Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Muhafazakâr Siyasette Cebriyye’nin(*) Bir İzdüşümü Üzerine…

Var olan literal eksiklikten dolayı, sağ partilerin tüm çabaları, dinin belirleyici rolüne değil de, onun etkileyici rolüne işaret ediyordu. Bunun da, aslında rejimin kurucu iradesi için zorlayıcı bir yöne işaret etmediğini göstermesi açısından önemi büyüktü. Eğer rejim, dinin toplumsal görünürlüğünden korkacak olsaydı Diyanet gibi bir kurumu ihdas etmezdi.


Allah© vekil olabilir, ama kefil olmaz!”

Cebriyye TDV İslam Ansiklopedisi’nde öz olarak şu şekilde tanımlanmaktadır; “İnsanlara ait ihtiyarî fiillerin ilâhî irade ve kudretin zorlayıcı tesiriyle meydana geldiğini savunan grupların ortak adı.”(1)

Yine aynı makaleye göre, konunun sebepleri şu şekilde belirtilmektedir; 1. Siyasî ve Sosyal Sebepler, 2. Dinî-Fikrî Sebepler, 3. Kültürel Sebepler.

Aynı zamanda, kaynaklarda Cebriyye’ye atfedilen görüşler iki noktada toplanabilir; 1. Kazâ ve Kader, 2. Kulların Fiilleri…

Amacımız, burada cebriye konusunda uzun uzadıya bir yazı yazmak değil. Yukarıda alıntıladığımız öz ifadelerden yola çıkarak, lügatte “gidilen, izlenen yol” anlamında tesmiye edilmiş mezhep olgusuna atıf yapıp; uygulayıcısı bulunan, ama katılımcısı –her nedense- pek bulunmayan klasik siyasete yön veren birçok itikadi anlayış ile birlikte cebriye(zorlayıcılık)den hareketle; içerisinde bulunduğumuz modern –kimine göre postmodern- çağda her ne yapıldı, her ne “söylendi” ise, onun –haşa-Allah(c) tarafından yapılığını/söylendiğini vurgulayan anlayışın mahiyetini vurgulamaktır.

Her ne ise’nin terside muhafazakar muhayyile için geçerli, o da bir nevi “Allah söylemez söyletir, Allah yapmaz yaptırır.” Şeklinde idi. Ki, bunu da sanırım şu ayete dayandırmakta muhafazakar zevat; “O taşı sen atmadım Allah attı”(2)

İlgili ayetin meali şöyle;  “Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.”(3)

Bu âyetlerin inmesine sebep olarak Bedir, Huneyn gibi birkaç savaşta Hz. Peygamber’in, yerden bir avuç çakıllı toprak alarak düşmana doğru savurması, tozun ve çakılların birçok savaşçıya isabet ederek onları saf dışı bırakması olayı zikredilmiştir (İbn Hişâm, Sîre, II, 280-281; İbn Kesîr, III, 570-572). 17. âyette öldürme fiili genel olarak müminlere, atma fiili de Resûlullah’a nisbet edilmekle birlikte her ikisini de hakikatte onların değil, Allah’ın gerçekleştirdiği belirtilmiştir.(4)

Allah)c) insana yardım eder, ama kulun kendi iradesi, düşüncesi dururken, -hem de kul eksikli, gedikli, yanlış işler yapıyorsa- Allah’ın ona değil yardımı, bizzat, kulun eylem gücü dururken onun adına hareket etmez, edemez, zira aksi akla ve sünnetullah’a aykırılık içeri. Ki, “Kulun irade ve gücünün bir şekilde etkili olduğu fiillerin de yaratıcısı Allah’tır; ancak bunlar için “Allah yaptı” denilmez de “Kul yaptı, verdi, öldürdü…” denir. (5)

Sağ siyaset zemininin sağlamlığı için “din olgusunun” kullanılma durumuna bir bakış…

Yazımızın ana konusu değil, ama halkın, siyaset kurumu(partiler) vasıtasıyla yönetime, padişahlığa ortak olması sonucu Mutlakiyet yerine Meşrutiyet rejiminin kurulumuna baktığımızda; bu olumlu durumun halen ülkemizde, bu iktidara ortak olma düşüncesine karşı olan muhafazakar kitlenin varlığına tesadüf ettiğimizde, daha yolun başında olduğumuzu belirtebiliriz…

Konuyu bu şekilde izah etmiş olmakla birlikte, bir muhafazakar siyasetçinin/bakanın birçok sebepten dolayı yanlış politikalar izlemesine koşut olarak, o politikaların –kendileri açısından- yanlış olmadığı gibi Allah© tarafından yapıldığı, edildiği” türden ifadelerle dile getirilmesi, ona meşruiyet/yasallık kazandırılmaya çalışılması, tarihi olarak cebriyeci düşüncenin bir izdüşümünün halen varlığını sürdürdüğü görülmektedir.

Bir de bunun yanında, mevcut iktidara siyaseten muhalif olan ve olan bitene karşı söz söyleme hakkını doğal olarak kendinde gören ve bu açıdan iktidara gelme siyaseti uygulayan birçok muhafazakar siyasi çevrenin de siyaset düşüncesinin, yekdiğerinden pek de kalır tarafının olmadığını da objektiflik açısından belirtmiş olalım. Zira birçoğunda liderlik olgusunun, adeta saltanat döneminden kalma anlayışa benzer bir seyir çizgisi izlediğini, Türkiye siyasi hayatında dünden, bugüne olabildiğince yıllar yılı izleyip durduk.

Konuyu anlamak açısından genel anlamda yetmiş küsur yıllık Türkiye muhafazakar siyaset tarihine baktığımızda; en sağcısından, en muhafazakarından ve ton farkı ile birlikte İslamcı siyaset sürdürdüğü varsayılan birçok partinin söylemlerine bakıldığında, dinden alabildiğine yararlandıkları görülür.

Hatta Avrupai anlamda sağcı siyaset izleyen partilerin dini kavramları, muhafazakar ve kendisine İslamcı nitelemesi yapılan partilerden daha çok dini söylemsel bazda siyasete alet ettiğine çokça denk gelinmiştir. Hem de, bu türden siyasi partilerin, belli başlı “dinî” grupları kendi uhdesinde görmesi de imkan dahilinde olmuştur.

Hatta bazı partiler, kurucu liderlerinin vefatı dolayısıyla, onun yerine geçip onun adeta şahs-ı manevisini yaşatma adına, din olgusunun da boca edildiği bir vasatta, gayb alemini işaret edercesine adı farklı da olsa –demokrasi dışı- istişare kurulları dahi oluşturmaktadırlar.

Bu durumun, İran İslam devrimi aşamasında, Humeyni’nin ‘beklenen mehdi’ye zemin hazırlamak için, fikhî çabaları sonucu oluşturulan ve resmi bir kurum hüviyetinde olan velayet-i fakih kurumundan mütevellit olduğu aşikârdır.

Siyaset gömleğinin kalıcılığı(!) ve değişmezliği…

Biz, bu düşüncenin, arada var olan zaman farkına, ortama, kullanılan araçlara ve değiştiği iddia olunan dile ve söyleme rağmen, siyasetin, adeta “birilerine giydirilmiş ve çıkarılması asla mümkün olmayan” bir elbise misali miras kaldığı söylemi baz alındığında, sürdürülen muhafazakar siyaset için biçilmiş bir kaftan olduğunu görmekteyiz.

Siyasette, ona egemen olan ve onu kendileri için çekip çeviren güçlerin düşündüğü şekilde bu kalıcılık ve değişmezlik durumu, Müslümanlar cihetiyle değerlendirildiğinde, kendisine etki etmesi açısından Emevilerin, Sasani ve Bizans’ı örnek alması ile birlikte, bizde Meşrutiyet(1. Ve 2.) dönemine kadar sürüp gitti.

1.Meşrutiyet, kısa bir süre içerisinde sultan tarafından iptal edildi ve kurulan meclis(meclis-i mebusan)1908 yılında ilan edilen 2.Meşrutiyet’e kadar kapalı kaldı. Daha sonra, 2. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte İTC kuruldu.

Önce İTC ve daha sonra onun bir devamı olarak siyaset sahnesine çıkan CHP’nin sürdürdüğü yirmi yedi yıllık tek parti dönemi sonrasında DP ile başlayan muhafazakâr siyaset arenasında kurulu bulunan sağ partilerin tamamına yakını; hem kendilerinin İslam’a aidiyeti ve hem de kendi seçmen kitlesinin de aynı aidiyet üzere oluşu işlerini pek de kolaylaştırmıştı.

Bu partilerin kurucu kadrolarının, sözde bu aidiyete rağmen din ile kurdukları görece ilişki ve seçmen kitlesinin de, onların ağzından “din adına” bir şeyler dinleme düşüncesi bir araya geldiğinde, dinin siyaset adına ve onun için kullanılması kaçınılmaz olacaktır.

Durumuna göre bazı laik siyasetçinin(ör. İsmet İnönü) birçok seçim döneminde hazır olan kalabalığa yönelik olarak miting sonrası “Allah’a ısmarladık” türü ifadelerinin yanında birçok sağcı siyaset ehlinin(ör. Süleyman Demirel) “Allah, din, iman, kitap vb.” vurguları içeren söylemleri, sağ seçmen kitlesini rehavete sürüklediği gibi, sağ partilerin de o kitleyi rejim adına konsolide etmesini sağlamıştı.

Bu rehavete kapılma ve aynı zamanda rejim adına konsolide olma durumu, sağ seçmen açısından AK Parti döneminde de hız kesmeden devam etmektedir.

Bunlarla birlikte; sağ partilerin dini, başta kendileri ve rejim adına kullanma uğraşıları ile kıyaslandığında ilgili zevatın, yani iç işlerini icra makamında bulunan zevatın  “bunları bize Allah yaptırıyor!” söylemi işin daha da ileri boyutlara taşındığına işaret etmektedir.

Bu söylem üzerinden bir mukayese yapıldığında; laik siyaset ehlinin(ör. CHP) yer yer dine karşı tavır almaları ile birlikte başta dini kaynaklara sahip olup ona nüfuz etmiş bulunan ve siyasi bir görevi bulunmadığı halde siyasete etki etmeye çalışan bazı “ana” grupların kitleyi konsolide etme çabası, her halinden belli ki din adına ve din saikiyle sürdürülmektedir. Ki, bu tür yapıların biri gider, biri gelir.(**)

Laik siyasi partilerin en önemli dezavantajı, din konusunda yeterli oranda literal bilgiye sahip olamama, dine karşı isteksiz ve soğuk davranmak ile ona çeşitli vasıtalarla karşı çıkmak iken, sağcı siyasilerin en önemli avantajı ise, yeterli bir literal bilgiye sahip olunmasa da, seçmen nezdinde aynı mahallede bulunmak olarak düşünülebilir.

Yani, birisinin dezavantajı, diğerinin avantajı oluyordu!

AK Parti öncesi dönemlerde(70’ler, 80’ler, 90’lar) iktidarda bulunan (MHP hariç) sağ partilerin, sağcılığının Avrupai anlamda olması, ama seçmen kitleri tarafından cidden anlaşılamaması ve literal eksikliğe rağmen dinin bir manivela gibi kullanılmasını beraberinde getirmişti.

Bununla birlikte, yine o literal eksiklikten dolayı, sağ partilerin tüm çabaları, dinin belirleyici rolüne değil de, onun etkileyici rolüne işaret ediyordu. Bunun da, aslında rejimin kurucu iradesi için zorlayıcı bir yöne işaret etmediğini göstermesi açısından önemi büyüktü. Eğer rejim, dinin toplumsal görünürlükten korkacak olsaydı Diyanet gibi bir kurumu ihdas etmezdi.

AK Parti sürecinde, özellikle de bu son dönemde çeşitli vesilelerle birçok siyasetçinin, parti yöneticisinin, milletvekilini ve icra ehli bakanların, dağılmakta olan çerçeveyi düzeltmek adına, tabiri caizse dini kavramlara –hatta yanlış yorumsallıklarla birlikte- abanmaları, onları kendi siyasetleri için kullanmada bir beis görmemeleri işin ileri boyutlara taşındığını bizlere göstermektedir.

İç İşlerinden sorumlu bakanın cebriyeci/zorlamacı bir mantık eseri olarak  “Allah bize yaptırıyor” söylemi, kullanılagelen birçok dini terim ve yoruma kıyasla kabil-i mümkün olmayan bir öze sahiptir.

Keza, “Allah bize yaptırıyor” düşüncesi, kapitalist örüntü içerisinde alınan, birçoğu da haliyle mevcut piyasa şartlarına uygun düşmediği için yanlışlanan ekonomik kararların telafisi adına “faizi sebep, enflasyonu ise sonuç” olarak görmek ve göstermenin yanında ağır bir iş olarak durmaktadır.

İlgilisi bilir ki, Hz. Muhammed(s) ve dört halife dönemi sonrasında aynen, İslam’a muhalefet babında icra edilen ve adına Ali Şeriati’den mütevellit olarak “mezheb aleyhi mezheb” yaklaşımının çağdaş iz düşümü olan bu tür ifadeler, gönül ister ki, bir zühul eseri olsun; keza yanlışlıkla söylenmiş olsun; var olan haddin aşılmamasını temin etsin.

Zira var olan hakikatin hilafı olan bu tür ifadeler, bırakın geliştirilmesi hem siyasi partiler ve hem de kitleler tarafından arzulanan demokrasi anlayışına; insana Allah’a kul olmak, ama hemcinslerine karşı onu özgür kılan sahih İslam anlayışına ket vurmak ve makarayı tersinden geri sarmak olurdu. Bu da arzulanmaması gereken bir durumdur.

Dipnotlar:

(*)Bu duruma, maksadı ve haddi aşmadan ilahi zorlayıcılık denilebilir.

1)https://islamansiklopedisi.org.tr/cebriyye

2)Enfâl-17

3)Ali Bulaç meali

4) Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 674-675

5) Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 674-675

(**)15 Temmuz sonrası, AK Parti ve iktidarın nezdinde yeri tamamen boşalan Hizmet Hareketi’in(FETÖ) yerine kendilerin ikame edilmesini yüksek perdeden dile getiren –hatta bir iki tanesi sözde İslamcı yapı idi- grupların devlet nezdinde yer edinme çabası, din olgusu üzerinden okunabilirdi.

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR