Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Modern Tandanslı “Türkî” Formlar…

Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


İnsanlar, tarih boyunca kendilerine uygun gördükleri birçok din, mezhep, kültür ve medeniyet çerçevesi içerisinde yaşayıp durmuşlar bunlara bağlı olarak birçok form sahibi oluşlardır.

Yine, insanlar klasik dönemlerde olduğu üzere, modern dönemde de kendini var kılmak için birçok formu kendilerine uygun görmüş, uyarlamışlardır.

Formlar, belli bir süre içerisinde o toplumlara, topluluklara kimlik vazifesi de görmüşler, onların yardımıyla kendilerini tanımlayıp tanıtma yoluna gitmişlerdir.

Normalde, formlar yapıları gereği kimlik olarak bir geçiciliğe işaret etmiş olsa da, toplumların/toplulukların kahir ekseriyeti, ona, adeta “iman esasları” kabilinden kalıcı gözle bakmış ve onlara esas kimlikleri olarak bir paye biçmişler, onu vazgeçilemez kılmışlar.

Türklerinde tarih boyunca, kendilerine uygun dinleri, mezhepleri, kültür ve medeniyet çevreleri ile birlikte, özellikle de modern dönemde daha bir önemli kılınan birçok formları olagelmiştir.

Bu formları, iki ana gruba ayırabiliriz;
1)Türkî formlar; a)Dinî Formlar, b) Modern formlar.
a)Dinî Formlar; 1-İslam; Müslümanlık, 2-Sünnilik, 3-Maturidilik, 5-Hanefilik, 6-Tasavvuf; a-Önce Yesevilik(Arada var olan, ama daha sonra unutulan tarikat yapıları; Ahilik, Mevlevilik vb.) b)1800’lü yıllardan itibaren, bir ara Kadirilik, daha sonra ise tüm ağırlığı ve versiyonlarıyla Nakşibendilik…(*)
Birçok kişi, burada neden muhafazakârlık ve İslamcılık formunun dinî formlar çerçevesinde ele alınmayıp modern formlar içerisinde zikredildiğini haklı olarak sorabilir.
İşe safiyane ve salt çıplak bir gözle bakıldığında, her iki formunda dinî form kategorisinde değerlendirilmesi gerektiği düşünülür. İşin hakikati ise öyle mi? Elbette ki değil!
Zira muhafazakârlık he ne kadar Türkiyeli Müslümanlara “bazı gerekçelerden dolayı” İslam kalıbı içerisinde sunulmuş olsa da, dayandığı temel ve argümanları cihetinden Aydınlanma düşüncesi bağlamında Fransız ihtilali çerçevesinde kilise karşıtlığı üzerinden ortaya konan dine(Hıristiyanlığa) karşı oluşu yumuşatmaya yönelik müdahaneciliğin(hakikate uygun olmayan söz ve davranış kalıbı) ete, kemiğe bürünmüş halinin, doğal olarak çıkış yeri ve maksadı açısından modern form’a uygun düştüğü apaçık ortada durmaktadır.
Müdahaneciliğe, birebir kelime karşılığı olarak “yağcılık”ta denilebilir. Bu durum aynı zamanda maksat açısından sağcılık olarak da okunabilir.
İslamcılığa gelince; her ne kadar kendi döneminin İslam dünyasının, eli, ayağı, gözü, kulağı olan, onu, dünya karşısında savunan bir İslam –daha doğrusu Müslüman- devlet olan Osmanlıyı içerisinde bulunduğu sakil durumdan kurtarmaya yönelik Kur’an ve sünnet bazlı ilkesellik ve bu ilkeselliğe uygun düşecek olan çağdaş verilerin ışığında oluşmuş bulunan İslamcılık, maksat olarak değil, ama işlevselliği açısından modern formlar içerisinde değerlendirilmeyi hak etmektedir.
Bugün ise, onun üstlendiği misyona yönelik farklı yaklaşımlarda bulunuluyor ve bulunmalıdır da…

 

Modern formlara gelince…
1-Modernleşme(Modernizm) 2-Sekülerizm, 3-Laiklik, 4-Kemalizm, 5-Ulusçuluk/milliyetçililik, 6-Cumhuriyetçilik, 7-Sosyalizm- 8-Kemalist karakterli bir solculuk(Türk Solu), 9-Liberalizm, 10- Sağcılık, 11-Muhafazakârlık, 12- İttihatçılık, 13-İslamcılık
Burada muhafazakârlık ve İslamcılık formlarının “modern” kategorisinde değerlendirilmesin rağmen, demokrasiden hiç bahis açılmama konusu da bir soru olarak karşımıza çıkabilir.

Buna da kısaca şöyle söylenebilir; sonuçta, o da başlı başına bir form olmasına rağmen, demokrasi, kendisini salt dini ve modern formlar içerisinde değerlendirilen hemen herkesin, siyaset etme ve var olan siyasi ortama katılma; yöneten ve yönetilen tarafların pozisyonunun belirginlik kazanmasında önemli bir yere sahiptir. Demokrasi, çoğu kez öyle iddia edildiği gibi, salt bir tarafın(Batı ve Batıcıların) dünyanın geri kalanına bir dayatma unsuru olmaktan ziyade, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere siyaset etme şekline uygun düşen bir pozisyon içerir.

İnsanlar toplumlar halinde var oldukları sürece, bir yönetim mekanizması gerekecektir. Baştan belirtelim ki, bu mekanizma, yani siyaset “erbabı tarafından” düşünüldü gibi ilahi olmayıp beşeridir, yani doğrusu ve yanlışıyla insan’a aittir.

Onun yerine öngörülen hilafette ilahi olmayıp kendi dönemini şartlarında insan unsuru tarafından ortaya konulmuştur. Ona ilahi bir paye vermeye çalışmak bir açıdan hakikati tersyüz etmek ve Müslümanları “yaşadıkları zaman diliminde dahi” yöneten- yönetilen bağlamında işin dışında tutmak olup hayırhah bir anlayış olmasa gerek…

Eğer, ondan maksat “ŞURA” ilkesi ise, bu ilkenin ilk dönemin haricinde hilafetin saltanat yönetimlerince kullanıldığı ortamlarda alınan kararların çoğunluğun kararı ile şura saikine bağlı olarak değil, bilakis, tekçiliğe dayanan bir kalıp içre “sultan” ve oldukça dar çevresi tarafından alındığı ve uygulandığı düşünüldüğünde mes’ele kendiliğinden belirginleşecektir.

Bunlara da temas etmiş olalım…

Modern formlar…
Modern formlar ise, aslından da anlaşılacağı üzere, İşlevsellik açısından modernleşme olarak kabul görür. Zira olumlu ya da olumsuz anlamda, herhangi bir olgu, kavram teorik açıdan değil de pratik açıdan ele alınacağı için, onları yürürlüğe koymaya çalışan iradenin; işin etimolojisi ve felsefî yönünü büyük oranda arkaplanda tutarak, işin pratik yönüme, işlevselliğine ve sonucuna odaklanması söz konusu olurdu. Ondan dolayı da, bir kavram olarak modernizm yerine modernleşme ve sonuç alma önemliydi.

 

1-Modernizm; Türk Modernleşmesi…
Türk modernleşmesi, içerik olarak, modernizm, modernite, modernizasyon ve modernleşme olguları üzerinde, zamanı açısından iki kategorik olgu olarak değerlendirilebilir; Osmanlı son dönemi, Kemalist süreç(1923-2002) ve Kemalist süreç içerisinde, ona karşı ve adeta bir ayrık otu kabilinden her daim ‘İslam gözetilerek’ muhafazakâr çerçevede seyreden modernleşme halinin Ak Parti sürecinde devamının sağlanmaya çalışılan muhafazakâr modernleşme ameliyesi olarak” üç ve ‘dört’ ayrı döneme ayrılabilir…. Osmanlı modernleşmesi, ona koşut olarak ilan edilen 2.Meşrutiyet’in klasik paradigmaları olan; Osmanlıcılık, Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık arasında, her kesimin kendi 
önceliklerini dikkate alma suretiyle var olan ve çökmekte olan devleti kurtarma çabaları, aslında salt kendi başına bir modernleşme idi… Bu süreçte, topluma bakan yüzü itibarıyla ‘Müslüman’ ve Türk olarak öne çıkan İttihad ve Terakki Cephesi’nin, Batıcı mantık içre iğdiş edilmiş zihni açısından bakıldığında, bu yapının, o da çökmekte olan devleti kurtarma çabaları pek de iyi sonuç vermemiş ve yapılan her ‘yanlış’ hareket ve atılan ‘yanlış’ adımlar, onun yerine Kemalizm’i doğurmakla kalmamış, beraberinde onların işi modernizasyon olarak ele almaları soncunda, Müslüman toplumun dini ve ona uygun olarak asırlardır ‘gelişerek’ gelen değerler değişmiş, farklılaşmış ve ucube bir hal almıştır.
2-Sekülerizm,
”Sekülerizm veya sekülarizm; toplumda ahiretten ve diğer dinî, ruhanî meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması yönündeki hareket. TDK, sekülerizm kavramına karşılık olarak dünyacılık sözcüğünü önermiştir. Sekülerizm, din merkezli veyahut dinî öğeleri sosyal, hukukî ve siyasî anlamda tayin edici kılan bir yaklaşımın tersine, bunları sosyal, hukukî ve siyasî kümeden ayıran bir yaklaşımı tanımlar. Çok geniş bir terim olan sekülerizm, içinde birçok farklı akım, tür ve teori barındırır. Seküler kelimesi, dünyevi olanı belirtir ve dünyanın nesnel halinin göz önünde tutulması demektir.” (1)
3-Laiklik
“Laiklik ve sekülerizm kavramları Türkçede sıklıkla eşanlamlı kullanılır. Laiklik, dinî kişi ve kurumların devletin işleyişine ve devlet kurumlarına müdahale etmemesi; devletin de din işlerine karışmaması anlamına gelir. Fransız sekülerizmi olarak da anılan laiklik kavramı, daha kapsamlı olan sekülerizm hareketinin bir parçasıdır.” “Laik hukuk deyince, esaslarını dinden almayan hukuk; laik devlet deyince dini inanç ve esaslara dayanmayan devlet anlamındadır. Hukuk terminolojisine Fransız ihtilâli ile giren kelime bize meşrutiyet yıllarında girmiş ve “lâ dinî” diye tercüme edilmiştir.” (https://laiklik.nedir.org/)
Laikliğin birbiriyle bağlantılı birkaç anlamı vardır. Bunlar; genel, felsefi ve hukuki anlamı olarak karşımıza çıkar.

Laiklik Kavramı
“Hıristiyanlığın, ilk yüzyılın sonuna doğru, kilise adamlarına “ilerici “denilmeye başlanmıştır. Buna karşılık, inandığı din ne olursa olsun, din adamı niteliğinde bulunmayan bütün yığına da “laikos/laici ” denilmesi yaygınlaşmıştır. Bu çağda “laici ” terim toplumdaki değişik tabakaları din adamı olmayış niteliği çerçevesinde birleştiren ve isimlendiren genel bir terim olmaktan öteye gitmiştir… Ortaçağda girişle birlikte, siyasal iktidarın kaynağı ve dinsel-siyasal iktidar iliş-kileri çok tartışılan bir konu haline gelmiştir. Bu tartışmalar içinde “laiklik “, bir siyasal iktidar yapısının adı olarak ortaya çıkmıştır.

Siyasal iktidarın kaynağının dinsel olmadığını ileri süren ve siyasal iktidar yapı-sının din kurallarına göre düzenlenmemesini savunan görüşler “laik ” görüşler olarak adlandırılmıştır. Bu durumda belirtilen görüşlere uygun olarak oluşan siyasal iktidar yapıları da “laik ” sistemlere yol açmıştır.”(2)

Türk usûlü militan laiklik…
Bizim, bir de “ya tutarsa” mantığı içerisinde, dini ya da seküler olgular üzerinden kavram üretme, türetme gibi bir yapımız vardı.
İslam’a, sanki içermiyor düşüncesiyle, siyaset mefhumu ile İslam kavramını bir araya getirerek türetilen “siyasal İslam” örneğinde olduğu üzere, “din ve devlet işlerinin” birbirinden ayrılığına binaen, koca, koca adamların icat ettiği, hatta uydurduğu “militan laiklik” diye bir meselemiz vardı
Bakalım; “Hepimiz, Yargıtay Başsavcısı’nın zihnindeki laiklik tarifine uymak zorunda mıyız? Bakın ne diyor Abdurrahman Yalçınkaya: “Laiklik, insanı, kul olmaktan çıkarıp birey haline getiren, bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünme olanaklarını veren bir ilkedir; uygar bir yaşam biçimidir; toplumun düşünsel ve örgütsel evriminin son aşamasıdır.

Oysa bize göre laiklik, toplumun veyahut bireyin değil, devletin bir niteliğidir. Farklı inançlara eşit mesafede duran bir barış şemsiyesidir.
Hepimiz, Yargıtay Başsavcısı’nın zihnindeki laiklik tarifine uymak zorunda mıyız? Bakın ne diyor AbdurrahmanYalçınkaya: “Laiklik, insanı, kul olmaktan çıkarıp birey haline getiren, bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünme olanaklarını veren bir ilkedir; uuygar bir yaşam biçimidir; toplumun düşünsel ve örgütsel evriminin son aşamasıdır.” …Oysa, bize göre laiklik, toplumun veyahut bireyin değil, devletin bir niteliğidir. Farklı inançlara eşit mesafede duran bir barış şemsiyesidir.”(3)

Bu konuda Anayasa Prof. Mustafa Erdoğan şu ifadeleri kullanmaktadır; “Türkiye’de uygulanan laikliği eleştirirken, başsavcıdan farklı bir anlayış sergiliyor: “Türkiye’ye, dindarları görünmeyen bir model empoze edilmektedir. Laiklik, özünde birey özgürlüklerini koruyan bir ilkedir. Laiklik, dini kurallara dayanan zorunlu düzenlemeler yapılmasına engeldir. Buna mukabil, dinden etkilenmiş bile olsa, vatandaşların tercih imkanlarını arttıran hükümler (resmi nikâhın yanı sıra dini nikâhın kıyılabilmesi, Ramazan ayında mesai saatlerinin iftara göre ayarlanması, faizsiz bankacılık, üniversitelerde başörtülü talebelerin okuyabilmesi) bırakınız laiklik ilkesine ters düşmeyi, aksine bu prensibin gereğidir.”(4)
 

4-Kemalizm…
“Mustafa Kemal Atatürk’ün doğaüstü güçlerinin var olduğuna inananlar hala tartışılırken bunun en çarpıcı örneklerine 1930’lu yılların edebiyatında rastlıyoruz. Öyle ki ünlü bir şair Atatürk’ün için ezan ve mevlit bile yazmış.

Atatürk’ün ezanı Türkçe’ye çevirdiği ve yıllarca toplumun ezandan nasıl uzak kaldığı hala tartışılan bir olgudur. 1932 yılında yürürlüğe giren uygulama 1950’de Demokrat Parti aslına döndürene kadar devam etmişti. Mustafa Kemal, bu yeniliğe giderken de hocalardan caiz olduğu fetvasını çıkarmayı da ihmal etmemişti. Bu kararların tartışılmasının tabu olmaktan yavaş yavaş çıktığı günümüzde Atatürk hala belli kesimlerin nefret edilen kişisi, belli kişilere göreyse kararları sorgulanamaz en büyük Türk lideri…Dönemin milletvekillerinden Şeref Aykut’a göre Kemalizm dini (kendi ifadesiyle) 6 oktan ( Bugün de bildiğimiz gibi cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık) oluşmalıydı. Aykut bilindiği gibi bu fikirlerini en temel şekilde “Kemalizm Dini” adı altında kitaplaştırmış ve Atatürk’e tapan(!) nesillerin nasıl yetiştirileceğini anlatmıştı.”(5)
 

5‘-Kemalizm Türk’ün dinidir’(D. Mehmet Doğan)
Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğünün ilk baskısında (1945) “din” maddesinde yer alan bir cümledir bu. Gerçi “mecaz” olduğu belirtilmiştir, ama düne bakarak “bunun neresi mecaz, kesin gerçek” demek durumundayız. Sözlüğün ilk baskılarında “Kemalizm Türk’ün dinidir” denilirken, sonraki baskılarda “Atatürkçülük Türk’ün dinidir” denilmiştir… Artık Atatürkçülük bir ideoloji olmanın ötesine geçmiş, “kesin inanç” haline gelmiştir. Bu ülkede Atatürk’e iman derecesinde bağlı olanlar vardır. Ve bağlılık resmiyet tarafından da sürekli tahkim edilmektedir… Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Anayasa’da “devletin dini din-i İslâm’dır” denilmiştir. Bu anayasa hükmü, 1928’de kaldırılmış, daha sonraları yerine CHP’nin altı oku konulmuştur. Burada açıkça olmasa bile örtük tarzda dinin yerine ideolojinin konulduğu kolaylıkla anlaşılabilir.”(6)

 

5-Ulusçuluk/milliyetçilik…
Klasik dönemlerde, yanlışı ve doğrusuya insanlar etnik aidiyetinden ziyade mensup olduğu din, ya da on dayandırılan mezhep üzerinden, bir de içerisinde yaşadığı kültürel çevreden hareketle anılır ve tanımlanırdı.

Modern döneme geldiğimizde ise, iş tersine dönmüş; kişi, içerisinde bulunduğu kültürel çevreye ait donelerin de yardımıyla mensup olduğu etnisite üzerinden değerlendirilmeye başlanmıştı. Bunun adına Naion(nasyon), yani ulus deniliyordu.

Bizde ulus kavramını temellendirmek için, Ziya Gökalp gibi zevat, dilde var olmasına ve cidden bir anlam ifade etmeyen bir kelimenin, yani ulus kelimesinin, zaten var olduğunu belirtme yoluyla ulusçuluğa yer yapmaya çalışıyorlardı.

Ulusçuluk; kavramı düşünce ve bir eylem biçimi olarak kısa sayılabilecek bir süre içerisinde, toplumsal yerini almıştı. Sebebine gelince tarihsel bir kırılma söz konusu idi. Din bağlantılı bir hayat anlayışı, yerini seküler karakterli ve materyalizm´e dayalı bir hayat kurgusu gelecek açısından aciliyet kesbediyordu. Bir de olayın şu yönü de orta yerde duruyordu; Her ne kadar bu fikirler Batı şartlarında oluşsa da doğuyu da fethetmesi gerekiyordu! Tek bir şartla, Doğu´nun Batı gibi uzun solukluluğu söz konusu değildi, onun gibi risk altına girmesi de. Daha henüz kazanılamayan bir yığın şeyin kaybedilmesi de olasıydı (!) Ki, günümüze kadar, coğrafyamızda kaba ve ilkel uygulamalarla günümüze kadar gelmiştik. Ne devlet anlayışı bize uyuyordu, ne toplum anlayışı. Ki toplum (kavramı) sosyolojik anlamda uydurulan bir olgu idi ve gerçekliği olmakla birlikte, hakikat içermezdi.
 

6-Cumhuriyetçilik…
Cumhuriyet sözlük anlamı açısından; “Çoğunluk anlamına gelen ‘cumhuri’ kelimesinden mütevellit ‘siyasi mekanizması teorik açıdan seçimle belirlenen devlet idaresi” şeklinde okunur. Daha genel anlamda ise; millet tarafından seçilen parlamentoya dayanan ve başında cumhurbaşkanı olan siyasi bir rejim şeklidir. Genel kabul gören kanıya göre, bu rejimde yönetim, saltanatçı rejimlerde olduğu gibi babada oğula, ya da aile yakınlarına miras yoluyla geçmez. Gerçi bunun aksi uygulamalarının günümüzde birçok örneği söz konusudur, bu rejimlerin uygulandığı iddia edilen ülkeler. Ör. Mezhebi azınlığa dayanan Suriye Arap Cumhuriyeti, sosyalist türü tekçi uygulamaların tek reçete olarak halklara zorla kabul edildiği sosyalist cumhuriyetler, İslâmi kılıflı Fars ulus devleti ve Kemalist Türk/iye Cumhuriyeti… Ortaçağ Yunan filozoflarından Aristo’nun düşüncelerinde cumhuriyetin izlerini bulabiliriz. Belki de klasik anlamda ilkı cumhuriyet bir dönem Roma’da kurulmuş olup bir müddet hayat bulmuştur. Modern çağda ise, ilk cumhuriyet 1776 da ABD’de, 1789 devriminden sonrada Fransa’da kurulmuştur… Daha sonra ise, modernizmin oluşan saltanatı dolayısıyla Batının dünya genelinde elde ettiği güç sonucunda ise oluşan hâkimiyete binaen temeli saltanata dayanan Avusturya-Macaristan imparatorluğu ve akabinde de Osmanlı devletinin parçalanmasına müteakip modern algıya müsait toplumlar oluşturulduğu gibi, bu toplumların önemli bir kısmında da cumhuriyet rejimlerinin ilan edilmesi teşvik edilmiştir.
Cumhuriyet yönetimi bizde de dönemin materyalist pozitivist ve jakoben algısına uyum içerisinde olan bir anlayışla hayata geçirilmişti. Başta ‘ilkesel’ olarak genel anlamda saltanata karşı durmuş olsak da, Batılı ve Batıcı ‘iç’ güçler tarafından her açıdan yıkıma uğratılan bir toplum ve bir ülke olarak, farklılıkların yıkım derecesinde yok edildiği bir vasatta, ‘ölüm-sıtma’ ikilemi içerisinde, hiçbir faydasını görmediğimiz cumhuriyet rejimi ile yaşamak zorunda bırakılmıştık!

Bu meyanda, yüz yılların oluşturduğu koca bir İslami uygulamalar bir çırpıda ters yüz edilmiş, inancımıza göre yaşayamaz olmuş, ulusçuluk furyası içerisinde kavmi kimliklerimiz iç edilmiş, hepimiz istemesek de batılı bir formatta Türkleştirilip, laik ve seküler kılınmıştık! Buna gayr-i Müslim azınlıklar da dâhil edilmekteydi! Bunların ikamesi içinde nice katliamlara(Dersim, Şeyh Said) sürgünlere ve envai çeşit, sosyal, siyasal, ekonomik zulümlere uğratılmıştık! Ama buna rağmen cumhuriyet adım adım kendini tahkim ediyordu. Cumhuriyet rejimi, elbette hanedanlığa dayanan saltanat yönetiminden hemen her açıdan iyiydi. İnsanlık aleminin, yönetim konusunda bulup ortaya çıkardığı, muadillerine nazaran, daha insanî idi.
 

7-Sosyalizm..
“Materyalizme ve Marks´ın formülasyonu icabı tarihsel materyalizme dayandırılan ve kendi içerisinde ideolojik çerçeve, teori ve pratik açıdan bazı farklılıklar arz etse de, sosyalizm modern dönemde ilerlemeci tarih ve toplum anlayışı açısından batıcı bir ideoloji olarak karşımıza çıkar.
Ali Bulaç ‘Çağdaş Düzenler ve Kavramlar´ adlı eserinde, Marksizm-Bilimsel Sosyalizm´ başlığı altında şu bilgilere yer vermektedir: “Marksizm, bugün dünyada yaygın bir kavram olma özelliğini koruyor. İktisattan edebiyata kadar hayatımıza giren bu kavram çağdaş bir doktrini ifade eder. Çoğu zaman komünizm ile aynı şeydir ve esasında Marksizm´in toplum projesinden komünizmi anlamak gerekir. Dar anlamda komünizm, üretim araçlarını kamu mülkü haline koyan bir toplum devrimine verilen addır.” (7)

Buna bağlı olarak da temel kalkış noktası ilerlemecilik bağlamında batıcı bir hayat tarzı ve o yönde oluşan çabalara ek olarak batının birçok açıdan rededil€mez (!) olduğuna ek olarak, sınıfsız´ bir komünist topluma evrilme yolunda özellikle de maddi kaynaklar ve değerler açısından ilerlemeyi sağlayıcı bir rol verilen sömürgeci bir mantığa yaslandığı da kendiliğinden belirginlik kazanır.
 

8-Kemalist sol, ya da sol Kemalizm…
Öteden beri Batıya özgü yanları bulunan ve Batı bağlamında bir yere oturtulması söz konusu olan Ortaçağ anlayışının gelmiş olduğu son nokta açısından baktığımızda, modernizm ve sanayi devrimi kabilinden ortaya konan çabalar eskisinde bir isimlendirmeyi içermese de, yeni dönemde modern zamanlar diye bir zaman diliminin tesmiyesini bir açıdan onaylamış oluyordu! Kadim geçmiş ve olası gelecek sınıflandırmasının yerini ´klasik ve modern zamanlara bırakmış oluyordu.

1689 Karlofça antlaşması sonucu, toprak kaybetmeye başlayan, zamanla Avrupa´nın ilerisinde olduğu halde, onun gerisine düşen ve İktisadi açıdan da bir tarım toplumu olan Osmanlı´ devleti de, bu tasnif içerisinde bir tanımlanmaya tabi tutuluyordu. Artık, klasik zamanlarda tahrif temelli de olsa, dayanak noktası salt din ve ondan neşet eden bir muhayyile ile birlikte anlam dünyası da, gelinen noktada külli bir değişim ve dönüşüme uğruyordu.

Sanayi devrimi sonrasında esaslı bir değişim ve dönüşüme uğrayan Batı´nın, aynı hızla diğer toplumlara sirayeti sonucu, o güne kadar geçmişi durgun, titrek ve mütereddid bir formda taklit ede gelen Osmanlıyı da etkilemiş, bir değişim ve dönüşüme uğratmıştı. Artık, toplum kurucu unsurlar yer değiştirmiş, kalple birlikte yürüyen akıl, yerini modernlik gereği faydacı temellere dayanan pratik ve kuru bir akla indirgenmişti, vs.
Tarihen sabittir ki böylesi durumlarda esas değişim iktidar erki çevresinde oluşur ve topluma yayılırdı. Modern zamanlarda da bu işleyişe binaen Osmanlıdaki toplumsal bir değişim ve dönüşümünde iktidarda bulunan elitler vasıtasıyla, aydınların bu işi üstlenmesi sonucu olmuştu. Zihinlerde başlayıp hayatın her alanında neşvünema bulan bu tür durumlara koşut olarak yönetsel paradigmalar, artık vazgeçilmezler kategorisinde değerlendiriliyordu!

 

9)Kapitalizm…
Günümüzde istisnasız tüm dünyaya hâkim olan ve çeşitli versiyonlarının marifetiyle başta iktisadi alan olmak üzere hayatın her alanında rakipsiz bir kapitalist iktisadi sömürü düzeni bulunmaktadır. Bu kapitalist düzen modernleşmeyle birlikte, sanayi devriminin de etkisiyle başta kıta Avrupa’sı, Britanya ve Kuzey Amerika olmak üzere kendi kapitalist gelişimini sağlamış önemli ülkelerde, üretim ve tüketim ilişkilerinden başlamak üzere hayatın her alanına değişmez adres olarak nüfuz etti.

İslam dünyası da kendi medeniyet ve yaşam formuna rağmen, batının giderek tahakküm vasatında dönüşüme uğrayan ve bu yolla da batının her açıdan sömürgesi durumuna düşen yetmez bir duruma evriliyordu. Bu açıdan gerek helal kazancı baz alan İslam ekonomik strüktürüne, o çerçevede oluşan kitabi ilkeselliğe ve gerekse de bu çerçevede oluşan fütüvvet anlayışının sistemleştirilmesiyle birlikte Osmanlı’nın “toprak işleyenin, su kullananın” formülasyonuna dayanan basit ve sade bir işleyiş batılılaşma akabinde farklı bir çehreye bürünmüştü.(8)

Bugün ise geldiğimiz noktada, temeli faize ve maddiyatı içeren her türden sömürüye dayanan kapitalizmin, görevinin, başta sermaye sınıfının çıkarını koruma refleksine indirgenmeye çalışıldığı devlet olmak üzere kürsel sermaye ile birlikte muhafazakârlaşma yoluyla sisteme entegre edilen Müslüman çoğunluk tarafından birçok formdan daha fazla içselleştirildiği söz konusudur.

Belki de hiç değişmeyecek olan formun liberalizmin de etkisiyle kapitalizm olduğu sonucuna varmış olacağız.
 

10-Liberalizm…
“Liberalizm nedir?” diye sorduğumuzda, buna, çıkış temeli açısından, sömürü olgusunun sarf-ı nazar edilerek, salt para kazanmaya ve insanın hayatını alabildiğince kolaylaştıran -kuşatan olmasın sakın- kapitalizm´in insanlar tarafından kabul görmesinin ve de devamlılığının sürdürülmesi adına, ortaya konan felsefî bir temele irca edildiği söylenebilir ve öylece düşünülürdü. Ki haddizatında bu tespit ve işlevsellik doğru olduğu kadar da eksikti …
Eksikti çünkü kapitalist işleyiş tarzında, hemen herkesin kadın, erkek ve hatta çocuk, işe koşulması, sokakta olması, tezgâh başında olması, üretim bandında adeta dönmesi gerekirdi bir defa…

Tabir yerinde ise, ´alanın da satanın da memnun(!)´ olduğu bir ortamda, sanayi devrimi ile start alan ve seküler batılı düşünce kalıbına uygun olarak oluşturulan ve ilerlemeci tarih ve toplum anlayışına uygunluk içerisinde ´steril´ bir hayat sürdürmenin adı, iktisadî sistemi olan kapitalizmin, insanlar tarafından kabul görmesi için, onun meşruiyeti, yani yasallığı açısından bir fikrî temele ´şiddetli´ bir ihtiyaç hasıl olmuştu.

Onun için, bu düşünsel form´a liberalizm denmişti. İşin esasında, temel esprisi, salt para kazanmaya, makam ve mevki sahibi olmaya yönelik, ´bırakın geçsinler, bırakın yapsınlar´ esprisine bağlı bir anlayış hakimdi. Yani anlayacağımız, kapitalist sistem dışında kalması, sistem ehli tarafından istenmeyen kitlelerin, özgürlük temalı kandırmaca bir felsefî ve düşünsel ağla avlanması murat edilmişti. Liberalizmde bunun için ortadaydı zaten..

O zaman liberalizm´i, belki de onu, üstlendiği görev açısından “kapitalizmin ´kitlelere yönelik´ sırıtan yüzü´ olarak tanımlayabilirdik..
 

11)Sağcılık…
Lügate baktığımızda, sağcılıkta aynen diğer ideolojik kavramlarda olduğu üzere çağdaş batı mantalitesinden sadır olan bir temele sahip olmakla birlikte, kendine özgü bir felsefesi, din ve dünya görüşü bulunan geniş kitlelerin ideolojik formu olup muhafazakârlıkla özdeştir. Aynı zamanda ekonomik işleyiş bazında serbest hareketi savunan liberal görüşlü insanları da kapsar mahiyettedir. Bir de bunun yanında kendisini ‘ilerici’ safta görenler tarafından bakıldığında; Sağcılık, toplumsal hiyerarşiyi veya toplumsal eşitsizliği kabul eden veya destekleyen siyasal duruş veya etkinlik olarak tanımlanır. Bir kavram olarak sağcılık, temelde gelenekselci muhafazakârları ve ‘gericileri’ tanımlamak için kullanılır. İlerici tayfanın bu bütünleyici bakış açısına rağmen içerisinde liberal muhafazakârları, klasik liberalleri, liberteryan muhafazakârları, Hıristiyan demokratları ve çeşitli milliyetçi çevreleri tanımlamada kullanarak biraz daha çeşitlilik kazanmıştır.

12)-Muhafazakârlık
Muhafazakârlık lügatlerde karşımıza sözlük anlamı itibarıyla “muhafazakâr olma hali ve muhafazakâr olanın hali” ifadesiyle karşımıza çıkar. Muhafazakârlığın siyasal, düşünsel ve kültürel alanı kapsaması açısından İslam dünyası ve Müslümanların geçmişten tevarüs ettirdikleri İslam algısı ve o algıyı besleyen dinin kendisiyle bir ilişkisi varit olmamıştır! Bu kavram sadece seküler algı içerisinde değerlendirilebilir ve modern dönemlerin yıkıcılığına karşı yine batının kendi anlam dünyası içerisinde bir karşılığı olabilir! Bizim için değil!

Tamamen hem çıkış noktası ve hem de onu kendi şartları mucibince ‘elzem’ kılan şartlar gereği muhafazakârlık Avrupa/Batı merkezli olup, gerçek anlamıyla; Aydınlanma, sanayi devrimi ve Fransız ihtilalinin yıkıcı, yok edici etkilerine karşı üretilmiş modern bir ideoloji olup, aslına statükoyu itidalli bir biçimde dönüşümlere adapte etme, hiç olmazsa bile var olan statükonun zararlarını en aza indirme, minimize etme arayışının, çabalarının bir ürünüdür!

Dikkat edilirse bizde de izdüşümlerini yeterince gözlemlediğimiz ‘esas’tan sapma, kırılma, savrulma ve ‘inhiraf’ hallerine bakıldığında gelenek gibi kavramların ve olguların hayatiyet kazanmasında olduğu üzre muhafazakârlıkta batıdan devşirme, adapte etme, onun üzerinden yine Batıdan devşirme bir ideoloji olan Kemalizm’e sığınma, ona duyulan nefrete rağmen, onun safında görünme hallerini içeren bilgilenme yöntemi ve bilgi kırıntısı da yine diğerlerinde olduğu gibi Batıdan devralınmıştır.
 

12)- İttihatçılık
TDK’ye göre, ittihatçı kelimesi anlamı şu şekildedir:
– Birleşme, birlik oluşturma yanlısı olan kimse
– Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi veya yanlısı olan kimse

İttihad Terakki ve Teşkilat- Mahsusa üyesi Ömer Naci kendisinive arkadaşlarını mecnun(çılgın, deli) olarak şu şekilde tanımlamaktadır; “ittihad ve terakki kırk mecnundan mürekkep bir heyettir. talat aklü’l mecanindir, hüseyin cahit kalemü’l-mecanin, kemal hesabü’l-mecanin, ziya kitabü’l-mecanin, enver seyfü’l-mecanin, ben lisanü’l-mecanin, yakub cemil de mecnunu’l-mecanin.”( 9)
 

İTC’nin bugünkü siyasete etkisi
Bugün kendisini Kemalist veya ulusalcı kabul eden kesimin ekserisinin farkına varmadan M. Kemal’in değil Talat Bey’in ve hatta Enver Bey’in reaksiyonlarını taşıdıklarını var sayabiliriz. İTC’nin beka söylemi, cepheleştirici siyaseti, hain-kahraman kategarizasyonları, homojen bir ulus ısrarı üzerinden güvenliği sağlama çabaları bugünler için de kulağa pek yabancı gelmemektedir. İşin ilginç tarafı Ak politikalarından başlarda rahatsız olduğunu ifade edip Atatürk’e sığınan bir kesim, şimdi İslamcılar ve Türk-İslam sentezcileri ile birlikte İTC’nin mirasını artık Atatürk’ten ziyade öne çıkarmaktadırlar. Ancak bir farkla, 20’nci yüzyılın başlarında dışardan ve içerden açık bir tehdit algısına verilen reaksiyoner acil bir tepki siyaseti vardı Bugün ise muhafazakâr kitlelerin tarihsel kaygılarını travmatize etmeye yönelik içerideki siyasetin değerlendirdiği bir İttihat Terakki mirası var.”(10)

Etyen mahçupyan’ın ”Yeni İttihatçılık; Onurlu Faşizme Davet” başlıklı yazısında konu ile ilgili şu çarpıcı ifaeleri kullanıyor. “Yeni İttihatçılığın ideolojik zemini üzerinde doğal, kendiliğinden, fıtratımıza uygun bir siyaset vizyonu inşa edilmekte. Buradan hareketle önümüzdeki dönemin milli ile gayrı milli arasındaki bir çatışmayı ima ettiğine ve yaklaşan seçimlerin anlamının bu olduğuna inanılıyor. (Bu öyle bir haklılık duygusu ki, Erdoğan’a İYİ Partiye Altılı Masa’dan ayrılma tavsiyesi yaptırabiliyor, siyasi hataya sevk eden bir özgüvene neden oluyor.)… İnanılıyor’ kelimesi bir gerçekliği ifade etmekte. Yeni İttihatçılık ve Türkiye Yüzyılı sadece bir seçim kazanma stratejisi değil. Uzun vadeli bir perspektifi, inanılan, sahiplenilen ve ne pahasına olursa olsun savunulması gereken bir duruşu ifade ediyor. Bu nedenle seçimi kaybetse bile (devleti de içeren) bu iktidarın mücadeleyi bırakmayacağını öngörmekte yarar var.”… Seçimi kazanarak birçok iyileşme sağlanabilir ama Yeni İttihatçılığı karşısına almayan ve ona alternatif vizyon üretemeyen bir muhalefetin kısa sürede devlete fazlasıyla ‘uyum’ sağlamak zorunda kalması, zaman içinde rehin düşmesi şaşırtıcı olmaz.(11

AK Parti ile MHP ve BBP’sinin ortaklığıyla iktidarı elinde tutan ‘yeni yapı’nın, yine beka kaygısından hareketle devleti başkalarına(çeşitli versiyonlarıyla muhalefete) bırakmama düşüncesi ve eylemi üzerine oluşturulan yeni İttihatçı yapın en bariz söylemi, Erdoğan’ın bir ara İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’e yönelik söylediği “Bunlar daha iyi günleriniz” ifadesi, ittihatçılığı açımlar mahiyet arz etmektedir.
 

