre dışında, iş mülteci karşıtlığına dönüşüyordu.

Sözde salt homojen Müslüman bir kimliğe sahip bu ülkede; adı ulusalcılık, karşı ulusalcılık, laiklik ile onun karşıtı İslamcı anlayış, halkın giderek yoksulluk sınırına yuvarlanması ve bir de yine ulusalcılık içerisinde okunası gereken bölgecilik anlayışı, kendi insanını olduğu üzere mültecileri de işin içerisine çekiyordu.

Büyük oranda cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan ve her biri birer fay hattı mesabesinde bulunan toplumsal kırılma noktaları, farklı fikirlere mensup akil insanlar tarafından tamir edilmesine ediliyordu, ama birileri, bu fay hatlarına birçok sebepten dolayı saldırılar düzenliyordu.

Bu fay hatlarının en büyüğü, en önemlisi ve en af edilmezi ise ulusalcılığın dışında bir şey değildi.

Bu fay hattını, çoğu kez halkın oyları ile seçilmiş, bazı CHP’li belediye başkanlarının kırmaya çalıştığını da görmekteydik.

Bu türden davranışları, gelinen siyasi süreçte AK Parti’ nin yerine iktidara geçme düşüncesi bulunan CHP’li yerel yöneticilerin yapması, her ne kadar birçok kesim tarafından salt CHP’ye mal edilmek istenmese de, geniş halk kesimleri açısından öyle okunmuyordu.

AK Parti konuya dair söylem ve ağız değiştiriyor…

Başından beri, “ ensar-muhacir ” söylemine bağlı kalan AK Parti, daha doğrusu Erdoğan, yapılacak olan 2023 seçimleri dönemine girildiğinden olsa gerek –yine de mevcut iktidarın kaybetmeyeceğini dile getirme adına- birçok konuda (ör. ekonomi) pek bir söylem değişikliğine gitmediği halde, mülteciler konusunda kendi ezberini bozucu ifadeler kullanmaya başladı. Ki, buda, yeni sürecin başlatıcısı olarak okunabilir.

AK Parti, eğer, ileride “ensar-muhacir” söylemine tekrardan döner mi, dönmez mi bilemeyiz, ama onun bu söylem değişimi, partisel anlamda pek bir hükmü bulunmayan, ama ortalığı ayağa kaldırmayı başaran Ümit Özdağ ve onun partisinin konu ile ilgili söylem ve eylemleri, bu kez Suriyeli vb. mülteci kitleler üzerinden kırılmaları tetikleyeceği söylenebilir.

Burada iktidarın bazı yetkililerinin yapageldikleri bazı yanlışlara da değinmeden olmazdı. Makam işgal eden bazı bakanların, sanki bakanlık makamında oturmuyormuşçasına, yaptığı eylem ya da söylemi yanlış olsa dahi, devlete karşı değil de, iktidara yönelik eleştiri hakkını kullandığında, onlara yönelik kırıcı ve rencide edici ifadeler hiç de şık kaçmamaktadır.

Bunun altını çizmek gerekir.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, adete ülkeyi ve devleti kendisinin asli malıymış gibi gören tavırlarına bakıldığında ve o tavırlar bir an “olumlu ve gerekli” olarak görülüp kabul edildiğinde, haliyle otoriterleşme başlamış ve anayasal bir hak olan ifade özgürlüğü gibi, sivil çerçevede olması gerektiği halde anlamsız kalacak ve önemsizleşecekti.

Şu yapılsa iyi ve şık olur; eylem ve söylemde bulunan kişi, siyasi parti, yasal çerçevede bulunan örgüt, stk yasal sınırları aşmayacaksa eğer, o yapılar ona rağmen ne kadar basit olurlarsa olsunlar, en azından yasallığın hatırı için, devlet yetkililerinin agresif bir dil kullanmamaları ve tavırlarda bulunmamaları gerekirdi.

Biz bu çizgiyi, neredeyse tüm toplum olarak epey zamandır, özellikle de mülteciler konusunda kaybetmişe benziyoruz.

Öyle ki, şair ve düşünür İsmet Özel ’ in vurguladığı üzere “ insan, iddiasından vurulur ” fehvasında, mevcut iktidara yapılacak meşru eleştirileri de aşacak oranda faşizmin sınırlarına gelip dayanan birçok sol çevrenin de, kendi evrensellik iddiasını kaybetmeye başladığını, onların söylemi açısından bir talihsizlik olarak gördüğümüzü belirtmiş olalım.

Demek ki, söylem yitimi ve ideolojik çerçevenin elden gitmesi, dağılması sonucunda, solun bazı unsurlarının, hem de uluslar arası bir çözümü gerektiren mülteciler konusunda gelip faşizm limanına dümen kurması onların evrensellikleri açısından affedilecek gibi durmuyor.

Tamam, çeşitli tonlarıyla sağı anladık, ama kendi iddiasını terk eden sola ne buyrulurdu? Ulusalcılık mı?

Hep belirttiğimiz üzere gaybı bilemeyiz, ama giderek “ yerim daralıyor ” düşüncesiyle bu toprakların asli unsuru olan muhafazakarından, İslamcısına Müslüman kesimlerinde, mülteci karşıtı olarak kulvar değiştirmeleri söz konusu olduğunda, bize sığınan mülteciler kimi, kendilerine dost ittihaz edecekti?

Sağ yapısı gereği ulusalcı(milliyetçi) idi, solunda önemli bir kısmı, ona yanaşarak ulusalcılaşıyordu. Gidişat ise hayra alamet değil, ama elde keşke Müslümanlar sağlam ve güvenilir olarak kalsa.

Evet, keşke!!!

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR