Her aklın-akımın-düşüncenin hayatta bir iz düşümü vardır. Toplumlar tarafından ister doğru ister yanlış olarak benimsendikçe var olmaya devam ederler. İslam aklı-düşüncesi, tarihsel olarak varlığını koruyan önemli bir düşünce sistemidir. Çünkü referans aldığı Kur'an ve Sünnetten sürekli beslenerek geleceğe taşınmaktadır. Tarihsel süreç içerisindeki dalgalanmalar, çözülmeler, bazı yılgınlıklar olsa da halen kendi değerini korumaktadır. Kadim gelenek olarak değer bulan İslam düşüncesinin-kültürünün ve bu kadim geleneğe-değere halel getiren (anlaşılmasını zorlaştıran) bazı konulara temas edelim.
Bunlardan birisi gelenekselcilik; geçmişe özlem duyan, tarihsel mirası kutsayan, geleneğin bilgi sistemine âşık olan lakin onu üretmeyip; muhafaza adına kadim geleneği tüketen bir düşünce biçimidir. Gelenekselcilik; geleneğe sevgi-saygı ve hürmet adına yapılan bu muamelede; sınırlılık içinde kendi özgür benliğini kaybeden, çağa ayak uyduramayan, akıl ve hikmetle cebelleşen, felsefeye burun kıvıran, bilgiye-bilime yabancılaşan, taklitçi bir davranış biçimiyle kendini göstermektedir. Toz kondurulmayan bir mazi, geçmişten geleceğe nasıl taşınacağı sorusunu muallakta bırakmaktayken, çağa hizmet eden hizmetlerin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Şekilselcilik üzerinden yol alan, zamanla toplumların örf ve adetlerinin taşımacılığıyla kendini ifade eden, belli bir dil ve üslupla kendini anlamlandıran gelenekselcilik; hayatta var olma idealini kendi dışındaki fikirleri ötekileştirmekle, kendine yapılan eleştirileri önemsememekle, farklılıkları örselemekle, kendi değerlerini muhafaza etmekle gerçekleştirmektedir.
Bu sebeple doğru-yanlış, güzel-çirkin, hakikat-gerçeklik (zamansal değer) algısı birbirine karıştırılmaktadır. Bunun sonucunda ise modernizm gibi sert bir kayaya çarpmaktadır. Son birkaç yüzyıldır yaşadığımız travma bu çarpmanın sonucudur. Çarpmanın etkisiyle dile gelen hamasi sözlerin hayattaki karşılığı olmayınca; hıncını sağında ve solunda bulunan kendi insanına yansıtmaktadır. Hedefe kattığı insanların nasibini bir şekilde aldığı ortamlar; haliyle barışın ve huzurun kalmadığı, güven duygusunun zedelendiği, kırıcı ve sert dilin hâkim olduğu sosyolojik yapılar oluşturmaktadır. Bu nedenle bilgece bir duruştan bahsedeceğimiz ortamların azlığıyla beraber, hayatın renginin hakikat namına değişmesine vesile olamamaktadır. Kadim bir geleneğe sahip Müslümanlar, hayata dâhil edemedikleri zenginliklerinin açlığını iliklerine kadar hissetmektedirler fakat dertlerine derman olacak bilgeliğe ulaşamamaktadırlar. Akıl tutulmasına karşılık gelen bu tutum nefsin zafiyetlerinin davranışa dökülmesi-kültürleşmesi sonucu daha da kötüleşmekte, geleceğe dair geleneğin kendini ifade etmesine izin vermemektedir.
Gelenek, İslam aklının hayata yansımasıdır. Hz. Peygamberden tevarüs eden, sahabeyle devam eden, ilim erbabıyla devamı sağlanan, halk ile benimsenen “ortak vicdan ve ortak aklın” hayattaki ifadesidir. Sadece salt bilgiyle ifadesi olmayan, tarihin yatağında kendini koruyarak geleceğe akan, üstü örtülse de kendini bir şekilde ifade eden samimi gayretlerin tümüdür. Hala kendini âlimlerin-coğrafyaların ilim havzasında canlı olarak kendini koruyan, okumaya-araştırmaya-sorgulamaya niyetli gönüllere-akıllara gülümseyen bir ruhu ifade etmektedir. Aşırı uçlara uzak, dengeye yakın, ilme sevdalı, hakikate âşık olarak toplumların gündeminde tutulan ruhtur. Bu mirası gelenekselcilikten ve modernizmden ayırmak gerekmektedir. Gelenek, her iki aşırı kutbun güzelliklerini alır ve kullanır. Lakin özüne yabancılaşan bilgi-hal ve hareketten kaçınır. O yüzden ağır ilerler ama her daim kendinden emindir. Hakikatle beraber yol almak ister.
Modernizm aklı doyurduğunu, gelenekselcilik ise ruhu doyurduğunu iddia etmektedir. Aslında ikisi de tabiri caiz ise insanın ağzındaki tadı yarım bırakmaktadır. Geleneğin rolü ise ikisini burada dışlamak değil; barıştırmak ve kaynaştırarak, hakikate yaklaştırmaktır. Dilde kolay gibi gözükse de işin en zor kısmı burasıdır. Bunu kim veya kimler yapacaktır? Hangi yöntem ve teknikle yapacaktır? Hangi bakış açısıyla bu işi çözecektir? Soruları aklı zorlamakta, uykuları kaçırmaktadır.
Modernizmin ve gelenekselciliğin temsilcileri bunu başaracak bir zeminde değiller. Bu iki anlayış birbirinin zıttı değil, farklı zeminlerin aynı kutbudurlar. O yüzden mıknatısın aynı kutupları gibi birbirlerini itmektedirler. Birlerini çektiklerini, kaynaştıklarını göremezsiniz. Varlıklarını birbirlerini öteye itmekle, ötekileştirmekle, kötüleştirmekle suçlamakla; dolayısıyla İslam coğrafyasında oluşan olumsuz tablonun sebebi olarak görmektedirler. Aslında eleştirilere baktığımızda her ikisinin haklı olduğu taraflar var ama asıl mesele hakikatin dili olma mücadelesinde ön safta yer almak olunca; hakikat ortada kalmakta, kendi gerçeklikleri ise hayata yansımaktadır. Hayata dair ortada renkler mevcut lakin insanların bu renklerde kendini nasıl gördüğü?”dir.
Bu noktada geleneği temsil eden insanların-grupların-cemaatlerin kendine geldikleri, özlerini yansıttıkları söylenemez. Hayatın gereklilikleri, hayatın gerçekleri ile hakikatin kendisi arasında gidip-gelmektedirler. Bu arayışların toplumsal bir bilince dönüşmemesi, yapılan çalışmaları sonuçsuz bırakmaktadır. Bundaki en büyük etkenlerden birisi modernizm ve gelenekselciliğin çözümlenmemiş olmasıdır. Bu iki duvarı aşacak niyetlerin olması, bu duvarı aşacak bilince ve cesarete erdiğimiz anlamı taşımamaktadır. Hele ki yüzeysel okumaları-yorumları-eleştirileri görünce; işimiz her zamanki gibi Allah’a kalmış görünmektedir. Elbette çok derinlikli bir okuma, bilinçli bir araştırma ve sorgulama Allah'ın izni ve desteğiyle meyvesini verecektir. Lakin Kur’an’a uzak düşen bizlerin, kendini toparlaması biraz zaman alacak gibi.
Gelin kadim geleneği bu iki kalıplaşmış duvar (modernizm ve gelenekselcilik) arasından çıkartalım, çağın idrakine hep beraber yeni bir heyecanla sunalım. O zaman bu coğrafyanın biraz nefes aldığını, huzura ve barışa merhaba dediğini göreceksiniz. Vesselam…