13)-İslamcılık
İslamcılık, Allah´ın vahiyle desteklediğine inandığımız Hz. Muhammed (s) den buyana; haktan yana, ona layıkıyla kul olma esprisine dayanan ve her tür batıla karşı bir özgürleşme hareketi olarak okunabilecek olan İslam´ın ve ondan sadır olan tevhidi ilkeler çerçevesinde gelişen hayat telakkisinin adı idi.
Yine bununla birlikte İslamcılığın, uzun asırlar boyunca kapkara bir tablo içerisinde yaşadığı bilinen Batıda, yanlışı ve doğrusuyla onun adına ortaya konan modern ve seküler çerçeveli kurtuluş çabaları bağlamında, bize sirayet eden klasik paradigmaların sonucunda vücut bulduğu da söylenebilirdi.

Yukarıda da belirtildiği üzere; en başta yüzlerce yılın körlüğü ve ağırlığı başta olmak üzere, bu mevzulara yönelik bir etki-tepki ve tepki meselesine koşutluk içerisinde, Batınında kendi deviniminin eseri olan bir takım fenomenler sonucu oluşan hava İslamcılığında doğmasına vesile olmuştu.mBu noktadan hareketle; İslamcılık en başta, bize reva görülen o saltanatçı, despotik kör ve ağır havalara karşıtlık içerisinde, Batının etkisinden önce, birçok Müslüman âlim ve hareket önderinin, ıslah, ihya ve tecdid çabalarının da İslamcılığa kaynaklık teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Ör. İbni Teymiyye, Şah Veliyullah Dehlevi vb.
İslamcılığın bir tek izahı mı vardı?
Mümkün mertebe aşağıda da konusu geldiğinde, yukarıda neşet etmesi açısından İslamcılığın bir tek izahının olup olmadığı konusu önemli bir konu olarak önümüzde durmaktadır.

Konuya giriş sadedinde; İslamcığı, yaşadığımız bu çağdaş ortamda, Kur´an´da çerçevesi çizilmiş olan ve bizzat Hz. Peygamber(s)´ diliyle sahih sünnet bağlamında çerçevesi hiçbir şüpheye ve istifhama mahal vermeden net bir şekilde oluştuğuna inandığımız itikadi/inançsal temeller var olduktan sonra, ekstra bir itikad üretmenin sağlıksız ve bir o kadar da sakıncalı olduğu, onun yerine an´ın fıkhını üreten, bu fıkıhtan yola çıkarak yapılacak okumalar bütünlüğünde konuya dâhil olduğumuzda geçmişte üretilen ve hakikat kantarına vurulduğunda elde avuçta kalan donelerin yanında, yine kantara vurulduğu halde, konu yoğunluğu açısından elde kalmadığı/kalmayacağı gözlemlenecek olan, ama hep birilerince hakikatin bizzat kendisi olarak lanse edilip duran bilgilerin tashih edilmesi girişimini çok rahatlıkla İslamcılık olarak okuyabilirdik

Bu meyanda, çıplak akla hitap eden vahyin, akılla birlikte, onun yol göstericiliğinde kalbinde onayladığı bir vasatta mevzular bütünlüğüne sahip, oluşan havayı soluyan ve o espriyi anlamış bulunan bir Müslüman, yukarıda da belirttiğimiz üzere itikat üretme işini Kur´an´a bıraktığı sürece bir İslamcı olarak görülecektir.

Dipnotlar:
*)Türklerin kahir ekseriyeti Müslüman olup Hıristiyanlığa ve Museviliğe bağlı Türklerle birlikte Şamanizm gibi din ve inançlara bağlı Türklerinde varlığı bilinmektedir. Müslüman olan Türklerin önemli bir kısmı Sünni/Hanefi iken, Azerbaycan ve İran sahrası ile Afganistan’da vs. yaşayan Türklerin büyük bölümü ise Şii olup, o forma bağlı mezheplere sahiptirler. Bir de, Osmanlı sonrasında Sünni Türkler arasında, halen bugüne dek Nakşibendilik ve Kadirilik dışında faaliyette bulunan tarikat yapıları da söz konusudur. Ör. Halvetilik vb. …Modernizmin vs. insanları etkilemesine koşut olarak çoklu ve girift bir halde olmasının yanında dini formlarında içerik olarak var olan ‘hakikat’e ve tevhid(birlik) ilkesine rağmen çoklu ve girift olması onun da modern formlar gibi ele alınmasını gerektirmekte olup, o konuyu bir başka yazı ile ele almak daha sağlıklı olacaktır diye düşünüyoruz..
1)https:// www.turkedebiyati.org/sekuler/
2)https:// www.turkedebiyati.org/sekuler/
3)https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ilicak/2008/06/09/militanlaiklik1
4)https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ilicak/2008/06/09/militanlaiklik1
5)https://www.timeturk.com/tr/2013/02/19/kemlizm-dini-nasil-olusturuldu.html
6)https://www.karar.com/yazarlar/d-mehmet-dogan/kemalizm-turkun-dinidir-11890
7) Ali Bulaç; Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, s.59, Çıra yay. İST. Mayıs 2010 bs.
8)Sait Alioğlu, İktisadi Geçimliliğin Meşruiyet Kaynağı Haksöz Haber, 28.8.20212
9)https://eksisozluk.com/entry/28029917
10) Ahmet Tarık Çelenk, “Atatürk’ten bugüne İttihatçılık hala bizle mi?” İndependent Türkçe, 8.6.2021
11) Etyen mahçupyan, Yeni İttihatçılık: Onurlu faşizme davet, serbestiyet.com

 

NOT: İnşaallah, bu konuya bağlı olarak modern Kürdi formlarla ilgili bir yazı yazmış oluruz…

 

Kaynak: farklı bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR